Kudüs’ün yeniden Müslümanların eline geçmesi Avrupa’daki Haçlıların ve özellikle de Papa Üçüncü Clemens’ın hiç hoşuna gitmemişti. Gerçi Kudüs’teki Hıristiyanlar kendi krallıklarından daha rahattılar. O bölgede Hıristiyanların yönetimindeki Hatay Prensliği ve Trablus (Şam) Kontluğunda değişiklik olmadı, Hıristiyan yönetim sistemi ve yöneticileri görevlerini sürdürüyordu. Her biri başlarına buyruk, kimseye hesap vermeden kendi egemenlik alanlarında hükümlerini sürdürmekteydiler. O kadar ki; kendi yörelerindeki Müslümanları çeşitli baskılarla göçe bile zorluyorlardı.
Bu arada; o günlerde Diyarbakır kütüphanesinin başına gelenleri, daha doğrusu kütüphanenin barbarca yağmalanmasını dile getirmezsem; Türk tarihine, bütün Türk halkına ve özellikle de Diyarbakır halkına haksızlık yapmış olurum. Diyarbakır ( o zamanki adıyla Amid) ve Silvan (Meyyafarikıyn) kentlerine ve yöresine, dolayısıyla bütün Türk Milletine karşı yapılan hainlik şöyle: Selahattin’in elinde; Aksungurlardan Nureddin Zengi Ata’nın derleyip eğittiği savaş gücü yüksek bir ordu vardı ya. Selahattin, elindeki bu yetkin orduyla Müslüman kentlerini ve Küçük Müslüman beyliklerini vuruyor kırıyor ve talan ediyordu ya. Sıra Diyarbakır’a ve Silvan’a geldiğinde o yöreye de saldırdı. Kısa sürede ele geçirdiği kentte; kendisine çok büyük bir kütüphanenin olduğu haber verilmişti. Altın ve diğer kıymetli zenginlikle ilgilenen Selahattin, ele geçirdiği servetlerin dışında Kent kütüphanesine de el attı. O zamanın ünlü Diyarbakır kütüphanesindeki bütün kitaplara el koydu. Söz konusu kütüphanedeki kitapları veziri ve danışmanı olan al-Kazi'l-Fazıl'a hediye etti (kimin malını kime hediye ediyorsa)! Bunları böyle basit ve olağan bir durum gibi algılamayın sakın; söz konusu kütüphanedeki kitap sayısı nedir? Diye (bunları öğrenmeden önce) bana sorsalardı inanın gerçek sayının onda birini bile rakam olarak veremezdim. Tam 1.040.000 kitap (bir milyon kırk bin kitap) o devirde böyle bir kitap zenginliğine sahip kütüphane dünyada var mıydı? Bilmiyorum. Durumun daha iyi anlaşılması için tam o tarihte Mısır’ın dünyaca ünlü kütüphanesindeki kitap sayısının 125.000 (yüz yirmi beş bin) olduğu dikkate alındığında Diyarbakır Kütüphanesinin ne kadar zengin bir kültür ve bilim hazinesi olduğu anlaşılır… El yazması çok değerli; Arapça, Farsça, Türkçe, Aramice, İbranice nice kitaplar! Tarihçe, bilimce ve kültürce o çağın, hatta büyük bir ihtimalle çok çok eski çağların bilgi hazinesi olan o kitaplara günümüzde paha biçilebilir mi? Böylesine büyük bir tarihi hazineyi ele geçiren Selahattin ve veziri sanki ne yapacaklarını önceden biliyor gibidirler. Vezir Fazıl, bu konuda bilgili olan adamları ile bütün kitapları elden geçirmiş; neye göre ve ne amaçla seçtiyse pek çok kitabı ayırıp almıştır. Seçilen kitaplar 70 (yetmiş) deve yükü oluşturmuş. Seçilen bu değerli kitaplar, Mısır’da kurulacak bir medrese için (bizlere öğretilen tarih böyle diyor) Kahire’ye gönderilmiş… Hemen burada araya girerek, tamamen kendi düşünce ve kanaatim olan bir görüş açıklamak istiyorum: Bilindiği gibi Haçlılar, başlattıkları seferlerin ilkinden itibaren yaptıkları talanlar sırasında, para ve benzeri