Yukarıdaki sözcükler, yüce bir ulusa verilen adlardan üçüdür. Bu uygar ulus; şimdi Avrupa dediğimiz topraklara günümüzden yaklaşık 3800 yıl önce gelip yerleşmişler. Daha sonra da bir kısmı Anadolu’ya geçmiş. İnsanlık tarihine bilim, kültür ve inanç değerlerini yayan muhteşem bir ulustan söz ediyorum. Günümüzde bile İnsanlığa yaptıkları katkıların etkisi sürmektedir. Ne yazık ki, insanlık için böylesine değerli bir ulusa, tarihte hak ettiği yer verilmemektedir. Kasıtlı olarak, onlar hakkında bilinenlerin de yok edilmesi için çalışılmaktadır.
Bu yazı boyunca, söz konusu ulus genel olarak ‘GALAT / GALATLAR’ adıyla anılacaktır.Galatlar’ı yazmak iki sebepten ötürü çok zor. İlk zorluk; MÖ 1800 den günümüze kadar uzanan bir tarih söz konusu. İkinci zorluk ise Galatlar ile ilgili bütün bilgiler barbarlar tarafından yok edilmiş, yok etme çabası günümüzde bile sürmekte. Bazı veriler göz önüne alınarak tahmin yürütüldüğünde; Galatlar hakkında bildiklerimiz bilmediklerimizin onda bir kadar olmalı. Böyleyken bile Galatları anlatmak için ciltler dolusu kitap yazılabilir. Dolayısıyla yazacağım yazı dizisi, özetin de özeti hatta bir tanıtım yazısı gibi olacaktır.
Şimdi özetlemeye başlayalım:
Galatlar MÖ 1800 yıllarında doğudan gelip Avrupa’nın tam ortasına yerleştiler. İlk yerleştikleri yerler: Belçika, Fransa, İspanya ve Portekiz’dir. Sosyal yapı, bilim ve inanç konularında, o zamanki Avrupa’nın çok çok üstündeydiler. Avrupa kıtasının ortasından doğan onçlu bir güneş gibi ışımışlardır. Galat kişileri Galatça konuşmaktadır. Kişileri çok uysal, uyumlu, kimseye zarar vermeyen özelliklerdedir. Ancak, gerektiğinde korkusuz savaşçılar haline gelebilmektedirler.Avrupa’da onlara karşı çıkabilecek örgütlü bir devlet yoktu. Asırlar sonra Roma İmparatorluğu kurulduğunda ikisi arasında zaman zaman takışmalar olduysa da genel bir savaştan çok küçük çekişmeler oluyordu. Aslında Galatlar ve Roma imparatorluğunun karşılıklı saygı çerçevesinde ilişkileri vardı. MÖ 500 yıllarında Galatlar kuzeye doğru yöneldi. Avrupa’nın kuzeyinde yerleşip yurt edindikleri yerler: Bretonya (Breizh), Cornwal (Kernow), Galler, İrlanda (Eire), İskoçya (Alba), Maan adası (Mannin), Galiçya, Kuzey İrlanda (Tuaisceart Eireann), Asturias (Principau d’Asturies) Kantabria… Uygarlıklarını ve yönetim sistemlerini oralarda da kurdular. Galatların kuzeye yönelmeleri Roma imparatorluğundan koktukları için sanılmasın. Galatlar (galyalılar) bir keresinde Roma İmparatorluğunu çok zor duruma düşürdüler (günümüzde biraz da gırgırına –kasıtlı olarak filmleri yapılan, ‘Asteriks’ kahramanlığında mücadele gibi).
Bu arada insanlık adına çok önemli işler yaptılar. Özellikle bilimsel çalışmaları kapsamında kurulan okul ve kitaplıklar (kütüphaneler): Tora, Oxfort, Anglesey, Iona enstitüleri en önemlileriydi. Asil ailelerin ve devlet kişilerinin seçilen çocukları bu okullarda öğrenim görürler ve sonunda devletin önemli kurumlarında görev alırlardı.
