"Üç Maymun" adlı filmle 2008 Cannes festivalinde yönetmen ödülüne layık bulunan Nuri Bilge Ceylan "Bu ödülümü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme adıyorum" demişti...

1500'LER

O kadar çok bilim insanlarına değer verilirdi ki bu ülkede, Piri Reis haritaları Topkapı Sarayı'nda yemek altlığı, yemek tepsisi olarak kullanıldı...Piri Reis'de Padişah Kanuni Sultan Selim'in emriyle 1554'te idam edildi...1579'da Rasathane'ye de topçu bombardımanıyla yıkım uygun görüldü!

1578 veba salgınına rasathanede meleklerin baldırlarının röntgenlenmesi mi neden olmuştu? Osmanlı halkı arasındaki yaygın rivayet, dedikodu buydu...Şeyhülislâm Ahmet Şemseddin Efendi'nin Sultana mektup yazarak verdiği fetva ile, rasathane 21 Ocak 1579 günü Kaptanı Derya Kılıç Ali Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun top ateşiyle yerle bir edildi...

1579'da Osmanlı halkı "Sümme haşa....tövbe tövbe melekleri gözetliyorlar , röntgenliyorlar bu rasathane denilen melun yuvasında," diyordu...Bu rasathane Padişah 3. Murat' ın emriyle  top ateşiyle  imha edilmistir...

The Favorite (1989), 11 settembre 1683-11 Eylül 1683 (2012), Lawrence of Arabia (1962) ,Queen Of The Desert (2015)  ve Pascali's Island-Pascali'nin Adası (1988) gibi filmlerden Osmanlı'nın yıkılış nedenlerini öğrenmek mümkün!

Aşırı özgüven, kibir, kendini dev aynasında görmek, narsizm, akılcı tavsiyeleri dikkate almamak, rakiplerini küçümsemek, bilimsel ve teknolojik gelişmeleri çok geriden takip etmek ve diğer...

Romanı da bu romandan yapılan beyazperde uyarlaması da ilgiye değer..."Pascali's Island-Pascali'nin Adası"

Romanın yazarı: Barry Unsworth...

Romanın Türkiye'deki yayınevi: İletişim...

Romanın konusu: Padişah 2. Abdülhamit'in son saltanat günleri...Ege Denizi'nde küçük bir ada. Adada bir muhbir. Yıllardır sabırla Beşiktaş'taki Yıldız Sarayı'na ya okunmayan ya yerine ulaşmayan ya hasıraltı edilen ya da düpedüz umursanmayan ihbar mektuplarını adeta yağdıran bir Osmanlı memuru, sıradan, amirleri tarafından hiç mi hiç önemsenmeyen zavallı bir adam; Basil Pascali.

Pascali'nin Adası tarih, entrika, kişisel çıkarlar, egzotik bir dekor gibi unsurları harmanlayıp bunlardan son derece sürükleyici, son derece iyi kurulmuş bir hikaye çıkaran bir kitap.

Çevirmen: Roza Hakmen

Çevirmen: Makbel Okyar

Yayın Tarihi: 1993

1880'LER

Padişah 2. Abdülhamit 1876-1909 döneminde hüküm sürdü...Birinci dünya savaşını türlü türlü kaprisleriyle çıkaran Alman İmparatoru 2. Wilhelm 1889 ve 1898'de Sultan 2. Abdülhamit’i ziyaret etmişti...28 Temmuz 1914'te Rusya'nın Almanya ve Osmanlı'nın müttefiği Avusturya Macaristan ordularına karşı ordularına kısmi seferberlik emri, üç gün sonra 31 Temmuz 1914'deyse bu kez tam seferberlik emri vermesine Alman imparatoru 2. Wilhelm 1 Ağustos 1914'te Rusya'ya savaş ilan ederek karşılık verdi...1924-1953 döneminde Sovyetler Birliği'ni yöneten Stalin her fırsatta 2. Nicholas'nın 28 ve 31 Temmuz 1914'te seferberlik ilan ederek çok büyük bir hata işlediğini tekrar tekrar anlatmıştır...29 Ekim 1914'te yalnız ve güzel ülke donanması ve Alman donanması Karadenizdeki Rus şehirlerini bombalamış ve o günlerde Osmanlı devletini yöneten Enver Paşa 1683'ten sonra kaybedilen Türk topraklarını geri alabileceğine inandırılmıştı...