servet yağmacılıklarının yanı sıra kitap yağmacılığı da yapmışlardır. Avrupa’daki papazlar ve bilimle uğraşanlar, İslam ülkelerinden getirilen kitaplara çok para ödemişlerdir. Haçlı seferlerinin önemli sonuçlarından biri de Haçlıların İslam dünyasından gasp ettikleri bilgilerle bir aydınlama ve de bilimce yükseliş devrine girmiş olmalarıdır. Kitap ve tarihi değerlerimizin Haçlılar tarafından gasp edilip, yağmalanıp götürülmesi günümüzde de sürmektedir. Daha dün, Körfez savaşını kazandıktan sonra ilk iş olarak Irak’taki el yazması değerli kitapları ve tarihi antik eserleri yağmalayıp götürmediler mi? Aynı şeyleri daha ilk Haçlı seferlerinde de yapmışlardı. İşte benim kişice kanaatim şudur ki; Diyarbakır kütüphanesinden gasp edilen çok değerli kitaplar (en azından bir kısmı) Haçlıların, o zamanlar Orta Doğuda yoğun şekilde faaliyette bulunan Tapınak Şövalyelerinin eline geçti. Bunun nasıl ve neyin karşılığında olabileceğini tahmin etmek güç değil!.. Diyelim ki benim bu düşüncem yanlış, öyle olsun. Ben yine de sormaz mıyım: Diyarbakır kütüphanesindeki kitaplar neden Mısır’a gönderildi? Eğer maksat medrese açmak ise neden Diyarbakır’da açılmadı. Kahire İslam kenti de Diyarbakır değil mi? Mısır halkına ve gençlerine verilen önem Diyarbakır halkına ve gençlerine neden verilmedi? Mısırlılar medreseye ve de yüksek öğrenime layık insanlar da Diyarbakırlılar buna layık insanlar değil miydi? Kaldı ki o müthiş (özellikle seçildiğine göre öyle olmalı) kitapların asıl sahipleri Diyarbakır halkı değil miydi?.. O kitaplar şimdi nerede?..
Şimdi yeniden Üçüncü Büyük Haçlı Seferi’ne dönelim:
Papa Clemens, tıpkı kendinden öncekiler gibi yeni bir Haçlı seferini nasıl başlatacağını iyi biliyordu. Krallar için şan, şöhret, zenginlik ve krallığının güvencesi öne çıkarılıyordu. Halk içinse para, yağma, serüven ve tabii ki din öne çıkarılıyordu. Hıristiyan din görevlileri Haçlı seferinin gerekliliği konusunda, ince ayrıntılara kadar propaganda yapıyorlar ve en sonunda da “Baba Oğul ve Kutsal Ruh böyle istiyor” diyorlardı… Papa ve yardımcıları tarafından çeşitli çalışmalar yapılmaktaydı. Haçlı seferinin önündeki engelleri kaldırmak da bu çalışmaların içindeydi. Mesela birbirlerine karşı sürekli düşmanlık besleyen İngiliz ve Fransız krallarını barıştırarak birlikte Haçlı seferine çıkmaları için anlaşmalarını sağlamışlardı.
Sonunda yeni bir haçlı seferinin başlatılması kararlaştırıldı. Bu sefere, o çağda Avrupa’nın en güçlü devletleri olan Almanya, Fransa ve İngiltere katıldı. Üçüncü Haçlı seferi: İngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard, Fransa Kralı Auguste Philippe ve Alman İmparatoru Friederik Barbarossa tarafından ve onların komutasında üç ayrı büyük ordu oluşturularak başlatıldı. İngiliz kralı Richart ve Fransa kralı Auguste Philippe; aynı zamanda harekete geçecekler, Orta Doğu’ya aynı zamanda Akdeniz yoluyla gideceklerdi. Bunun sebebi, birisi gider diğeri kalırsa kalanın, diğerinin ülkesini işgal edeceği korkusuydu. Alman İmparatoru Friederik Barbarossa ise çok yanlış bir yol seçmişti. Hazırladığı büyük ordusuna çok güvenen Alman İmparatoru, Orta Doğu’ya Anadolu’dan geçerek gitmeyi seçmişti.