Galatların bilim, kültür ve toplum düzeni konularındaki yücelişleri ve de diğer ulusları yüceltme çabalarında dini inançları yol gösterici konumunda hatta anayasa işlevindeydi. Dini inanç önderleri genelde kadın idi. Kadın ya da erkek olsun İnanç önderlerine ‘DRUİD’ denir. Her kişi din önderi/durid olamazdı. Öncelikle bilge druidlerce aday olarak kabul edilmeleri gerekirdi. Kabul edilen druid adayı, ormanlık alanların derinliklerinde oluşturulan inisiye merkezlerinden birinde öğrenime alınırdı. Yıllarca çeşitli aşamalardan geçen bir druid adayı; yeteri kadar bilgi ile donatıldığında, tince (ruhsal) olgunluğa ulaştığında, yaşantı ve davranışlarında tam olarak olgunlaşmayı başardığında, artık o adaylık evresini geçmiş ve Druid olmuştur. Yeni din önderi, daha yüksek mertebede olan druidlerce görev yerine yollanır. Yeni druid halkın içinde onlar gibi yaşar, onlar gibi çalışır kazanır, halka her konuda yardımcı olur ve onların güvenini kazanır. Bir druid, bilge druidlerce çok önem verilen üçlü kurala kesinlikle uyarlardı. Bu üç kural ‘ELİNE, DİLİNE VE HIRSINA’ sahip olmaktır. İnançta kişisellik hep öndeydi. Şöyle derlerdi: “Çabalayan her kişi kendi gerçeğine ulaşır”. İnançla ilgili başkaca özdeyişleri: “Tüm evreni anlamak istersen hiçbir şey anlayamazsın ama kendini anlamak istersen tüm evreni anlarsın”. “Tanrı’nın insanlar için görülebilecek pek çok yüzü vardır”.“Kişi Tanrı’yı ne adla çağırırsa çağırsın, çağrısı Tanrı’ya ulaşır”.
Druidler, dolayısıyla bütün Galat Ulusu’nun kişileri TEK TANRI’ya inanırlar. Dini önderler (druidler) devlet yönetimi kadrosunda asla görev almazlardı.
Druidler önemli toplantılarını ormanın derinliklerinde olan özel yerlerinde yaparlardı. Bilge druidlerin boyutlar arası seyahat yapabildikleri yani öte boyuta gidip döndükleri ve de oralardan haber ve bilgiler aldıkları inançlarının parçasıdır. Ayrıca yine druidlerin zamanda ve mekanda yolculuk yaptıkları, aynı zamanda birbirine çok uzak iki ayrı yerde görülebildikleri de inançları içindedir. Druidlerin zaman ve mekan boyutlarında seyahat etmek gibi TİNCE (ruhsal) yetenekleri zaten kazanmış oldukları için bu yolculukları doğal bir durum olarak kabul edilirdi. Ancak bir druidin bu yolculuklara çıkabilmesi için tinlerini (ruhlarını)bu yola sokmaları gerekirdi. Bu amaçla, bilinen her maddi varlıktan kendilerini sıyırmaları gerekiyordu. İşte bu maddi ortamdan ayrılıp ruhça özgür olmayı sağlamak için (trans haline geçmek için) ritimli ses dalgalarını kullanırlardı. Bu amaçla davul ve çıngırak kullandıkları bilinmektedir. Duru görü yetenekleri de olan Druidlerin bu hallerine tanık olan yerli halktan kişiler, onlara saygı duyarlardı aynı zamanda korkarlardı. Birlikte yaşamaktan ise çok mutluydular. Çünkü onlardan, özellikle tarımsal üretim ve hayvan yetiştiriciliği konularında yeni bilgiler öğreniyorlardı.Yerli halkların asıl önem verdikleri ise; druidlerin çeşit çeşit ilaç yapıyor ve pek çok hastalık ve yaraları iyileştiriyor olmasıydı.
Druidlerin derin inancı ve ermişlik mertebesine ulaşmak için gerekli bilgi ve uygulamaları konularında yeterli bilgiye sahip değiliz. Bunun iki önemli sebebi var. Birinci sebep; Druidler çok ketum, sır saklayan kişilerdi. Sır saklama işine verdikleri önemin anlaşılması için bir örnek bile yeter: Druidler inanç derinliklerini ve özenle gizledikleri ritüellerini/ayinlerini hiçbir şekilde yazıya dökmediler, yazılı hiçbir dini belge bırakmadılar. Kendilerince bilinen her şey, bir sonraki kuşak druide sözlü olarak aktarılır, ezberletilirdi. Günümüze kadar gelen bazı ikincil ve üçüncül bilgilerin kaynağı: Halk içinde yaşayan druidlerin yazdıkları sıradan çalışmaları konu alan anallar (zabıtlar) ile Galat olmayan uluslardan kişilerin özellikle de Romalıların yazdıkları var. Ancak; Romalıların yazdıklarının doğru olmadığını, yanlı olduğunu hatta kasıtlı olarak Galatları kötülemek için yalan şeyler yazıldığı, Romalılar tarafından bile ifade edilmiştir. Şimdi; Romalıların Galatlara karşı bu düşmanlığını çok yadırgamayın. Roma İmparatorluğunun Galatlara resmi düşmanlığı; kıskançlık, üstünlüğünü kaybetme endişesi, ‘bizim yerimize geçecekler’ korkusu şeklindeki kuşkularından ötürü politik bir tutum alıştan ibaretti. Oysa daha sonraları bütün Avrupa’nın Galatlara düşmanlıkları; yobazca, vahşice dahası arsızcadır. Bu konu, yazımızın ilerleyen satırlarında sebepleri ve sonuçlarıyla birlikte irdelenecek.
