1

A Night to Remember (1958) ve Titanic (1997) gibi başyapıt filmlerin öncüsü Atlantic (1929) ilk Titanic faciası filmiydi...Atatürk'ün seyrettiği filmlerden biri de Atlantic'ti...

2

"Çanakkale destanının 50. yılı"  adlı kitaptan (Yazarı: N. Hakkı Uluğ) bir bölüm şöyle:

Büyük Atatürk savaştığı insanları affetmişti...İşte bu büyük insan ve kahraman bir gün Çanakkale'ye giden bakanlarından birine şöyle dedi:

"Orada Mehmetçik anıtının başında şehitleri anacaksın. Siz olmasaydanız , siz göğüslerinizi çelik kalelere karşı siper etmeseydiniz , Boğaz elden gider,İstanbul elden giderdi diyeceksin! Çanakkale'de yalnız bizim şehitlerimiz yok. Bu toprakların üzerinde kanlarını döken insanları da o kahraman düşman savaşçılarını da saygıyla anacaksın...Bu memlekette kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız, huzur içinde uyuyunuz...Sizler Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız...Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar gözyaşlarınızı siliniz...Evlatlarınız bizim bağrımızdadır...Huzur içindedirler; onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır..."

Süleyman Demirel: "Atatürk müthiş bir adamdır... Anzaklar (Çanakkale cephesinde Türk ordusuyla savaşan Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerler) için "Mehmetçikle koyun koyuna yatıyorsunuz, göğsümüzde yatıyorsunuz" demiş. Müthiş bir şey söylemişti... (1995)

259 gün boyunca süren Çanakkale savaşı Ernest Raymond (1888-1974) tarafından yazılan ve Şubat 1922’de yayınlanan “Tell England” adlı romana da konu oldu...

Bu roman beyazperdeye de iki kez uyarlanmış ve ortaya çıkan ilk film 1931’de dünya sinemalarında gösterime sunulmuştu…

Bu filmin adı:  “Tell England / The Battle of Gallipoli-Anlat İngiltere / Gelibolu Savaşı ”dır…

“Tell England / The Battle of Gallipoli" (1931)  filminin tamamı bu linkte bulunuyor:

https://www.youtube.com/watch?v=88H6bTEsaYY

Çanakkale Savaşları döneminde İngiltere Başbakanı olan Herbert Henry Asquith’in  (1852-1928) oğlu olan  Anthony Asquith (1902-1968) ve Geoffrey Barkas (1896-1979) tarafından yönetilen “Anlat İngiltere /Gelibolu Savaşı”,  hem  1914-1918 yılları arasında üç milyonu Osmanlı İmparatorluğu yurttaşı toplam onaltı buçuk milyondan fazla insanın hayatına malolan  Birinci Dünya Savaşı üzerine yapılmış en müthiş filmlerden biridir, hem de ilk Çanakkale Savaşı filmidir…

Yönetmen, senaryo yazarı, sinemasever Halit Refiğ  bu satırların yazarına, “Çanakkale Geçilmez” adıyla Türkiye sinemalarında gösterilirken bu filme, gereken saygıyı göstermediğimizi ve Türkiye’de çekilen bazı ek, yama sahneler montajladığımızı anlatmıştı.

“Tell England” adlı roman yönetmen Peter Weir’ın ”Gallipoli-Gelibolu” (1981; Yönetmen: Peter Weir) adlı filmine de temel kaynak oldu.Altı kez OSCAR ödülü adayı Peter Weir 1976’da Gelibolu ziyaretinde savaş sahasında dolaşırken bazı savaş kalıntıları da bulmuştu.

Peter Weir, “Gelibolu” filmi (1981) için gereken parayı Rupert Murdoch ile Robert Stigwood’un film yapım şirketi R & R Film’den ve Avustralya Film Komisyonu’ndan sağladı.“Gelibolu” 2 milyon 600 bin Avustralya dolarına malolurken, Mel Gibson bu filmden ücret olarak 35 bin Avustralya doları aldı.

“Gelibolu”ya para akıttıktan birkaç yıl sonra dev Amerikan şirketi 20th Century Fox Film Stüdyosu’nu satın alacak olan işadamı Rupert Murdoch’un da (1931 doğumlu; serveti: 20 milyar dolar üzeri) Çanakkale Savaşlarına karşı özel bir ilgisi vardı;  Babası Keith Murdoch (1885-1952)  1915’te Gelibolu’ya Avustralyalı gazeteci olarak gelmiş ve buradan gazetelere yazdıkları, gözlemleri, tanıklıkları büyük yankılar uyandırmıştı.

“Gelibolu” filminin öteki yapımcı ortağı  Robert Stigwood ise “Jesus Christ Superstar” (1973), “Tommy” (1975), “Saturday Night Fever” (1977) , “Grease” (1978) ve “Evita” (1996) gibi çok başarılı beyazperde müzikallerinin Avustralyalı yapımcısıydı.