Öncelikle Alman ordusunun seferine bakalım: Macaristan’dan çok rahat geçen Alman ordusu, Doğu Roma topraklarında bazı ufak tefek zorunlar yaşasa da rahatça yoluna devam etmekteydi. Selçuklu askerleri ve komutanları, Haçlılarla nasıl savaşacaklarını artık iyi biliyorlardı. Sayıca çok fazla, ağır silahlarla donatılmış zırhlı birliklerden oluşan Haçlı ordusuyla karşı karşıya meydan savaşına girişmek hiç akıllıca değildi. Olabildiğince az zayiat vererek düşmanı yıpratmak, yıldırmak ve de imha etmek gerekiyordu. Böyle bir amaç için önce vur-kaç, takip edilirsen, peşindeki düşman askerlerini ana ordudan daha uzağa çek ve pusuya düşür şeklindeki çete savaşı en akıllıca yöntemdi. Alman ordusu Selçuklu topraklarına girdiğinden itibaren sürekli kayıp vermeye başladı. Alman ordusunun geçeceği yerleşim yerleri boşaltılıyor, yiyecek – içecek ve hayvan yemi konularında gerekenler yapılıyor ve de sağdan, soldan, arkadan sürekli vur kaç yapılıyordu. Alman İmparatoru ordusundan kalanlarla birlikte Konya’ya geldiğinde Meram’da kısa süre dinlenir, fazla kalamaz çünkü Hatay ve Kudüs’e varmak için can atıyordu. Tarihi kaynaklar genel olarak; Alman İmparatorunun Tarsus veya Silifke çayında, bir ifadeye göre Göksu Irmağında yıkanırken veya atla ırmaktan geçerken boğulup öldüğü yazılmaktadır. Ama bir başka söylenceye göre de Alman İmparatoru Frederik, Türk askerlerinin ani bir saldırısı sırasında suya düşüp boğularak öldü. Kendisi Hatay ve Kudüs’ü mutlaka görmek istemiş olduğundan; cesedini bir şarap fıçısına koydular, içini sirke ile doldurup öyle yola çıktılar. Hatay’a geldiklerinde Frederik’ten geriye bir pelte kaldığı görülmüş ve o kalıntı toprağa gömülmüş… Sonuç olarak; Üçüncü Büyük Haçlı Seferine katılan Alman imparatoru Frederik ve o müthiş ordusu, tarihçi M. Orhan BAYRAK’ın tesbitiyle; “… Kara yolu ile gelen Alman İmparatoru Selçuklularla savaştıktan sonra Tarsus Çayında yıkanırken anafora kapılıp boğulunca az sayıda kalan Alman ordusundaki şövalyeler ve askerler ülkelerine döndüler…”
İngiliz ve Fransız Haçlı ordularına gelince: Akdeniz’in Avrupa sahillerinden yola çıkan bu iki ordudan Fransızlar Orta Doğu sahillerine önce varır. Ve Hemen Kral II. Phlip Akka’yı kuşatır. Bu arada Kral I. Richard bir kısım asker ve gemileriyle Kıbrıs’a gider ve orayı yağmalar. Tekrar döner ve Akka kuşatmasına katılır. Müslüman askerler, sağlam surlarla çevrili kenti iyi savunmaktadırlar. Ne kadar canla başla savunsalar da iki devasa Haçlı ordusuna dayanamayacaklarını biliyorlardı. Bütün olumsuzluklara karşın teslim olmamak için bu kadar direnmelerinin sebebi; Selahattin’in yardıma geleceği umutlarıydı. Oysa Selahattin ve ordusunun yardıma gelmesini boşuna bekliyorlardı. Akka düşmemek için dirense de savunma gücü gün geçtikçe kırılmaktaydı. Ve Akka düştü… Aslan Yürekli Richard, Aslan Yürekliliğini göstererek! Akka’daki ölmemiş askerlerle kadın ve çocukların tamamını kılıçtan geçirdi!..
Nedeni tarihçilerce tam ve belirgin olarak açıklanamayan bir sebep veya sebeplerden ötürü, Fransız Kralı II. Phlip artık Avrupa’ya dönmek istiyordu. İki Kral dost olarak anlaştı ve Fransız Kralı, Haçlı zihniyeti adına, Askeri yönü çok daha kuvvetli olan I. Richard’a bütün yetkilerini devretti ve ülkesine gitti.