Galatların dini ritüellerinden en bilinen ikisine kısaca değinelim. Bunlardan ilki ünlü Stonehenge taş çemberinde yapılan ritüeldir. Bu taş yapının kimler tarafından, ne zaman yapıldığı ve ne amaçla yapıldığı bilinmemektedir. Üst düzey Druidlerce gerçekleştirilen ayinlerin amacı ve içeriği de tam olarak bilinmiyor. Yine de; MU uygarlığı veya ATLANTİS uygarlığı zamanındaki inanç, bilgelik ve diğer kültürel değerleri yad etmek için bu ritüellerin düzenlendiği kanısı yaygındır. Bu durumda; Galatlar MU kıtasının batışından kurtulan kişilerin torunları mıdır?..
Stonehenge’de druid ritüel
İkinci önemli ritüei ise YEREBATAN SARNICI (sarayı)’nda yapılandır… Tam da burada araya girip iki önemli bilgiyi vermek istiyorum. Konunun iyi anlaşılabilmesi için gerekli gördüğüm mitolojik bir bilgiyi yazmalıyım: Geçmişi çok çok önceye dayanan mitolojik bir anlatıma göre kişi (insan) türüne yardım eden bazen de cezalandıran bir yaratılmış vardır, tıpkı ABRA gibi… Türk Mitolojisinde UMAY ANA, ŞAHMARAN denilen MEDUSA. Adına ne derseniz deyin bu yaratılmış insan değil (mitoloji böyle diyor). Burada, bütün dünyada bilinen adıyla MEDUSA olarak yazılacak. Medusa insan türüne çok iyilikler yapar, kurallar koyarak düzenli yaşamalarını sağlar, kurallara uymayanları da cezalandırır. Helenler Medusayı şeytani güç olarak görürler (sanırım çok ceza gördüler), ölen kişileri cehenneme götürdüğüne inanırlar, dolayısıyla ona karşı düşmanca tavır içindedirler ve ondan çok korkarlar. Roma İmparatorluğu kişilerinin inancında ise Medusa kutsaldır, ölen kişileri cennete taşıyan bir yaratılmıştır. Buna o kadar inanmışlardır ki zengin ve asil aileler ölüleri için lahit yaptırırlar ya; bazı lahitlerde (ölen kişiyi cennete götürsün diye) Medusa’nın kabartması vardır. Böyle bir lahit Antalya Müzesinde var, isteyen gidip görebilir. İstanbul’daki Yerebatan Sarayının bir bölümünde (daha önce halka kapalı olan) iki sütunun altlığı olarak Medusa’nın başı kullanılmış ama şöyle; birisi ters olarak başı aşağı şekilde, diğeri de yan olarak kulağı yere paralel olarak. Bunu neden böyle yaptıkları çok açık: Medusa’nın kendilerini cehenneme göndereceğine inandıkları için oraya hapsetmek istemişler. Neden Yerebatan Sarnıcı’nın içi? Sebebi şu: Yerkürenin bazı yerlerinde, mistik – okültistlerce yerle gök arasında direk gibi duran kutsal bir titreşimle kendini beli eden kutlu enerji sütunu vardır. Söz konusu enerji her kişi tarafından algılanamaz, yalnızca tinsel özelliği olan kişilerce algılanabilir inancı vardır. Söz konusu enerji maddi bedeni de etkileyebilir… İşte Yerebatan Sarayı’nın bir bölümünde (Medusalı sütunların olduğu kısım) söz konusu kutlu enerji (ONÇ) titreşimi olduğuna inanılmaktadır. O bölün, sarnıcın içinde ayrı bir odacık gibi.Söz konusu yerdeki Medusa’nın ters yerleştirilmiş kafasının altlık olduğu sütun zincirlerle koruma altına alınmış. Ancak zincir geçilemez değil, koruyan ve denetleyen kimse yok, en azından ben gittiğimde yoktu. Gök ile yer arasında bir sütun halinde var olduğuna inanılan o enerjinin titreşim halinde olduğu ve çok yakınına gelenleri bir şekilde etkilediğine inanılmakta. Ben o sütuna yeteri kadar yaklaştım. Ruhen ve bedenen hissettiklerim inanılır gibi değildi, belki bana öyle geldi!..
Neyse bu konumuzun içinde değil.