Peter Weir’ın “Gallipoli-Gelibolu”su Venedik Film Festivali’nde büyük ödül Altın Aslan için yarışacak ve Avustralya filmi “Gelibolu” Kuzey Amerika’da en yabancı film dalında Altın Küre ödülü adaylığı elde edecekti...

3

Niyazi Ahmet Banoğlu’nun "Atatürk’ün İstanbul’daki Hayatı", Cemil Filmer'in "Hatıralar" ve Ali Özuyar'ın "Gazi’nin Sineması" adlı kitapları da bize Atatürk'ün seyrettiği sinema filmleri hakkında çeşitli bilgiler sunuyor...

Atatürk'ün çeşitli dönemlerde "Her şey olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız" ve "Sinema, gelecekteki dünyanın bir dönüm noktasıdır. Şimdi bize basit gibi gelen eğlence olan radyo ve sinema, bir çeyrek asra kalmadan yeryüzünün çehresini değiştirecektir. Japonya’daki kadın, Amerika’daki zenci, Eskimo’nun ne dediğini anlayacaktır. Tek ve birleşik bir dünyayı hazırlamak bakımından sinema ve radyonun keşfi yanında tarihte devirler açan matbaa, barut, Amerika’nın keşfi gibi olaylar oyuncak nisbetinde kalacaktır” dediğini biliyor musunuz?

Sinema İşletmecisi Cemil Filmer hatıralarında Atatürk'ün "Tell England" adlı filmi seyrettiği geceden bahsediyor:

“Çanakkale Harbi filmi Atatürk’ün ilgisini çekmişti. İngilizler filmde tarafgir davranmamışlar, hakikatı olduğu gibi gösteriyorlardı. Türk ordu ve askerinin Çanakkale’de gösterdiği kahramanlık filme olduğu gibi yansımıştı. Atatürk yanında Maliye Bakanı Fuat Ağralı ile filmi görmeye geliyor. Bu arada sinema ücretlerinden falan bahis oluyor. Atatürk sinemanın çok faydalı bir icat olduğunu, halkın bundan gerektiği gibi faydalanmasını, sinemacılığın inkişafını istiyor, bu münasebetle alınan vergilerin düşürülmesini emrediyor. Ankara’ya döndükten sonra gerçekten de alınan vergiler %10’a indirilmiş oluyor.”

Atatürk:

"Film bittikten sonra salondan ayrılırken, sinema işletmecileri, bana sektörün baş etmekte zorlandığı önemli bir sorunu arz ettiler. Sinema işletmecileri damga ve tayyare resmi ile belediye ve Darülaceze hissesi olmak üzere elde ettikleri kazancın %33'ünü vergi olarak ödüyormuş. Giderler düşüldüğünde de işletmecilere çok az bir kâr kalıyormuş ve işletmeciler seyirci kayıplarına yol açabileceği endişesiyle de sinema biletlerine zam yapmaya çekiniyorlarmış.Bu sorunu çözmesi için İktisat Vekili Ali Fuat Ağralı Bey'e talimat verdim.Ankara'ya döndükten sonra da bu işin üzerine gittim. Yapılan mali çalışmaların ardından sinemacıların ödediği % 33 oranındaki vergi miktarı %10'a düşürüldü ve sinema işletmecilerinin uzun zamandır belini bükmekte olan bu sorun çözülmüş oldu."

4

Yine Banoğlu’nun kitabından bölüm:

3 Aralık Çarşamba 1930...Atatürk o gün saat 14.30’dan 17.10’a kadar Elhamra sinemasında kendisine özel hazırlanan seansa katılıyor. Seans haber ajansı filmleriyle başlıyor. Bu fasıl bittikten sonra Atatürk önce Lewis Milestone’un 1930 yapımı Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (All Quiet on the Western Front) adlı filmini seyrediyor... Ardından yine 1930 yapımı, yönetmenliğini Ludwig Berger’in yaptığı ve Ortaçağ Fransa’sında geçen müzikal opera türündeki Serseri Kral (The Vagabond King) filmine geçiliyor.

1938 yılının Mart ayı başlarında Çankaya Köşkü’nden İpek Film’e gönderilen bir telgrafta biri komedi, diğeri belgesel-tanıtım türlerinde iki film isteniyordu. Bunlardan biri başrollerini Marx Kardeşler’in paylaştığı Üç Ahbap Çavuşlar, diğeri de Nazım Hikmet Ran’ın İstanbul Senfonisi’ydi.

1932'de Belçika’daki Güzellik Yarışması’nda Türkiye Güzeli Keriman Halis Hanım Dünya Güzellik Kraliçesi seçilmişti. 28 ülke güzelinin katıldığı bu yarışma birçok film şirketi tarafından filme alınmış ve sinemalara servis edilmişti. Türkiye’de sadece Glorya Sineması’nda gösteriliyordu. Gazi maiyeti ile birlikte 21.30’da sinemaya geldi. Salondaki yerini almalarının ardından film gösterimi başladı. Gazi bir Türk kızının 28 rakibini geride bırakarak, Dünya Güzellik Kraliçesi seçilmesinden dolayı son derece memnun ve gururluydu. Töreni keyifle izledi.