Padişah Abdülaziz'i öldürmekle suçlanan eski Sadrazam Mithat Paşa (1822'li) 1884'te öldürüldüğünde Padişah 2. Abdülhamit hüküm sürmekteydi...Sürgünden sürgüne savrulan, yollanan muhalif aydın Namık Kemal de (1840-1888) 2. Abdülhamit döneminin bir diğer kurbanıydı...Bir anayasa hazırlanmasını, padişahın muazzam, sınırsız yetkilerini parlamentoyla paylaşmasını ve parlamenter bir yönetim sistemi kurulmasını istemek o dönemde en büyük suçtu...

1948

Herkese içindeki iyilik kadar iyi bir hayat dilerim…

Sabahattin Ali

"Haydi, deniz kenarına bir yere gidip dolaşalım…

Bugün canım insan yüzü görmek istemiyor; geniş, uçsuz bucaksız bir şeye ve sana bakmak istiyorum.."

Sabahattin Ali

“İsteseler canımı vereceğim çoğu insanı hayatımdan çıkardım. Çünkü yokluklarına üzülmek, yaptıklarına üzülmekten daha kolay...”

Sabahattin Ali

Satın alınamayan şeyleri severim ben.

Deniz gibi,

Gökyüzü gibi,

Ay ve Güneş gibi…

Ve "Sevgi" gibi..!

Sabahattin Ali

Okuldan eve gelirken yolda kitap okumayı çok seven Sabahattin Ali"nin başına pek çok şey gelmiş bu nedenle…

Günün birinde annesi evlerinin köşe penceresinden dışarıya bakarken Sabahattin Ali'nin yine kitap okuyarak geldiğini görmüş. Arkasından bir kız çocuğu koşa koşa gelip ona taş atmış. Taş omzuna çarpmış ve canı çok yanmış. Annesi hemen kapıya koşmuş ve

“Sabahattin neden o kız sana taş attı?" diye sormuş.

“Anneciğim çizgi oynuyorlarmış görmeden çizgilerine basmışım." Annesi:

“Al şu taşı da git sende ona at" deyince taşı almış geriye dönmüş Annesi de pencereden bakmaya başlamış.

Sabahattin Ali köşeye kadar yürümüş, arkasına bakmış. Annesini pencerede görmeyince taşı yere bırakıp dönmüş.

Eve dönünce annesi sormuş:

“Neden taşı o kıza atmadın?"

Sabahattin Ali : “Onun da mı canı yansın anneciğim?"

İngiltere'ye ya da Fransa'ya yerleşmek isteyen, ancak muhalif, eleştirel, alaycı, iğneleyici, taşlayıcı yazılarından, hicivlerinden dolayı cezaevinde yatan, bu nedenle kendisine pasaport verilmeyen, Türkiye'de Komünist bir idare kurulmasını arzuladığı iddia edilen, "Kürk Mantolu Madonna" ve "Kuyucaklı Yusuf" yazarı Sabahattin Ali (1907'li) Suriye sınırından yurt dışına kaçamayınca şansını bu kez Bulgaristan sınırında denemek istemişti...Çıktığı bu yolculukta Nisan 1948'de kendisini öldüren, silah çalmak suçundan dolayı ordudan ihraç edilen eski bir subay olan Ali Ertekin'di...

Türkiye'de sosyal adalet ve fırsat eşitliği sağlanmasını istemişti; Sabahattin Ali

Sabahattin Ali, Türkiye'de fırsat eşitliği, hukuk devleti, sosyal adalet, ifade özgürlüğü, ifadeni / düşünceni açıkladığında ya da hükümeti eleştirdiğinde ceza görmeme garantisi, devletin tüm vatandaşlarına eşit mesafede durmasını, olanda çok olmayanda hiç yok düzeninin yıkılmasını, insanların işverenleri ve hükümetleri tarafından sömürülmemesini, İskandinav ülkelerinin vatandaşları hangi haklara sahipse Türk vatandaşının da aynı haklara sahip olmasını, hükümetlerin harcamalarının şeffaf ve denetlenebilir olmasını, hükümetlerin halklarına hesap vermesini talep ediyordu...