Yerebatan Sarayında Medusa başları
Her yıl İstanbul’a gelip Yerebatan sarayında o özel bölmedeki dışarıya kapatılan bölümde/odacıkta üç gün süreyle ritüellerini gerçekleştiren druidler bu iş için Türk devletinden izin alırlardı. En son Süleyman Demirel bu izini vermiş. Orada nasıl bir ritüel uygulanıyordu? Söz konusu kutlu enerji ile iletişime geçilmiş olduğu kesin, aksi halde ta Galler’den oraya niçin gelsinler.
Galatların inançlarıyla ilgili o kadar çok soru işareti var ki tam bir muamma. Bildiklerini hiç yazıya dökmediler. Yine de kuşaktan kuşağa iletilen derin bilgiler nasıl yok oldu? Yoksa hala esoterik bilgi olarak varlar mı? Bu kadar gizliliği bazı okurlarımız yadırgayabilir. Var olduğunu, bazı ipuçlarından anladığımız onca derin bilgi neden saklandı? Neden kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüze kadar getirilmedi? Ancak şimdi okuyacaklarınızdan sonra Galatlara, özellikle druid analara hak vereceğinizi sanıyorum.
Hıristiyanlık Avrupa’da yayılmaya başladığında kişi ve toplumların çoğu bunu pek umursamadı. Koca Roma İmparatorluğu bile nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu anlayamadı. Ve Hıristiyanlık hızla yayıldı, bütün Avrupa’da söz sahibi olmaya başladılar. Belki ‘bunun ne sakıncası var’ diyenleriniz olabilir…
Özellikle papalık paranın peşine düştü. Sürekli zenginleşti, zenginleştikçe güçlendi. Elde ettiklerini korumak ve de daha da zenginleşip güçlenmek için her kişi ve toplumu Hıristiyanlaştırması gerekiyordu. Aslında bu amacına kolaylıkla ulaşıyordu ancak bütün Avrupa kapsamında önemli bir sorun vardı, Galatların dini inançları çok güçlüydü ve onlar insanları etkiliyordu. Onlar halkları sömürmüyordu, dolayısıyla toplumlar içinde saygın bir konuma sahiptiler. Bu durum Hıristiyanlık için bir tehdit idi… Fanatik Hıristiyanlar, toplumları hatta koca Roma İmparatorluğunu bile ele geçirdiler. Ellerine geçen her gücü barbarca kullanarak, Galatları Hıristiyan olmaya zorladılar. Özellikle onların inanç kişileri olan druidleri hedef aldılar. Yapılan barbarlıkları sayıp dökmek için kitaplar yazmak gerekir ancak bir örnekle durumu anlatmaya çalışayım: Galatların asıl bilginin kaynağı kadın inanç kişileriydi. Bu ana druidlere ‘Hıristiyan olun, kiliselerde rahibe olarak görev alın ve halka papanın istediği bilgilerden başka bilgi vermeyin’ deniyordu. Bu zorlamayı kabul etmeyen druid ana CADI ilan ediliyordu. Cadı ilan edilenin, papazlardan oluşan mahkemede kendini savunma hakkı şöyleydi: Cadı olduğunu kabul ederse ‘bunun içinde şeytan var, çıkarmamız gerekiyor’ diyerek, cadılıkla suçlanan druid ana, bir odun yığınının ortasındaki direğe bağlanarak diri diri yakılırdı. Yok ‘ben cadı değilim’ derse; doğru söylediğini anlamak için bir sınavdan geçmelisin derlerdi. Ve sınav şöyleydi: Cadılıkla suçlanan bayan druidin elleri ve ayakları sıkıca bağlanır, bir çuvala konur, çuvalın ağzına bağlanan ip oldukça uzundur ve ipin ucu bir papazın elindedir. İnsan boyundan daha derin olan suya atılan cadının! Sudan çıkması beklenir. Bir süre beklendikten sonra; cadılıkla suçladıkları druid bir şekilde iplerden ve çuvaldan kurtulursa; ‘tamam bu cadıymış, şeytanla iş birliği içinde, şeytan yardım etmese ipleri çözüp kurtulamazdı demek ki bu bir cadı.’ Kararı verilerek canlı canlı yakılırdı... İpi çözüp kendini kurtaramaz ise bir süre daha beklenir ki bu süre insanın boğulacağı süreden de fazla olurdu. Baktılar ki ipini çözüp çıkamadı, çuvala bağlı ipi çekerler, doğal olarak druid ölmüştür. ‘Şeytan yardım etmediğine göre bu bayan cadı değilmiş, götürün gömün’! Alın size “dini” adalet… Anlaşılacağı gibi Galatların inanç kişileri olan druidlerin yok edilmesiyle derin esoterik bilgiler de yok edilmiş oldu. Hey! Durun, o derin ve kutlu inanç bilgilerinin tamamen yok edildiğine inanmayın derim…
Bağnaz, barbar, halkı ve devletleri sömüren Hıristiyanlık karşısında çok zor duruma düşen Galatlar Hıristiyan olmak zorunda kaldılar. Ancak bu görünüşte böyleydi. Hıristiyanların kiliselerine gidip onlar gibi inanmayı benimseyememişlerdi, çünkü inançlarının kökü ve özü Tek Tanrı’ya dayanıyordu. Zaman kaybetmeden Kendi aralarında anlaşarak Galat (Kelt) kilisesini oluşturdular. Artık yalnızca Galatların gittiği kendi kiliseleri vardı ve kendi inançlarını Hıristiyanlık şemsiyesi altında sürdürüyorlardı. Bu farklı kiliselerde Hıristiyanlığın tam olarak uygulanmadığı anlaşıldı ve papalığa şikayetler başladı. Sonunda Hıristiyan Whitby Kilisesi görevi üstlendi ve harekete geçti. 664 yılında Galat (Kelt-Gal) kiliseleri kapatıldı. Kiliselerin mal varlıklarına el konuldu… Böyle kısaca yazdığıma bakmayın bu savaşımlar (mücadeleler) onlarca yıl hatta yüzlerce yıl sürüp gitmekteydi.