Ardından ‘Demir Kapı’ filmi başladı. Fransa-ABD ortak yapımı filmin Fransızca versiyonu gösteriliyordu. New York’ta işkenceleri ve sıkı güvenlik önlemleriyle ünlü Sing Sing Hapishanesi’nde geçiyordu. ‘Demir Kapı’ hapishane hayatının son derece gerçekçi bir şekilde canlandırıldığı ve oyuncuların derinlikli karakterleriyle öne çıkan bir filmdi. Gazi, temposu hiç düşmeyen bu filmi büyük bir merakla sonuna kadar seyretti.

Gazi, Charlie Chaplin’nin sinema anlayışını, filmlerini seviyor ve onu büyük bir sanatkar olarak görüyordu. İroni dolu maceralarını hayranlıkla izliyordu...

Cemil Filmer’in hatıralarından Atatürk'ün Filmer’e ait olan Ankara Sineması’nda Şarlo Mahkum adlı filmi izlediğini öğreniyoruz (27 Temmuz 1923)... Atatürk filmin sonunda “Cemil, hayatımda bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum, şunu bir daha seyretsek olmaz mı?” deyince film bir kez daha gösterildi...Gazi filmi ikinci kez seyrediyor olmasına rağmen tepkileri ilkiyle aynıydı.

Chaplin’e ve filmlerine özel bir ilgisi olan Gazi, fırsat bulduğunda onun filmlerini kaçırmamaya çalışıyordu. ‘Şehir Işıkları’ filmi bunlardan biriydi. Gazi, Chaplin’in sesli sinema hakkındaki düşüncelerinden haberdardı. Filmi seyrederken bir ara arkaya dönüp şöyle dedi: “Bu derece beşeri bir mevzuu, bu nispette sehil (kolayca anlaşılır tarzda) anlatan bu büyük sanatkar, filmlerde konuşmamakta ısrar ediyormuş. Belki de hakkı var. Kim bilir mükaleme (konuşma) ilave edilirse eserin sihri bozulabilir.”

Atatürk filmin ikinci yarısını da büyük bir keyifle seyretti (18 Mayıs 1931)... Ankara'daki Yeni Sinema Salonu'ndan çıkarken Chaplin nezdinde sinemacılar için, “Bunlar dünyanın büyük adamları. Beşeriyetin terakkisine methaldar (insanlığın ilerlemesine yardımcı) oluyorlar” dedi.

5

City Lights

Elsa ve Albert Einstein'ın "City Lights"ın ilk gece gösterimine katılmasıyla birlikte test gösteriminde çok az kişinin beğendiği bu film tüm sinema tarihinin, son 90 yılın, sinema seyircileri ve film eleştirmenleri tarafından en çok beğenilen filmleri arasında seçkin bir yer edindi... Ocak 1931'de Albert Einstein Universal Film Stüdyolarını gezerken Charlie Chaplin'le tanışmak istediğini söyleyince Stüdyo'nun patronu Chaplin'i aradı ve Chaplin'i bir öğle yemeğinde Albert Einstein ve eşi Elsa'yla buluşturdu...Ocak 1931'de Chaplin Los Angeles Tower Sineması'nda "City Lights" için bir test gösterimi düzenledi ve bu gösterimde film çok az kişi tarafından beğenilerek Chaplin'in çok ama çok üzülmesine yol açtı...

30 Ocak 1931 Cuma gecesi Los Angeles'ta Chaplin'in "City Lights" filminin ilk gösteriminde Einstein çifti kırmızı halıda Chaplin'in onur konuğu oldu...Chaplin Einstein'a sinema salonu önünde toplanan büyük kalabalığı göstererek şöyle dedi: "Bu kalabalık beni anladıkları için, seni de anlamadıkları için alkışlıyor!"

30 Ocak gecesi "City Lights" olağanüstü bir beğeni topladı...(Kaynak kitap: Einstein: His Life and Universe; Yazan: Walter Isaacson)

New York George M. Cohan Sineması'ndaki New York ilk gösteriminde ve 27 Şubat'ta Londra'daki Dominion Sineması'ndaki Londra ilk gösteriminde de "City Lights" çok beğenildi...

Mustafa Kemal Atatürk 6 Şubat 1931 Cuma günü Türkiye sinemalarında gösterilmeye başlanan "City Lights"ı 18 Mayıs 1931 Pazartesi gecesi Ankara Yeni Sinema'da seyretti...Bu filmi çok beğenen Atatürk "Chaplin ve meslekdaşları olan filmciler dünyanın büyük adamları.İnsanlığın ilerlemesine yardımcı oluyorlar" dedi...