İngiliz Kralı ve emrindeki Haçlı ordusu, asıl hedefleri olan Kudüs’e yöneldi. Oraya vardıklarında kenti hemen kuşatma altına aldılar. Aslan Yürekli Richard Kudüs’ü almak istiyordu, Selahattin ve ordusu da kenti savunuyordu ama öyle kanlı bir savaş falan yoktu ortada. Kral I. Richard’ın komuta ettiği ordunun içinde yağmacı ve maceracılar olsa da dini taassupla ele geçirecekleri bütün Müslümanları öldürmek ve kendilerince kutsal kabul ettikleri bu toprakları Haçlı yönetimi altına almak isteyenler çoğunluktaydı hatta buralara yerleşmek isteyenler bile vardı. Aslan Yürekli Richard ise dinle pek ilgilenmeyen, doğuda ün ve zenginlik kazanıp Avrupa’da üstünlük kurma peşindeydi. İstediklerini bir şekilde elde edip gitmeyi tasarlıyordu. Bakın Mike Paine bu durumu ‘Haçlı Seferleri’ adlı kitabında nasıl anlatmış: “… Oysa Richard’ın kalma niyeti yoktu. Bir Lâtin Krallığının sürdürülmesi ve zahmeti için değil, savaşta kazanılacak şan için, zenginlikler için oradaydı.”
İşte tam da o kuşatma günlerinde Selahattin ile Aslan Yürekli Richard arasında bir görüşme trafiğidir başladı! Oysa Avrupa’dan yola çıkan üç ordudan birisi Anadolu üzerinden gelmeye kalktığı için telef olmuştu. Diğeri de krallarıyla birlikte geri dönmüştü; bu durumda Müslüman ordusu Kral I. Richard’ın ordusunu darmadağın edebilirdi. Akka’daki küçük bir askeri birlik bile iki Haçlı ordusuna karşı o kadar direnebilmişti… Selahattin ile Kral Richard gayet iyi anlaşmaya başladı. Kral Richard’ın, canla başla saldırarak Kudüs’ü almak gibi bir çabası yoktu. Müslüman ordusu Haçlı ordusundan çok üstün durumda olduğu halde Selahattin’in de Haçlı ordusuna, kıyasıya bir saldırı çabası yoktu. Ancak ikisi çok iyi anlaşıyor, sürekli elçiler gelip gidiyor, görüşmeler yapılmaktaydı. Neyin görüşmesini yapıyorlardı? Hiçbir tarihçi bu görüşmelerin mahiyeti hakkında net bir bilgi veremiyor. Aslında her iki tarafın da niyeti (görünürde) belli! Zayıf olan taraf, geride üçte biri kalan Haçlı ordusuydu. Asıl İlginç olan ise görüşmelerin şekliydi. Tarihte, savaşan iki ordu veya iki devlet arasında, savaş sırasında böylesi bir görüşme olmamıştır!.. Selahattin Richard’a elçiler yolluyor, ardından Kral ona elçiler yolluyor. Aradan bir hafta geçmeden Selahattin’in kardeşi Adil yalnız başına, bazı kaynaklara göre oğlu ile birlikte elçi olarak krala gidiyor. Sonra kralın karısı - veya sevgilisi, her neyse – Selahattin’e geliyor ve (bir söylenceye göre) o gece onda kalıyor! Sonra Selahattin doktorunu (kendisi veya doktoru ya da her ikisi) Kral I. Richard’ın çadırına gidiyor! Neymiş efendim, kral hasta olmuş da onu tedaviye gidilmiş!.. Allah Allah! Onca Müslüman’ı, kadın çocuk demeden kılıçtan geçiren ve elinden gelse bütün Müslümanları öldürmek isteyenlere karşı bu muhabbet niye! Dahası var. Bu görüşmeleri ayarlayan, Selahattin’in kardeşi Adil’in oğluna (anlaşmaların yapılmasında asıl aracı olduğu biliniyor) İngiliz Kralı tarafından bir Hıristiyanlık payesi olan Şövalyelik unvanı veriliyor (hem de bir Müslüman’a). Pazarlıkların aracısı (Müslümanların hakkını koruması gereken biri) Haçlı Kralı tarafından neden çok özel kişilere verilen bir paye ile taltif ediliyor!? Bilindiği gibi bu paye Hıristiyanlığa, dolayısıyla Haçlılara çok önemli faydalar sağlamış, hizmetler görmüş kişilere verilir. Ne, veya neler yaptı da bunu hak etti?!.