Sabahattin Ali'nin kızı / tek çocuğu Filiz Ali (1937) “Babamın bir defin belgesi bile yok. Nereye gömüldüğü bilinmiyor. Olayın iç yüzü bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün iktidarlar tarafından ısrarla aydınlatılmadı. Sabahattin Ali 70 yıldır kayıptır”

Sabahattin Ali'nin kızı Filiz Ali : "Babamın mektupları öldükten çok sonra, 15 – 20 sene sonra annemin sandığı açmasıyla ortaya çıktı. 1970’li yıllarda babamla ilgili bir kitap yazmaya kalkışınca, hâlâ hayatta olan bütün arkadaşlarına başvurup anılarını yazmalarını istediğimde, annem de o sandıktaki eski Türkçe belgeleri, çevirmeye başladı. Onları o zaman okuyabildim. Biz bu kitabı hazırladığımız vakit, annem babamın Ayşe Sıtkı adında bir hanıma yazdığı mektupları da çevirmişti. Onları da yayınladık. Basıldıktan sonra, babamın Yüksek Öğretmen Okulu’ndan arkadaşı, Pertev Naili Boratav beni aradı ve “Ayşe Hanım’a sordunuz mu?” dedi. Ben de “Ben nerede olduğunu bilmiyorum ki” dedim. “Ama alınmış” dedi. Anneme sordum o da bilmiyormuş, hatta en son Ankara’da görmüş, “Sabahattin, sana da mektuplar yazdı. O mektuplar nerede?” diye sormuş, o da “Kayboldu” demiş. Sonra Ayşe Hanım o mektupları yayınladı. “İki Gözüm Ayşe” adıyla. Babamın ona yazdığı mektuplar, benim için çok önemli mektuplardı çünkü o mektuplarla, ben doğmadan önceki Sabahattin Ali’yi tanıdım. O mektuplar hapishaneden yazıldığı için çok iç döken, içinde ne var ne yoksa anlattığı mektuplardı…"

Sabahattin Ali’nin En Etkileyici Romanı ‘Kürk Mantolu Madonna”ya Önsöz – Yazan: Füsun Akatlı...

Sabahattin Ali’nin talihsizliklerle örülü yaşamı, gizemli yönleri hala tam aydınlatılmamış trajik ölümü, sanatçı ruhunun tutkulu derinlikleri ile ülke gerçeklikleri karşısındaki toplumsal bilinci arasında kimi zaman kurabildiği uyumlu denge, kimi zaman da bireyin iç dünyasına eğilen şikayetçi, karamsar ve melankolik bir ruhun patlamaları şeklinde kendini gösteren iç derinliği, onu modern edebiyatımızın kolayca etiketlendirilemeyecek öncü yazarlarından biri olarak, çeşitli yönleriyle bugün yeniden, yeni bir edebiyat merceği altında incelenmeye değer kılmaktadır. Şimdiye dek çoğunlukla, oldukça kaba ve şematik bir yaklaşımla, hep Sait Faik ile birlikte, Türk öykü edebiyatının iki karşıt eğiliminin temsilcileri olarak tanınmış ve tanıtılmıştır.

Bu yaklaşım Sait Faik’i “bireyci”, Sabahattin Ali’yi “toplumcu” etiketleriyle özetlemekte; pek tabii ki her ikisi de gerçek ve güçlü edebiyatçı kimlikleriyle, bu sığ değerlendirmeyi çok aşmakta, hatta yapıtlarından çıkarılabilecek pek çok örnekle neredeyse geçersiz ve anlamsız kılmaktadırlar.

Çağdaş öykü edebiyatımızın 50’li yıllardan bu yana ürün veren ustalarını da, birini Sabahattin Ali’nin, diğerini Sait Faik’in temsil ettiği iki farklı -neredeyse karşıt- çizgi üzerinde görme ve öyle değerlendirme eğilimi de, aynı sığ yaklaşımın bir sonucu olarak görülebilir. Kuşkusuz, edebiyatı edebiyat dışı alanların hizmetinde, ikincil bir “misyon” olarak kabul eden böylesi önyargılı bir yaklaşımla, yalnızca Sabahattin Ali ile Sait Faik değil, hiçbir gerçek yazar gereği gibi değerlendirilemez.