Galatlar, kiliseleri de kapatıldıktan sonra yobaz Hıristiyanlık tarafından tam bir kıskaca alındı… Uzun yıllar içten içe sürecek olan bir soğuk savaşım sürmekteydi. Sonunda Galatlar, her biri bağnazlıkta birbirini aratmayan Hıristiyan kiliselerinden bağımsız bir mezhep oluşturmaya karar verdiler. Bağnaz Hıristiyanlığın mezhep ve kiliselerini protesto etmek anlamında yeni mezhep’e ‘Protestanlık’ adını verdiler. Avrupa’da dolayısıyla bütün dünyada tanınıp tutunabilmek için yepyeni bir savaşım başlattılar, ne de olsa karşılarında çok güçlü barbarlar birliği vardı… Galatlar, kendilerine ait olmayan bir dinden kendilerini korumaya çabalarken onlara bir yardım eli uzandı. Devlet – i Âli (Osmanlı İmparatorluğu) Protestanlığın yerleşmesi ve tanınması için etkili destek verdi ve gereken yardımları yaptı… Yeni mezhep (Protestanlık) Galatlara (Keltlere) inanç özgürlüğünün kapılarını açmış oldu. Bu arada Galatlar ‘GÜL VE HAÇ KARDEŞLİĞİ’ oluşumuna da önayak oldular…
Galatlar kendi dillerini konuşuyorlardı. Latince başta olmak üzere Avrupa’daki ulusal dillerin pek çoğu Galatça / Keltçe’den sözcükler alarak etkilenmişlerdir. Bu konuda şu altı ulusun dilleri, Galatca’dan türemiştir: Bretonca, Galce, İrlandaca, İskoçca, Kernevekce, Maanca… Bu altı ulus; Kelt Birliği, Kelt Kongresi, Pan Kelt Gurupları olarak adlandırılmaktadır. Bunların her biri, az/çok değişime uğramış Kelt – Galat dili konuşmaktadırlar.
Galatları en iyi temsil edenler İrlandalılardır. Bir diğer Galat / Gal (Galya) temsilcisi ise İngiltere’dir. Günümüzde bile Birleşik Krallığın başına geçecek olan, yani kraliçe veya kral olacak kişi, Galatların özel yurdu olan Galıya/Galler prensesi veya prensi olmak zorundadır. Bu uygulama çok önemli! Ünlü araştırmacı Aytunç Altındal (Tini şad olsun) tam olarak şu saptamayı yapar: “İngiltere kraliçesi baş Druid’dir kral ve kraliçelerin, en üst ünvanı Baş Druid rahibi ve rahibesidir.”Anlaşılacağı gibi Galatların inanç ve kültürlerinin, en azından bir kısmı yok olmamış hatta Türkiye dahil pek çok ulusun özünde varlığını sürdürmektedir.
Galatlarla ilgili en önemli sorulardan biri; Galatlar aslında kim ve Avrupa’ya nereden geldiler?
Batılı fanatik, yalancı ve de düzenbaz sözde tarihçi ve bilim adamları (dürüst ve saygın olanları ayrı tutuyorum), Galatların da gerçek kimliklerini kabul edemiyorlar. Galatların M.Ö. 1800 yıllarında Avrupa’nın tam ortasına nereden geldikleri konusunda çeşit çeşit uydurma teorileri ileri sürdüler. O kadar ki onların Hindistan’dan geldiğini! Bile söyleyerek sözde Hint-Avrupa (kendi kökleri böyleymiş!) kökünden geldiğini söylediler. Galatların Hintlilere fiziki yapı olarak, kültür olarak ve inanç olarak hiç benzemedikleri kendilerine hatırlatılınca da; ‘Keltlerin Hint-Avrupa kültüründen ne zaman ayrıldığı bilinmemektedir’ gibi ipe sapa gelmez savlar ileri sürdüler. Her neyse, şimdi burada onların safsatalarını sayıp dökecek değilim.