İngiliz kralı bir an önce ülkesine dönmek istemektedir. Ülkesinde bazı kargaşalar çıktığı, Avrupa’da da İngiliz krallığını ilgilendiren olaylar olduğunu haber almıştır… Şimdi tam da burada konunun gelişimi ile ilgili bir varsayım olarak akıl-fikir yürütmesi yapalım. Şöyle bir düşünün: Savaş olsaydı ve (olamazdı ama) Haçlılar savaşı kazansalardı Kral Richard nasıl bir anlaşma isterdi? Hemen ülkesine dönmesi gerekiyordu. Askerlerini de bırakıp gidemez. Elinde bir sürü ganimet var. Ve, geride kalacak yerli Hıristiyan halkın ve de Hıristiyan yönetimlerinin güvence altına alınması gerekir. Sözde galip geldiğini de varsaydık ya! Ülkesine dönmeden önce bölgede anlaşma yapabileceği bir Müslüman muhatap bulur, onu destekleyerek iktidar sahibi olmasını sağlar ve onunla anlaşma yapardı. Herhalde şöyle derdi: Bana ve askerlerime dokunulmayacak biz serbestçe ülkemize döneceğiz. Giderken, bilhassa Akka’da ele geçirdiğimiz ganimetleri serbestçe götüreceğiz. Kudüs ve çevresindeki Hıristiyanlara dokunulmayacak, Kudüs’e hacı olmak için Avrupa’dan gelecek olan Hıristiyanlara dokunulmayacak hatta onlar korunacak. Kudüs dışındaki önemli Haçlı yönetimlerine dokunulmayacak mesela Sur, Trablus Şam ve Hatay’daki Haçlılar bulundukları yörelerde hükümranlıklarını mevcut şekliyle, hiç değiştirmeden sürdürecekler… İşte bunlara benzer isteklerde bulunarak anlaşmayı dayatır ve kabul ettirirdi, savaş olacağını ve galip geleceğini varsaymıştık ya! Oysa savaş olmadı. Olmadı ama yukarıda belirtilen şartlar gibi maddeler sıralanarak sanki Haçlılar savaş kazanmış gibi anlaşma yapıldığını bütün tarihçiler yazmışlar. Fakat benim yazdığım gibi açık ve anlaşılır şekilde değil: Örnek olarak tarihçi M. Orhan BAYRAK bu konu ile ilgili olarak şöyle yazıyor; “Türklerin delegesi Melik Adil ile Aslan Yürekli Richard 1192 yılında barış anlaşması yaptılar. Yapılan bu barışa göre iki tarafın yerleri kendilerinde kaldı. Hıristiyanlar silahsız olmak şartı ile Kudüs’e girebildiler. Kudüs Krallığını yıkan Selahattin Eyyübi Haçlıları Filistinden büsbütün atamadı… “ Anlaşıldığı gibi basit ve muğlâk ifadelerle geçiştiriliyor, net bir anlaşma şartları açıklanmıyor. Pek çok tarihçi de aynen bu minval üzere yazmışlar veya yazdırılmışlar! Sahi sizin de kafanız karışmıyor mu? Böyle bir anlaşma neyin karşılığı yapılmış olabilir? Acaba anlaşma sadece bunlardan mı ibaretti? Benim şahsi görüşüm; söz konusu anlaşmada Haçlılar lehine, bizim bilmediğimiz başka şeyler de olmalı. Neden mi? Gelin haçlıların o zamandan günümüze kadar o anlaşmayla ilgili tutumlarını bir irdeleyelim: Daha o yıllardan itibaren Hıristiyan aleminde Selahattin bir kahraman olarak tanıtılmaya başlanıyor. Hakkında tarihçilere tarihler yazdırılıyor; kahramanlığı, fatihliği, insancıllığı, komutanlığı ve devlet adamlığı yere göğe sığdırılamıyor. Her nasılsa bazı Müslüman tarihçilerin de bu yalanları olduğu gibi hatta bazen daha da abartılarak yazmaları, bir şekilde sağlanıyor!. Günümüzde