6

Cemil Filmer'in anılarından Atatürk'ün Chaplin'in Şarlo İdam Mahkumu filmine de çok güldüğünü öğreniyoruz. 27 Temmuz 1923'te Atatürk İzmir'e gittiğinde "Şarlo İdam Mahkumu"nu seyreder.

Onu sinemaya davet eden Cemil Filmer'e "Cemil hayatımda hiç bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. Şunu bir daha seyretsek olmaz mı?" diye sorar. Film bir kez daha gösterilir. Atatürk yine ilk defa izliyormuş gibi çok güler bu filmi seyrederken...

7

İzmir günlerinde sinema

27 Temmuz 1923’te İzmir’e gelen ve 2 Ağustos’a kadar kalan Gazi, kayınpederi Muammer Bey’in Göztepe’deki köşkünde kaldı.Cemil (Filmer) Bey, işlettiği Ankara Sineması’nın yanında İstasyon Caddesi’nde bulunan yazlık Lale Sineması’nı açmıştı…Cemil Bey, o gün sinemaya gelecek olan Gazi’yi karşılamak için hazırlıklara başladı. Sinemanın balkonundaki locayı Gazi için düzenleyip hazırladı. Güvenlik için de Gazi’nin güzergahı üzerindeki karakollara haber vermişti:

“Ancak benim karakollara verdiğim haber yayılmıştı. Bütün halk kadınlı erkekli erken saatlerden itibaren Atatürk’ün geçeceği yolları doldurmuştu. Yolun her iki yakasında kurbanlar kesilmeye hazır bekliyordu, etraf mahşer gibi kalabalıktı… Kadın, erkek, Gazi’yi görmek için birbirlerini iteliyor, gözyaşları, alkışlar, haykırmalar birbirine karışıyordu.”

Atatürk: ‘Neden kadın seyirci yok?’

Sinemanın önünde mahşeri bir kalabalık vardı. Gazi, arabasından güçlükle inebildi ve halkı selamlayarak, onların coşkun tezahüratları eşliğinde salona girdi. İçerinin de dışarıdan farkı yoktu. Gazi, Cemil Bey’in refakatinde balkonda hazırlanan locasına çıktı.

Eğilerek salondaki seyircileri selamlayıp, Cemil Bey’e döndü. Kendisine ‘salonda neden kadın seyirci olmadığını’ sordu. Cemil Bey, kadın seyirciler için haftada sadece bir gün matine yaptıklarını, kadın ve erkek seyircilerin aynı salonda olmalarının yasak olduğunu söyledi.
Gazi bunun üzerine yaveri Muzaffer’e aşağı inip dışarıdaki kadın seyircileri içeriye almasını emretti: “Yaver gitti ve bir süre sonra sinemanın içi tıka basa kadın doldu. Türkiye’de ilk orada Ankara Sineması’nda kadınlarla erkekler ve Atatürk bir arada film seyrettiler. Kadınlar kendisine dönmüş ve çılgınca alkışlamaya başlamışlardı..."

8

Atatürk'ün seyrettiği filmler:

All Quiet on the Western Front Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok 1930

Yönetmen : Lewis Milestone

Birinci Dünya Savaşı'nın Alman gazisi Erich Maria Remarque'nin yarı otobiyografik bir romanının uyarlaması...Roman Nazi Almanyası'nda yasaklanan ve yakılan kitaplar arasındaydı. 1933'te, Naziler yazarın eserlerini yaktılar ve yasakladılar. Remarque'nin savaş karşıtı temaları, Nazi propaganda bakanı Joseph Goebbels'in kitabı "milliyetçi değil" olarak tanımlamasına ve kınamasına yol açtı. 1938'de yazar Alman vatandaşlığından çıkarıldı ve önce İsviçre'ye ardından 1939'da Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etti. Yazarın Almanya'da kalan kız kardeşi Elfriede Scholz, Nazi karşıtı propaganda yapmak suçu gerekçesiyle tutuklandı ve kısa bir yargı sürecinin ardından idam edildi.

The Cocoanuts 
Üç Ahbap Çavuşlar 
1929
Yönetmen Robert Florey, Joseph Santley

Midnight Prince 
Le prince de minuit 
Gece Bülbülü 
1934 
Yönetmen: René Guissart

Shame 
Встречный 1932 
Yönetmen: Fridrikh Ermler ve Sergei Yutkevich

Golden Mountains 
Златые горы
Zlatye gory 
1931 
Yönetmen: Sergei Yutkevich

Gündüz Senin Gece Benim
I by Day, You by Night 
Ich bei Tag und du bei Nacht
1932
Yönetmen: Ludwig Berger

Bir Çiçek İki Böcek
The Beautiful Adventure 
Das schöne Abenteuer 
1932
Yönetmen: Reinhold Schünzel

Demir Kapı 
The Big House 1930 
Yönetmen: George W. Hill

Kongre Eğleniyor 
The Congress Dances
Der Kongress tanzt 
1931
Yönetmen: Erik Charell

The Battle of Gallipoli-Gallipoli 
Tell England 
Çanakkale 
1931
Yönetmen: Geoffrey Barkas, Anthony Asquith