Galatların = Keltlerin = Gallerin nereden geldiklerini ve kim olduklarını ben size söylemeyeceğim, aşağıda okuyacaklarınızla kendiniz onların kim olduklarına ve nereden geldiklerine karar verin.
Galatlar ilk gelip bir süre kaldıkları yer olan Kafkasya’dan topluca göç edip M.Ö. 1800 yıllarında Avrupa’nın ortasına yerleştiler. O zamana kadar Avrupa’da bilinmeyen bir yönetim sistemi (devlet) kurdular. Kurdukları devletin başkentine şu adı verdiler: ‘TÜRKİJE’ (burada J, y okunur).
M.Ö 280 yılında İyonya’nın (Anadolunun o zamanki adı) batısından ve Balkanlardan gelerek ülkenin tam ortasına yerleştiler… Şimdi konunun burasında duralım, bir kenarda bekletelim! Açıklamam gerekenler var: Orta Asya’da ‘Baykal’ gölü var. Bu göl büyük, çok derin ve tatlı suyu ile bir doğa harikası. İşte bu gölden bir ırmak çıkar! Dikkatinizi çekerim; göle ırmak akmıyor, gölden ırmak çıkıyor. Bu ırmak kuzeydoğu yönünde 1779 KM. aktıktan sonra Yenisey Irmağı ile birleşiyor. İşte bu ırmağın adı ‘Angara’ ırmağı, ‘Angara Müren’ de denir. Bu ilginç ırmağın hemen kıyısında büyük, tarihi bir kent vardır ve bu kentin adı da ‘ANGARA’. Angara’nın binlerce yıl öncesinde Türk devlet merkezi/başkent olduğu bazı araştırmacılarca yazılmış. Günümüzde o kutsal Angara kenti kalıntılarının tamamen ortaya çıkarılması için kazı çalışmaları sürmekte…
Şimdi bu bilgiyi verdikten sonra devam edelim.
Galatlar Kafkasya’ya geldiklerinde, Avrupaya gidip yerleştiklerinde de boylar topluluğundan/birliğinden oluşmaktaydı. Tıpkı Hunlar gibi, Göktürkler gibi, Hazar İmparatorluğu gibi… Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı gibi… Galatların kaç tane boyun birleşmesinden oluştuğu tam olarak bilinmiyor. İşte o boylardan 3 boy, birlikten ayrılarak İyonya’ya geldiklerinde, bu toprakların adı GALATIYA oldu. O çağda Anadolu adı yoktu, İyonya deniliyordu. Avrupa’dan gelip yerleştikleri bu toprakları yurt edindiler ve kendi devletlerini kurdular. Yoğun olarak yerleştikleri (bu günkü) Orta Anadolu’da kendilerine bir başkent kurdular. Ve Başkentlerinin adına ANGARA dediler… Bu arada yine batılı sözde tarihçiler ve onları kaynak olarak alan yerli uydularına göre: Angara’nın adı ankyra imiş, bu sözcük de gemi çapası demekmiş, Orta Amadolu bir zamanlar denizmiş ve gemiler oraya demir atarmış! Görüldü ki; dünyanın coğrafik değişiklikleri, kara ve denizlerin onbinlerce yıllık geçmişleri bilimce incelenince, Orta Anadoluı’nun deniz olmadığı anlaşıldı. Hemen yeni bir saçmalık ileri sürdüler: Ta büyük denizlerden bazı denizci kişiler gelmiş ve buraya ankyra demişler! Sayın okurlar böylesi saçmalıklarla kafanızı şişirmek istemezdim ancak okuyup araştırırsanız karşınıza böyle zırvalar çıkınca şaşırmayasınız…
Pek iyi, Anadolu’daki ANGARA’yı azıcık irdeleyelim. Büyük Hitit İmparatorluğu zamanında şimdiki Ankara kalesi inşa edilir. Amaç Batı Anadolu ile Başkent (Hattuşa) arasında önemli bir askeri karakol bulundurmaktır. Batıya özellikle Anavarza tarafına sefere çıkan Hitit kralları bu karakoldan geçerlerdi. Söz konusu bu karakolun Hititler zamanında bir adı var mıydı bilinmiyor… Galatlar oraya geldiğinde kale yıpranmış haldeydi ve karakol ıssız bir viraneydi (Hitit İmparatorluğu asırlar öncesinden yok olmuştu). İşte bu Hitit karakol kalıntısı Kalenin olduğu yeri Galatlar imar edip başkent kurmak için uygun görmüşlerdi. Ve yeni başkentlerinin adını ANGARA koydular.