Romanlarından çok öyküleriyle tanınmış olan Sabahattin Ali adına, ailesi tarafından 1980’li yılların başında kurulmuş olan ödül kurumu ne yazık ki uzun ömürlü olamadı. Seçici kurul üyelerinden biri olarak katılımcıların ürünlerini değerlendirme fırsatı bulduğum bu ödül, öykü dalının yanı sıra inceleme ve eleştiri dalında da özendirici olabilseydi, belki bugün bu değerli yazarımızı bize yeni bir ışık altında gösterecek ilginç çalışmalar derlenebilecekti. Kültür ve sanat alanlarında 80’li yıllarda başlayan ve giderek tırmanan vurdumduymazlık, Türk edebiyat ortamından bu olanağı da esirgedi. Eserlerinin yeniden yayımlanması, yeni bir okur kuşağı için Sabahattin Ali’nin yeniden keşfedilmesi olanağını yaratabilirse, bu edebiyatımız için gerçek bir kazanç olacaktır.

Kürk Mantolu Madonna (1943); Kuyucaklı Yusuf (1937) ve İçimizdeki Şeytan (1940) ile birlikte, Sabahattin Ali’nin roman türündeki eserlerindendir. Belki, -kendisinin de yaptığı gibi— Kürk Mantolu Madonna’ya uzun hikaye (novella) demek daha doğru olur. Ama kurgu ve yapı olarak hikayelerinden farklı olan bu eser, roman ya da uzun hikaye, Sabahattin Ali’nin yüzeysel olarak “toplumcu yazar” etiketiyle özetlenmesinin temelsizliğini gösteren güçlü bir örnektir. Evet, o dünyaya ve hayata bakışı ile olsun, yaşamının çileli macerasını belirleyen yazgısı ile olsun, elbette toplumcudur. Eserlerinde bu bilincin yansımalarına elbette rastlanmaktadır. Ama yazar olarak, yaşadığı ve edebi eğilimler üzerinde etkisini sürdürdüğü dönemin, sınırları kalın çizgilerle belirlenmiş bir akımı içerisine hapsedilmesi ve orada tutulması, edebi kişiliğine karşı haksızlık olacaktır.

Roman, İkinci Dünya Savaşı’nı önceleyen yıllarda yaşanmış tutkulu ve marazi bir aşkı eksen almakta, atmosferi ve yarattığı etki ile, on dokuzuncu yüzyıl Rus anlatı edebiyatının -özellikle de Dostoyevski ve Gogol’ün- çağrışımlarını taşımaktadır. Yazarın Berlin’de geçirdiği iki yıllık (1928-30) öğrencilik döneminin esinlenmiş olabileceği bu uzun öykünün ilk çeyreğinde, yeni bir işe giren bir küçük memurun; kendini, memuriyet yaşamının küçük ve dar dünyasını ve karşılaştığı hiç de ilginç biri gibi görünmeyen bir başka küçük memuru -Raif efendiyi- tanıttığı neredeyse bütünden bağımsız gibi görünen bölüm yer almakta. Daha ilk satırlarda, bu anlatıcının, hiç de sık rastlanmayan özellikleriyle Türk romanının çok özgün bir karakteri olan Raif efendiyi okura: “”Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır. Aradan aylar geçtiği halde bir türlü bu tesirden kurtulamadım. Ne zaman kendimle baş başa kalsam, Raif efendinin saf yüzü, biraz i dünyadan uzak, buna rağmen bir insana tesadüf ettikleri zaman tebessüm etmek etmek isteyen bakışları gözlerimin önünde canlanıyor. Halbuki o hiç de fevkalade bir adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: ‘Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?’ cümleleriyle tanıtıyor. İlk 60 sayfalık bölümde, anlatıcının kendisinin de, tamı tamına böyle biri olduğu izlenimini ediniyoruz.