Onu Şarkı İle Söyle!
Say It with Songs 1929
Yönetmen: 
Lloyd Bacon

The Streets of Istanbul 
İstanbul Sokaklarında 1931 
Yönetmen: Muhsin Ertuğrul, İhsan İpekçi

Neşeler Diyarı 
The Land of Smiles 
Das Land des Lächelns 1930 
Yönetmen: Max Reichmann

Deli Şarkıcı 
The Singing Fool 1928
Yönetmen: 
Lloyd Bacon

Bir Titanic faciası filmi: 
Atlantik
Atlantic 1929
Yönetmen: E.A. Dupont

Küçük Daktilo
Typist 
Dactylo
1931 
Yönetmen: Wilhelm Thiele

Aşk Resmigeçidi 
The Love Parade 1929
Yönetmen: Ernst Lubitsch

Haydut Şarkısı 
The Rogue Song 1930
Yönetmen: Lionel Barrymore ve 
Hal Roach

Paris Şarkıcısı
Innocents of Paris 1929
Yönetmen: Richard Wallace

Serseri Kral 
The Vagabond King 1930
Yönetmen: Ludwig Berger

Şarlo Mahkûm
The Adventurer 1917
Yönetmen: Charlie Chaplin

9

Sovyetler Birliği'ni 1924-1953 döneminde yöneten Stalin'in en çok sevdiği 15 film:

‘Jolly Fellows’ (1934), Grigori Aleksandrov
‘The Lost Patrol’ (1934), John Ford
‘Chapaev’ (1934), Sergey and Georgy Vasilyev
‘City Lights’ (1931), Charlie Chaplin
‘The Last Masquerade’ (1934), Mikhail Chiaureli
‘Volga-Volga’ (1938), Grigori Aleksandrov
‘Under the Roofs of Paris’ (1930), Rene Clair 
‘Tarzan, the Ape Man’ (1932), W. S. Van Dyke
‘His Butler’s Sister’ (1943), Frank Borzage
‘Ivan the Terrible’ (1944), Sergey Eisenstein
‘Girl Friends’ (1935), Lev Arnshtam
‘Katia’ (1938),  Maurice Tourneur 
‘Butterball’ (1934), Mikhail Romm
‘The New Gulliver’ (1935), Aleksandr Ptushko
‘The Maxim Trilogy’, Grigori Kozintsev and Leonid Trauberg

10

Savaş muhabiri Keith Murdoch, kanlı savaş meydanlarından uzaktaki konforlu, güvenli ve huzur dolu karargahlarında İngiliz komutanlar için savaşın bir oyuna dönüştüğünü; çünkü kendilerinin canının tehlike altında olmadığını söylüyordu. Murdoch, İngiliz Başkomutan Hamilton’ı Çanakkale Savaşları’nda onbinlerce insanın ölümünden sorumlu tutuyordu.

*Keith Murdoch, İngiliz komutanların yanlış kararlarının Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerlerin kitleler halinde katledilmesine yol açtığını ortaya çıkardı; bunu yazmasıyla İngiliz başkomutanın işgal ordularını Çanakkale Yarımadası’ndan çekmesine ve İngiltere’de hükümetin düşmesine yol açtı.

*Keith Murdoch, Çanakkale Savaşı’nı bitiren, Çanakkale’de daha fazla insanın ölmesini engelleyen kişi olmuş ve tarihi değiştirmeyi başarmıştı. Keith Murdoch’un savaşın kaderini değiştiren başarısını çok yıllar sonra öğrendiğinde oğul Rupert Murdoch kelimenin tam anlamıyla büyülenecekti.

*“Tell England / The Battle of Gallipoli-Anlat İngiltere / Gelibolu Savaşı” (1931) ve ”Gallipoli-Gelibolu”dan (1981) sonra Çanakkale Savaşları “The Water Diviner” (2014) filmine de konu oldu.

*Osmanlı ordusunda görevli askerlerin çok büyük çoğunluğu okur yazar olmadığından Osmanlı askerlerinin Birinci Dünya Savaşı deneyiminden geriye günlük veya mektup gibi yazılı belge kalmamıştır.Bu da o günleri anlamak isteyenler için çok büyük bir kayıptır.

İngiltere, çıkarları her tehlikeye düştüğünde, her fırsatta (1899-1901 arasında Çin’deki Boxer isyanında, Yeni Zelanda yerlileri ayaklandığında ya da Hollanda asıllı Güney Afrikalıları katletmek için) Avustralyalı askerleri cepheye sürmüş ve onların kanını akıtmıştı…

Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerler 1915’in Gelibolu’sunda İngiltere’nin çıkarlarını korumak için karaya çıktıklarında rüzgara açık kayalıklarla dolu bir sahilde bulmuşlardı kendilerini. Bunlardan 16 bin kadarı öldü ya da yaralandı. İngiliz generaller her türlü güvenliğe, konfora, rahata sahip cepheden uzak karargahlarında içkilerini yudumlarken İngiltere’nin sömürgelerinden gelen askerleri kitleler halinde ölüme yolluyorlardı.