Yerleşip yurt edindikleri yerler: Batıda Uşak, Aydın, Eskişehir, Doğuda Sivas, Şarkışla civarı.Aşağıda Toroslar ve yukarıda &Tonya Merzifon Samsun civarı. Bu yerlerin toplamının adı ‘Galatea/Galatya’ idi yani Galatların/Keltlerin gelip devlet kurdukları yurtlarıydı. Galatlar Tuz Gölü yakınlarına da yoğun olarak yerleştiler. Özellikle, günümüzde Konya’nın ilçesi olan Kulu, Tuz Gölü yerleşimlerinin merkezi durumundaydı. Galatlar, yukarıda günümüzdeki adlarını yazdığım pek çok yeri yurt edindiler. Ancak en yoğun oldukları yer başkentleri ANGARA ve çevresi idi.
Yukarıda belirttiğim gibi Anadolu’ya gelip yerleşen Galatlatlar, 3 boyun birleşmesinden oluşuyordu. Boylara mensup kişilerin inanç ve kültürleri aynıydı. Yine de boyların kişileri arasında, beden yapıları bazında farklı özellikler vardı. Şöyle ki; Anadolu’daki Galat kişilerinin içinde; esmeri, sarışını, beyaz tenlisi, çeşitli renkte gözlüsü, kızıl saçlısı… vb. farklılıklar vardı.
Güçlü ve kutlu Roma İmparatorluğu kendisine rakip istemiyordu. M.Ö.1.yy da Roma ordusu Orta Anadolu’ya girdi. Galatlarla Romalılar oturup anlaştılar, savaşmadılar. Daha önce belirttiğim gibi bu ikisi düşman kardeşler değildi, aslında kökleri ve evrensel değerlere bakış açıları aynıydı (Bu konu ayrı bir yazıyla ele alınmalı). Bazen savaşır gibi çekişmeleri, erk ve egemenlik yarışıydı… Anlaşma gereği bütün Anadolu Roma İmparatorluğu yönetimine geçti ancak Galatlar iç işlerinde özgür oldu, Roma onlara baskı yapmadı. Böylece, Anadolu/Galatıya Devleti MÖ 1 yy da, 180 yıl süren egemenlikten sonra sessizce sona erdi… Sonraları bu topraklarda; Romalılar, Doğu Romalılar, Selçuklular, Osmanlılar egemen oldu. Pekiyi galatlara ne oldu? İnanın hepsi de içimizdeler, günümüzde de kendi yurtlarında yaşamaktalar. Her ne kadar, bazı zorlamalarla, başkaca dinlerden görünmüşlerse de gerçek inançlarını korudular, hatta temel inançlarını Anadolu’ya yerleştirdiler. Bu arada bilinmesi gereken bir durum daha: Avrupa’daki Galatlar kendilerine nispeten uzaklardaki bazı yerlere koloniler kurdular. Bu kolonilerden birisi de İstanbul’daki Galata semtidir. Galata ve Galata Kulesi Galatlarındır.
Galatların kim olduklarına ve nereden geldiklerine siz karar verin demiştim ya. Yukarılarda yazdıklarımdan bazı hatırlatmalar yapayım: Avrupa’daki başkentleri Türkiye, Anadolu’daki başkentleri Ankara. Tek Tanrı’ya inanıyorlar. Din kişileri genelde kadınlardan oluşuyor ve onlara Avrupalılar ‘Druides’ diyor. Druidesler büyük ormanların içinde yaşamayı tercih ediyorlar. Diğer boyutlara geçebiliyor, orayla iletişim kurabiliyorlardı. Öte boyut (öte dünya)’ a geçmek için bedenlerini terk ediyorlar, bu amaçla trans haline geçmeleri gerekiyor. Trans haline geçmek için ise ses ritmi önemli, bu amaçla davul ve çıngırak kullanıyorlar! Size bir şeyler hatırlatıyor mu? Hatırlatmalı, ışımanlar (şamanlar) da aynısını yaparlar. Druidler aynı zaman içinde başka mekanlarda görünebilirler, başka bir yaratılmışın örneğin bir hayvanın (geyiğin kartalın, güvercinin) donuna girebilirler. Öte tarafa sürekli gidip gelebilirler yani ermişlerdir. Bu gidiş gelişlere ‘ölmeden evvel ölmek’ derler. Aynı zamanda şifacıdırlar, ilaç yaparlar, sınıkçıdırlar… Daha çok var, şimdilik bu kadar. Onların yapıp etmelerini anlatmak için gerçekten ciltlerce kitap yazmak gerekir.