Romanın esas gövdesini oluşturan ikinci bölüm ise, bir Rus öyküsünden fırlamışa benzeyen ve o öykülerdeki anlaşılmaz hummalı hastalıklardan biriyle ölüm döşeğine sürüklenen Raif efendinin siyah kaplı bir deftere döktüğü tutkulu aşk hikayesi. 20 Haziran 1933 tarihini atarak başladığı bu defterde Raif efendi, on yıl öncesine dönerek, Berlin’de bir resim galerisinde rastladığı bir kürk mantolu kadın portresinin ruhunda ateşlediği tutkuyu ve o portrenin ressamı ve modeli olan gizemli kadınla yaşadıklarını hikaye ediyor.

Yazarı da etkilemiş olduğunu düşünebileceğimiz esin kaynağına ilişkin bir ipucunu Raif efendinin defterindeki şu satırlarda bulabiliriz sanıyorum: “Üzerimde en çok tesir yapanlar Rus muharrirleriydi.

Turgenyef’in koskocaman hikâyelerini bir defada sonuna kadar okuduğum oluyordu. Hele bunlardan bir tanesi günlerce sarsmıştı.

Klara Miliç ismindeki bu hikâyenin kahramanı olan kız, oldukça saf bir talebeye âşık oluyor, fakat buna dair hiç kimseye bir şey söylemeden, böyle bir aptalı sevmenin hicabıyla, müthiş iptilasının kurbanı olup gidiyordu. Bu kızı nedense kendime pek yakın bulmuştum, içinden geçenleri söyleyememek, en kuvvetli, en derin, en güzel taraflarını müthiş bir kıskançlık ve itimatsızlıkla saklamak cihetinden onu kendime benzetiyordum.”

Süslerden uzak, yalın, ama yine de anlatının özünü yansıtmaya çok elverişli görünen şiirli bir dille, sürükleyici bir ‘tahkiye’ ile kaleme alınmış olan bu defter, Türk anlatı edebiyatının küçük ve zarif bir mücevheri gibidir. İlk basımı 1943 yılında yapılmış olan bu kitabı, altmış yıl sonrasının okuruna sunarken, dilinde ve anlatımında bir sadeleştirmeye gitmek gibi bir edebiyat barbarlığından kaçınan yayınevini, edebiyata, yazara ve okura saygısından ötürü kutlamak isterim. Genç okurların da, gerçek edebiyat zevkini ancak, Halit Ziyalardan Sabahattin Alilere, onlardan günümüze uzanan, Cumhuriyet dönemi edebiyatımızın dil zenginliği ve lezzeti taşıyan bu yapıtlarını “aslından” okumakla tadabileceklerinin bilincinde olmaları, dünden bugüne düşen ışığın kaynaklarına ilgi göstermeleri kendi kazançları olacaktır.

Şubat 2002

Füsun Akatlı

Kürk Mantolu Madonna / YAPI KREDİ YAYINEVİ

1950

Bedava yaşıyoruz, bedava

Hava bedava bulut bedava

Dere tepe bedava

Yağmur çamur bedava

Peynir ekmek değil

Acı su bedava

Kelle fiyatına hürriyet

Esirlik bedava

Bedava yaşıyoruz bedava...

Orhan Veli Kanık

Orhan Veli şöyle yazmıştı: "iki günden beri yağan yağmura ve soğuğa rağmen üstümde beyaz ceket var. Pabucum yok, gömleğim yok, kravatım yok, pardösüm yok. Bu kıyafetle Ankara’ya gelebilir miyim? Bilhassa bazı kimselere bu sefaletimi göstermek istemiyorum...Geçenlerde borç altına girerek bir ceketlik kumaş aldım, terziye verdim. Şayet terziye vermek için 25 lira bulabilirsem ceketi cumartesi alabileceğim.Bu havada Ankara'ya pabuçsuz pardösösüz gidebilmek bir mesele..."

Yoksulluk içinde 36 yaşında ölen Orhan Veli 1950'de Ankara'da belediyenin açtığı çukura düşmüştü. Orhan Veli bu olaydan birkaç gün sonra İstanbul'da beyin kanamasından vefat etti. Orhan Veli, ölümünden birkaç gün önce, çukura düşüp yaralandığı Ankara’ya Şehir Tiyatroları’ndan istediği bir iş için (oyun çevirisi) gitmişti...Bu çeviri Jean Paul Sartre’ın 1946 tarihli Saygılı Yosma (La Putain respectueuse) adlı oyunudur. Şehir Tiyatroları sahnelemek üzere Orhan Veli’den bu oyunun Türkçe çevirisini istemişti...