Bugün kişisel servetinin 20 milyar doların üzeri olduğu hesaplanan ve 1985’te 20th Century Fox Şirketi’ni satın alan Avustralya asıllı işadamı Rupert Murdoch’un (1931 doğumlu) babası Keith Murdoch (1885-1952) o dönemde korkusuz bir savaş muhabiriydi; 1915’te Gelibolu’nun can pazarına, yeryüzü cehennemine, insan mezbahasına dönüşen sahillerini karış karış dolaşmıştı.

Keith Murdoch, İngiliz yüksek komutanların yanlış kararlarının Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerlerin kitleler halinde katledilmesine yol açtığını ortaya çıkardı; bunu yazmasıyla İngiliz başkomutanın işgal ordularını Çanakkale Yarımadası’ndan çekmesine ve İngiltere’de hükümetin düşmesine yol açtı.

Keith Murdoch, Çanakkale Savaşı’nı bitiren, Çanakkale’de daha fazla insanın ölmesini engelleyen kişi olmuş ve tarihi değiştirmeyi başarmıştı. Keith Murdoch’un savaşın kaderini değiştiren başarısını çok yıllar sonra öğrendiğinde oğul Rupert Murdoch kelimenin tam anlamıyla büyülenecekti.

Keith Murdoch babası Papaz Patrick Murdoch’un Avustralya Başbakanı Andrew Fisher’la (1862-1928) arkadaşlık ilişkisini kullanarak o sıralarda Mısır’da konuşlanmış Avustralyalı askerlerin dert, sıkıntı, şikayet,isteklerini öğrenmek ve dile getirmek için özel bir izin koparmıştı.

Keith Murdoch, Kahire’ye ulaştığında buradan Çanakkale’deki İşgal Ordusu Başkomutanı General Sir Ian Standish Monteith Hamilton’a (1853-1947) mektup yazarak Çanakkale’ye davet edilmesini talep etti.

Hamilton, Keith Murdoch’a olumlu cevap verince de Murdoch 2 Eylül 1915 Perşembe günü İmroz Adası’ndan (Imbros; Gökçeada) savaşa komuta eden General Hamilton’ın yanına ulaştı.

Murdoch, kısa sürede London Telegraph Gazetesi’nin aşırı içki tüketmekten erken yaşta ölecek savaş muhabiri Ellis Ashmead-Bartlett (1881-1931) ile arkadaş olmayı başardı.Bartlett, Keith Murdoch’un tanıklık notlarını, gözlemlerini ve İngiliz komuta kademesine yönelttiği suçlamaları içeren mektubu yakından tanıdığı İngiltere Başbakanı Herbert Henry Asquith’e (1852-1928) ulaştırma görevini üzerine aldı.

Keith Murdoch, kanlı savaş meydanlarından uzaktaki konforlu, güvenli ve huzur dolu lüks karargahlarında İngiliz komutanlar için savaşın bir oyuna dönüştüğünü; çünkü kendilerinin canının tehlike altında olmadığını söylüyordu.

Murdoch Başkomutan Hamilton’ı onbinlerce insanın ölümünden sorumlu tutuyordu.

Keith Murdoch’a en büyük destek London Times (The Times) Gazetesi yöneticisi Lord Nortcliffe’den (1865-1922) geldi…Lord Nortcliffe (uzun ismiyle: Alfred Charles William Harmsworth) Çanakkale Saldırısı’na en başından itibaren karşıydı; Keith Murdoch’un eleştirilerinin bunları duyması gereken herkes tarafından öğrenilmesi için kudretini ve nüfuzunu kullandı.

Kısa süre içinde Keith Murdoch’un eleştirilerle, suçlamalarla dolu mektubu İngiltere Başbakanı Herbert Henry Asquith’e iletildi; mektup İngiltere bakanlar kurulunda hararetli tartışmalara neden oldu. Tartışmalara Keith Murdoch’un babasının arkadaşı olan Avustralya Başbakanı Andrew Fisher da katılacaktı… Savaştan sorumlu İngiliz Bakan Lord Kitchener (1850-1916) Çanakkale’den çekilmeye şiddetle karşı çıktığı gibi, “Çanakkale’den çekilirsek yakında Mısır’ı bile kaybederiz,” diyordu.

Ancak, Keith Murdoch’un mektubu taşları bir kere yerinden oynatmıştı; önce başkomutan Hamilton görevini bırakmak zorunda kaldı.Bir süre sonra da işgal orduları Çanakkale’den tümüyle çekildi.

Bu bir “İradenin Zaferi” öyküsü olarak tarihe geçti.

General Sir Ian Standish Monteith Hamilton’a göre Keith Murdoch’un mektubu İngilizlerin Çanakkale Savaşı politikasının değişmesine yol açan zincirleme tepkiler yaratmış ve sonuçta buradaki yenilgiye yol açmıştı!