Galatların biz Anadolu Türkleri ile ilişkileri yalnızca bu yazdıklarımla sınırlı değil. Avrupa’da Protestanlık mezhebinin oluşmasında Galatlarla Devlet-i Âli’nin iş birliği yaptıklarını yazmıştım. İlişkiler durağan da olsa hep süregelmiştir. Ancak II. Abdülhamit zamanındaki gelişmeler daha dikkate değerdir. Şimdi bu konuyu irdeleyelim: Galat/Kelt önderlerinden Bilge Abdullah Quilliam ile II. Abdülhamit arasında sıkı bir iş birliği hatta dostluk vardı. Zaman zaman İstanbul’a gelen ve sarayda misafir edilen Abdullah Quilliam, bir görüşmenin sonunda İngiltere’ye dönünce bir cami açtı ve İngiliz halkı içinden bazı kişileri Müslüman yapmaya başladı. Başarılı çalışmalar yapmaktaydı. O günlerde yine İstanbul’a davet edildi, saraya geldi. Bir hafta kadar kaldığı biliniyor. II. Abdülhamit, Abdullah Quilliam’ı Britanya ve çevre adaları ŞEYHÜLİSLAMI olarak görevlendirdi. Abdullah Quilliam İngiltere’ye dönüşte daha da şevkle çalışmalara başladı. 600 İngiliz’i Müslüman yaptı… Bu başarılı çalışmalar, Avrupa’da karşı çıkışları körükledi. Ayrıca İstanbul’da yönetim içinde karışıklıkların baş göstermesi ne yazık ki çalışmaları köstekledi. Bir süre sonra da Balkan savaşları, birinci dünya savaşı gibi büyük engeller sonunda çalışmalar tamamen durdu. Bu arada Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Bu dönemde de Abdullah Quilliam Türkiye ile ilişkisini hiç kesmedi. O kadar ki; Küçük oğlu Ahmet Galatasaray Lisesinde yatılı okudu. Ve 1932 yılında 76 yaşındayken öldü…
II. Abdulhamid'in Büyük Britanya Şeyhülislamı ilan ettiği Abdullah Quilliam Kelt soyundan geliyordu.
Abdullah Quilliam’ın yakın arkadaşı olan bir başka Galat/Kelt bilge kişisi de Türklerle, dolayısıyla Türkiye ile yakın ilişki içindeydi. Bu bilgin kişi, çok zeki ve çok bilgili olmasının yanı sıra çok da yetenekli olan Aleister Crowley’dir. Avrupalılar Crowley’e çok saygı duyuyorlardı. O, Avrupalılaradoğu mistisizmini(aslında Türk mistisizmini) öğreten kişiydi. Onun öğretileri Avrupalıların sanki ufkunu açmıştı. Ancak Bazı Avrupalılar (fanatik Hıristiyanlar) Crowley’e çok kızıyorlar, hakaret anlamında söylemediklerini bırakmıyorlardı. Örneğin onun için: Dünyanın kötü adamı, hatta o bir ‘The Beast 666/ Şeytan’dır’ diyorlardı. Her iki tarafın ortak olan görüşü ise; Crowley dünyanın en gizemli adamıydı… Aslında Crowley’in bilgi ve yetenekleri yalnızca mistisizmle sınırlı değildi. O okültist, gnostik bilgi ve yeteneklere sahip, olağan dışı bir kişilikti. Türkiye’ye sık sık gelip giderdi. Bizleri (Türkleri) kardeşi olarak görürdü… 1937 yılında bir oğlu oldu. Oğlunun adını ATATÜRK koydu. Kayıtlardaki yazılışıyla ‘ATATÜRK CROWLEY’. Atatürk Crowley de babasının ilgi alanı olan bilimlerle ilgileniyordu, o konular üzerinde çalışıyordu. Yine babası gibi sık sık Türkiye’ye gelip gitmiş, ilgisini sürdürmüştür.
Atatürk Crowley
Sayın okurlar benim yazdıklarımı okuyunca, sözde tarihçilerin hatta bazı kasıtlı yazanların tarzına uymadığını görürsünüz. Hele bir de ‘Kronik’ yazanlar vardır; falanlarla filanlar şu tarihte savaştılar. Falanlar yendi. Anlaşma yaptılar, maddeler şunlar… Bu tip yazılanlara ‘kronoloji’ denir, tarih denmez/değildir. Gerçek tarih: Belirli zamanda belirli toplum ve/veya kişilerin yapıp etmelerinin doğru olarak, sebep ve sonuçları tahlil edilerek, eleştirel yorumlama ile saptanmasıdır. Tarihin böyle kurallarla yazılması fikrinin babası ben değilim. M.Ö. 400 yıllarında yaşamış olan tarihçi Thukydides’in fikirleridir. Bu tarihçi, ilk defa tarih yazımına kurallar koymuştur.
Tarihçi Ali DEMİREL