Şair Orhan Veli’nin yaşam hikâyesi bu kez de kız kardeşi Füruzan Yolyapan’ın anlattığı anılarla satırlara döküldü. Yolyapan’dan dinlediği anıları ‘Ağabeyim Orhan Veli’ kitabında bir araya getiren gazeteci Seray Şahinler'in kitabı Doğan Kitap Yayınevi'nce basıldı...

‘Ağabeyim Orhan Veli’ kitabından öğrendiğimiz kadarıyla, Orhan Veli'nin tiyatroya özel ilgisi vardı...Beykoz’daki evlerinin bahçesinde yazın mahalleliden dekor temin edip sahne kuruyor ve Moliere oyunu sahneliyordu...

Orhan Veli’nin Yaprak dergisi dijital ortama aktarıldı

Şair Orhan Veli Kanık’ın çıkarmak için ceketini sattığı bilinen Yaprak dergisinin bütün sayıları TÜSTAV tarafından ücretsiz erişime açıldı. 1949-1950 tarihlerinde yayımlanan dergide Abidin Dino’dan Cahit Sıtkı Tarancı’ya dönemin birçok ünlü edebiyatçısı yer alıyor. Corona salgını nedeniyle kültür dünyamıza dair birçok önemli dergi dijital ortamda erişime açılmaya devam ediyor. Sevindirici bir haber de Türk şiirinin önemli şairlerinden Orhan Veli Kanık’ın 1949-1950 yıllarında 28 sayı yayımladığı edebiyat dergisi Yaprak dergisinden geldi. Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı (TÜSTAV), süreli yayınlar arşivinde yer alan bütün sayıları dijital ortamda ücretsiz erişime açtı. Orhan Veli Kanık’ın çıkarabilmek için ceketini sattığı bilinen dergi, Türk edebiyatında şiir anlayışına yön veren ‘Garip’ akımından şair ve yazarları bünyesinde barındırmanın yanı sıra, dönemin politik olaylarına da edebiyat cephesinden ışık tutuyor.

2024

1 Kasım 2017'den bugüne tutuklu olan, 30 Eylül 2024 Pazartesi itibariyle 2 bin 527 gündür hapiste olan Osman Kavala'nın annesi Necla Kavala 97-98 yaşında...Necla Kavala, oğlunun özgür kaldığını görebilecek mi? Osman Kavala'ya, 63’ü emniyet personeli, 6'sı askeri personel, 183'ü ise sivil olmak üzere 252 kişi şehit olduğu, 2 bin 734 kişi de yaralandığı, 15 Temmuz 2016 darbe girişimine destek vermek, cebir ve şiddetle hükümeti devirmek, organize ve finanse etmek gibi suçlar yöneltildi...

1910'da İstanbul'da 80.000 köpeğin öldürülmesini konu alan "Hayırsızada" filmi  63. Cannes Film Festivali’nde yılın en iyi kısa animasyon filmi seçilerek Altın Palmiye ödülü kazanmıştı... 15 dakika uzunluğundaki renkli “Barking Island/Chienne d’Histoire/Hundeelend/Hayırsızada” 51. Antalya Film Festivali programına alınmıştı…

Anadolu Kültür (Osman Kavala) ve Sacrebleu Productions (Ron Dyens) ortak yapımı olan “Hayırsızada”nın yönetmeni Serge Avedikian Cannes’daki ödül konuşmasında bir zamanlar Bursa’nın bir köyünde yaşayan dedesini de anmıştı. Avedikian İstanbul’un köpekleri üzerine bir belgesel de hazırlıyor.

“Hayırsızada”nın yapımcısı ve Anadolu Kültür Yönetim Kurulu Başkanı Osman Kavala’nın açıklaması:

“Hayırsızada filmi sadece 1910 yılında İstanbul sokak köpeklerinin başına gelen, beklemedikleri, hak etmedikleri ve sağ kurtulma imkânları olmayan bir zulmü anlatmıyor.