(Rupert Murdoch ile daha geniş bilgi için William Shawcross tarafından yazılan “Medya İmparatoru Rupert Murdoch: Yaşam ve Yükseliş Öyküsü” adlı kitaba başvurulabilir)

İngiltere Başbakanı Herbert Henry Asquith, Kenneth Branagh ile ilişkiye girerek O’nun Emma Thompson ile evliliğinin yıkılmasına yol açan ve şu anda yönetmen Tim Burton ile evli oyuncu Helena Bonham Carter’ın büyük büyük dedesidir…

Helena Bonham Carter, “The Wings of Dove-Güvercinin Kanatları” (1997) ve “The King’s Speech-Zoraki Kral”la (2010) iki kez OSCAR ödülü adaylığı elde etmiştir.

11 

Akademisyen yazar Erik Jan Zürcher “Ölüm ile Firar arasında / Osmanlı Askerinin 1. Dünya Savaşı deneyimi” başlıklı makalesinin bir yerinde şunları yazmıştır:

Son 25 yıllık süreçte, 1. Dünya Savaşı araştırmalarının geniş ve verimli alanında savaş tarihine belirli bir yaklaşım; Martin Middlebrooks’un ünlü “The First Day on the Somme” (1971) adlı çalışmasıyla John Terraine’in çeşitli çalışmalarıyla özetlenebilecek yaklaşım popüler hale gelmiştir. Savaş deneyimine odaklanmak için savaşın sosyal tarihinin yazılması girişiminde 1. Dünya Savaşı’na “aşağıdakilerin” deneyimleri incelenerek yaklaşılır. Siperlerde hizmet vermiş, ambulansları kullanmış ve fabrikalarda mermi üretmiş insanların bakışına öncelik veren bir yaklaşımdır bu…

Tarihin bu tarzda yazımı için Avrupa’da mektuplar, günlükler, hikayeler, şiirler, tablolar, otobiyografiler (anılar) ve sözlü tarih gibi bol miktarda materyal mevcuttur. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise tamamen farklı bir durum söz konusudur ve basit bir sebebi vardır. Osmanlı ordusunda görevli askerlerin çok büyük çoğunluğu okur yazar değildi.(…)

Birliklerde bazen onbaşı veya çavuşlar resmi yazıcı işlevi görüyor; kendilerine dikte edilen mektupları yazıyorlardı. Ancak köylerden cepheye yeni gelenlere haberlerin sözlü olarak verilmesi daha yaygındı. Aynı şekilde taburcu edilen veya tedavisi süren askerler de mesajları aynı şekilde alıyordu. Bütün bunların anlamı, Osmanlı askerlerinin geriye günlük veya mektup gibi yazılı belge bırakmamış olmasıdır. Ayrıca resim yapmanın Sünni İslam tarafından hoşgörülmemesi nedeniyle elimizde herhangi bir çizim de yoktur. Türkiye’de sözlü tarih yaygın olmakla birlikte son üç dört yıllık dönemde daha çok yazılı belge, 1. Dünya Savaşı araştırmalarında kullanılmaya başlanmıştır.

Osmanlı askerinin hayatta kalmaya çalıştığı koşulları anlatan birkaç kaynak vardır ama tek istisna dışında hepsi tipik “tepeden aşağıya” tarzında dökümanlardır. Dolayısıyla savaşı yüksek rütbeli subayların bakış açısından anlatırlar.

Ali İhsan Paşa, Cemal Paşa, Ahmet İzzet Paşa (Furgaç), Selahaddin Adil Paşa, Halil Paşa (Kut), Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), Kazım Karabekir Paşa gibi Osmanlı subayları ile Liman von Sanders, Kress von Kressenstein, Kannengiesser, von Gleich, Guhr, Guse, von Seeckt gibi Alman subayların, hatta Pomiankowski gibi Avusturyalıların yazdığı hatıralar ve otobiyografiler de mevcuttur.

Önemli bir kaynak da, Osmanlı İmparatorluğu’na hizmet veren ve sayıları 18 bin ile 20 bin arasında olduğu tahmin edilen Alman askeri misyonu üyelerinden oluşan Asya Gazileri Derneği’nin yayınladığı bültenlerdir. Ayrıca aynı derneğin yayınladığı “Kafkaslarla Sina Çölü Arasında” adlı yıllıklar da bir başka kaynaktır.