ise cahil tarihçilerimiz bu konuda hep Haçlıların yazdıkları ve de yazdırdıklarını kaynak olarak alıyorlar; kalem de ellerinde, tutabilirsen tut onları! Hıristiyanlar bunu niçin yapıyorlar?.. Onların Selahattin’e olan minnettarlıkları sadece o zamanla, o çağla sınırlı değil. Alman İmparatoru II. Wilhelm 1898 yılının sonbaharında İstanbul’u – oradan da Kudüs’ü ziyaret etmiştir. Dikkatinizi çekmek isterim bu Alman Kralı öyle sıradan bir kral değildir: ”Annesi İngiltere Kraliçesi Kraliçe Victoria'nın büyük kızı, III. Friedrich'in karısı, Alman imparatoriçesi ve Prusya kraliçesi Prenses Victoria'dır. II. Wilhelm, böylelikle, İngiltere Kraliçesi'nin torunu, Victoria'dan sonraki İngiltere Kralı VII. Edward'ın yeğeni, Edward'ın oğlu Kral V. George'unda yeğenidir. (özgr.Ans.) ” Anlaşılacağı gibi Haçlı Avrupa’sının kalburüstü tabakasının üst düzey üyelerindendir. Dolayısıyla Haçlı zihniyetinin tarihi gelişimine hizmet etmesi kaçınılmazdır. İşte bu Kral; Hıristiyanlara özgü bir lahit (mezar sandukası ama Hıristiyanlara özgü!) yaptırıyor ve Selahattin’in cesedinin o lahit mezara konulması için Şam’a ulaştırıyor! Allah Allah!.. Bu konunun canlı bir tarihi tanığı olarak belirtmek isterim: 22.11.2010 tarihinde Suriye’ye gittim. Henüz orada kargaşa yoktu ama belirtileri vardı, neyse bu bir başka konu. Asıl demek istediğim; Şam’da Selahattin’in türbesine de gittim ve yukarıda sözünü ettiğim Hıristiyan lahdi aynen orada! Hemen yanı başında da İslami geleneklere uygun ikinci bir sanduka var. Bazıları dediler ki; “onun cesedi lahitte değil, öbüründe” Bunun ne önemi var! Önemli olan cesedin nerede olduğu değil; milyonlarca Müslüman’ı katleden ve tamamını katletmek isteyen Haçlı zihniyetinin Selahattin’e duyduğu bu saygı, bu minnet neden? Çoğu insanımız bilir Avrupa tarihlerinde olduğu gibi Müslümanların yazdıkları tarihlerde de (Haçlıların yazdırdıkları tarihlerdir bunlar veya onlar sözde kaynaktır) Selahattin hep kahraman gösterilir, onunla ilgili lehinde, onu yüceltici romanlar yazılır, sinema filmleri çekilir. Günümüzde bile (sözde uygar dünyada) İslam’ın Peygamberine sürekli hakaret eden Haçlı zihniyeti her nedense, sözde Haçlıları yenen, haçlı askerlerini güya kılıçtan geçiren Selahattin’i kahraman ve kutsal bir savaşçı gibi göstermeye devam ediyorlar! Niye?! Eğer çok iyi savaşarak Haçlıları yenen Müslüman komutanlar yüceltilecekse bunu en çok hak eden şüphesiz Kılıç Aslan’dır. Bu arada size Suriye gezim ile ilgili bir başka anımı anlatmalıyım, anlatmalıyım ki durumu daha iyi kavrayasınız. 