Alman – Osmanlı ittifakının karmaşık yapısı bugüne kadar geniş olarak araştırılmıştır ama bu çalışmalar temelde diplomatik olup doğası gereği çok fazla askeri içerikli değildir. Osmanlı’nın savaşta gösterdiği çabalarla ilgili olarak, Ankara’daki Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı Savaş Tarihi ve Stratejik Araştırmalar Başkanlığı tarafından yayınlanan geniş kapsamlı resmi tarih vardır. Ancak belirli çarpışmalara ve cephelere ağırlık verilmiş olması nedeniyle bölgesel tarih niteliğinde olup 1. Dünya Savaşı’nın genelini vermekten uzaktır. Türkiye’de bu alanda gösterilen çabaların daha çok 1919 ile 1922 arasındaki İşgal ordularının Türkiye’den sökülüp atılmasına odaklandığı görülür. 1. Dünya Savaşı’na ise İstanbul’da iki savaş arası dönemde yayınlanan Askeri Mecmua isimli yayının tarih bölümlerinde bir miktar yer verilmiştir. 1955 yılına kadar Türkçe dilinde 131 yayın çıkmıştır. Bu miktar ise, aynı dönemde İngilizce, Fransızca ve Almanca yayınlanan yayınların sadece binde ikisine denk gelir.

Avrupa dillerinde Osmanlı savaşının tek detaylı tarihi, Maurice Larcher’in “La guerre turque dans la guerre mondiale” (Paris, 1926) adlı kitabında yer alır. Savaşın ekonomik ve sosyal tarihi için Ahmet Emin Yalman’ın “Dünya Savaşı’nda Türkiye” (Yale, 1930) adlı kitabı öncelikli ve vazgeçilmez bir kaynaktır.

Türk Genelkurmayı arşivleri yabancılara (ve aynı zamanda birçok Türk araştırmacısına) tamamen kapalıdır. Yabancı arşivler arasında Freiburg’daki Alman askeri arşivleri (Bundesarchiv-Militararchiv veya kısaca BA-MA) emsalleri arasında en iyisidir. Bununla birlikte bunların da kendine özgü sınırlamaları vardır. Birinci Dünya Savaşı’ndaki Alman İmparatorluğu’nun kendine ait ulusal kara kuvvetleri olduğu pek söylenemez. Sadece deniz, hava kuvvetleri ve sömürge birlikleri emperyal kuvvetlerdi. Ordunun geri kalanı ise, Prusya, Bavyera, Württenberg ve Saksonya birliklerinden meydana geliyordu. Bunlar normalde birbirinden ayrı birimler olup, savaş zamanında genelkurmayın tasaruffuna verilmekteydi. Bunun sonucu olarak Alman İmparatorluğu’nun herhangi bir merkezi arşivi yoktu. Askeri birlikler temelinde en önemlisi hiç kuşkusuz Prusya’ydı. Ne yazık ki, Nisan 1945’te Almanya bombardımanla dümdüz edilirken, müttefiklerin Potsdam’a düzenlediği hava baskını sırasında Prusya ordusuyla ilgili belgelerin yüzde 98’i yok oldu. Ortadoğu’da hizmet veren Alman subayların büyük çoğunluğunun Prusyalı olması nedeniyle bu büyük bir kayıptır.

Az sayıdaki Bavyeralı subay için (ki aralarında Kress von Kressenstein da vardır) Bavyera Kraliyet Ordusuyla ilgili belgelerin korunduğu Münih’teki Bavyera Eyalet Merkez Arşivleri’ne başvurmak faydalı olacaktır.

Hollanda Devlet Arşivlerinde, İstanbul elçiliğinden gelen politik raporlara başvurdum. Hollanda’nın tarafsız olması ve bu konumunun 1. Dünya Savaşı boyunca devam etmesi nedeniyle bu ülkedeki arşivler araştırmalarıma bazen ilginç bilgiler sundu.

Bu kaynakların hepsinin ortak yönü, “tepeden aşağıya” vizyonunu paylaşmasıdır. Böyle bir vizyona sahip oluşları, onları savaş deneyiminin realitelerinden uzaklaştırır. Çünkü savaştaki kayıpları acı verici ölümler olarak görmek yerine insan gücü kaybı (istatistik) problemi gibi görürler. Askerlerin yaşam koşullarına kayda değer dikkat gösteren tek subaylar, imparatorlukta hizmet vermiş olan Alman doktorlarıdır.

Dolaylı yoldan da olsa askerlerin sesini bize ileten tek kaynağın, Mısır ve Mezopotamya cephelerindeki İngiliz askeri istihbaratı ile Selanik, Dardanel (Çanakkale) ve İran’daki keşif birliklerinin gündelik ve haftalık “istihbarat özetleri” olduğu söylenebilir. Bu istihbarat özetlerinde ajanların raporları ve tarafsız gezginlerin verdiği bilgiler temel alınmıştır. Ayrıca Osmanlı savaş esirleriyle asker kaçaklarının sorgulanmasından elde edilen bilgiler ile Osmanlı savaş esirlerinin mektuplarını da içerir.

Yazının daha önceki bölümlerinde Osmanlı askerlerinin büyük kısmının okuryazar olmadığı belirtildiği için bir çelişki var gibi gözükebilir. Ancak bu noktada savaş esirleri ile asker kaçaklarının büyük kısmının Ermeniler olduğu unutulmamalıdır. Ermeni ve Rumlar arasındaki okur yazarlık oranı, kırsal kesimde bile Müslümanlardan daha yüksektir.