2010 yılı sonbaharında Hatay’daydım. Oradan otobüse bindim ve Şam’a gittim. Şam’da benim gezebileceğim yerler belliydi; Osmanlı külliyesi onarımda olduğu için izin vermediler gezemedim. Müzeyi gezdim, Fransızlar yapmış, Atalarımızın hatıralarından Hamidiye Kapalı Çarşısını, Emevi Camii’ni ve camiin giriş kapısı karşısındaki Osmanlı Çeşmesini gezdim. Bilenler bilir, Emevi Camii’nin hemen yakınında Türk şehitliği var, o üç şehit pilotumuz için Fatiha okudum. Ve… Hemen oradaki Selahattin’in türbesine gittim, Türbe avlusuna, hemen yandaki caddeden de giriliyor. Avlunun caddeden giriş kapısı, boş alan kısımları, merdivenleri hep yeni restore edilmiş. Yeni dedimse, son yıllarda demek istedim yani tarihi bir kalıntı durumunda değil, tabii türbe tarihi bir kalıntı, taşların eski veya yeni oluşu açıkça belli. Kesme taşlarla yeni düzenlenen saha, avlu ve giriş kapısı oldukça dikkat çekici. Böylesi yapıların onarılarak düzenlenmesine Şam’da çok rastlamadım, bir Türk şehitliği öyle bir de Selahattin’in türbesi. Şehitliğimizde tamga olarak ay-yıldız var, Osmanlı Çeşmesinde ve Hamidiye Çarşısında Padişah tuğrası var. Nasıl ki biz o şehitliği orada tanzim edince ay-yıldızlı bayrağımızı oraya işlemiş isek, Selahattin’in türbesini düzenleyenler de, caddeden avluya giriş yerine bayraklarını (sanırım paslanmaz bir metalden) koymuşlar – sabitlemişler. O bayrak kimin dersiniz? Sıkı durun! Sanırım okurlarımızdan Tahmin edenler olmuştur. O Bayrak (Selahattin’in türbesini ihya edenlerin bayrağı) Hıristiyanlıktaki 12 havariyi temsil eden 12 yıldızlı Avrupa Birliği bayrağı!!! Aklınıza ve mantığınıza bir başvurun. Hani Avrupa Birliği bir Hıristiyan kulübü değildi. Haçlı zihniyetli değillerdi hani! Asırlar sonra bile halâ Selahattin’e minnet duymaları için ne kadar önemli taviz ve çıkarlar (bizim bildiklerimiz dışında) elde ettiler? Nurettin Zengi Atanın temellerini oluşturduğu disiplinli, güçlü Müslüman ordusu; İngiliz Haçlı ordusundan güçlü olduğu halde hiç savaşmadan yapılan anlaşma zaten yeteri kadar utanç vericidir. Ama, bence Haçlıların böylesine büyük minnet duymaları ve bunun günümüzde dahi devam etmesi dikkate alındığında; aldıkları tavizlerin sadece sözde tarihlerde yazılanlardan ibaret olmadığını göstermektedir. Günümüzde, Orta Doğu ve Kudüs’ün; sadece Türklerin yönetiminde barış içinde olmaları, Türkler oralarda olmadığında sürekli İslam aleyhine işleyen bir düzenek gibi kargaşa ortamına sürüklenmesi acaba Haçlılara verilen tavizlerin ve o zamanki uygulamaların bir sonucu mudur? Düzmece tarihler yazılarak ve yazdırılarak geçmişin üzerine çullanan kara örtülerin kaldırıldığı gün gerçeklerin ortaya çıkacağına inanmalıyız ve bunun için çalışmalıyız.
Üçüncü Büyük Haçlı Seferine katılan ordulardan, Kral Richard komutasındaki İngiliz ordusu da ülkesine döndü. Ne yazık ki yöredeki Haçlı hakimiyeti aynen devam etti. Kudüs hariç Sur, Trablus Şam ve Hatay gibi diğer uyduruk Hıristiyan yönetimleri, Haçlı ordularının Avrupa’ya geri dönmesinden hiç etkilenmediler. Haçlılar sanki savaş kazanmış gibi kendi çıkarlarına ve İslâmiyet’in, aslında Türklerin aleyhine faaliyetlerine özgürce devam ettiler. Ta ki tarihe ün salmış bir başbuğun ordusuyla o topraklara gelişine kadar…
Selçuklu İmparatorluğu çökmüş durumdaydı. Anadolu’da pek çok beylik kurulmuştu, Yeni ve güçlü bir devlet henüz kurulmamıştı…(Devamı VII. Yazıda)