Dünyayı ve sokaklarımızı, sayıları çok azalsa da, başka canlılarla paylaşıyoruz ve “Dünyanın hakimi biziz, biz ne istersek o olur” anlayışı hala egemen. Bu tavrı sorgulayan Serge Avedikian’ın gerçekleştirdiği animasyon filmine katkıda bulunmuş olmaktan büyük mutluluk duyuyoruz."

Yaklaşık 7 yıldır cezaevinde tutulan Osman Kavala'nın eşi, "Küçük Ağa", "Osmancık" gibi romanların yazarı Tarık Buğra'nın (1918-1994) kızı Prof. Dr. Ayşe Buğra ve Kavala'nın avukatı Deniz Tolga Aytüre Tele 1 TV'de Merdan Yanardağ'ın konuğu olmuştu...

"Bize yalan söylemeye bile tenezzül etmiyorlar"

Ayşe Buğra şunları söyledi:

Beraat kararı veriliyor. Akşam çıkmasını bekliyoruz. Cezaevinden alınıp emniyete götürülüyor ve tekrar tutuklanıyor. Bu noktada ben işkence lafını kullanmaya başladım. 2’nci iddianame benim için çok sarsıcıydı. Çünkü hiç bir delilden bahsetme gereğini duymuyor. Bir takım soyut siyasi analizler yapılıyor. ‘Memleketin dış güçler ve onun yerli işbirlikçileri’ bütün sivil toplum kuruluşlarının nasıl memleket aleyhine faaliyette bulundukları… Bunu okuyunca ‘artık bize yalan söylemeye tenezzül etmiyorlar’ dedim. Bir insanın yıllarca insanın yıllarca özgürlüğünden yoksun bırakılması demek ki bu kadar kolay. Artık üniversite öğrencisi değiliz.. 3 yıl 6 yıl önemli süreler. Annesi 96 yaşında ve artık iyi değil. ‘Görür müyüm acaba?’ diyor. Bunu duymak iyi değil.

"Fantastik suçlamalar"

6 yıl boyunca davalara umutlanmadan gittiğini söyleyen Prof. Dr. Ayşe Buğra; eşi Osman Kavala'nın fantastik suçlamalarla yargılandığını belirterek sözlerini şöyle sürdürdü:

Darbe girişimine destek vermek, cebir ve şiddetle hükümeti devirmek, organize ve finanse etmek. Bunlar fantastik suçlamalar. Bunlarla birlikte eşimin kim olduğunu düşünüyorum. Bütün hayatı boyunca şiddete karşı çıkmış bir insan. Sanat kültür faaliyetleri içinde olmuş biri. Bunlar da çatışmaların ortadan kalmasına yönelik. Ve bu insan darbe girişimi gibi suçlamalarla tutuklanıyor. Sürecin anlaşılmazlığı kendi içinde yıpratıcı. 20 duruşmaya ümitlenmeden gittim çünkü umutlanıp gidince daha yıkıcı oluyor. Duruşmalar boyunca eşimin neyle suçlandığını anlamadım.

Av. Aytöre: MASAK raporları dahi dikkate alınmadı

Av. Aytöre ise, Kavala'nın Gezi finansörlüğüyle ilgili suçlama iddialarına dair hiçbir delil ortaya konulamadığını, MASAK raporlarının dikkate alınmadığını belirtti:

Osman Kavala’nın Gezi’yi finanse ettiği söylendi ve bundan dolayı da ceza aldık. Şimdi bu finansmanı söylerken Osman Kavala’nın Soros’un sağ kolu olarak yine Soros’a ait olduğu söylenen Açık Toplum Vakfı’nın Yönetim Kurulu Üyesi sıfatıyla Yönetim Kurulu Başkanı olduğu Anadolu Kültür Vakfı fonlanarak bu paraları Gezi eylemini finanse ettiğini terörize eylemleri desteklediği iddiası vardı. Şimdi o zaman Soros bu dosyada tanık ya da sanık olarak dinlendi mi? Hayır… Peki Açık Toplum Vakfı’nda Kavala’nın görevi neydi. Yönetim Kurulu Üyesiydi. Peki Başkanı sanık ya da tanık olarak dinlendi mi? Hayır. Peki bu terör eylemlerini ya da Gezi eylemlerini finanse ettiğine dair para hareketlerine dair tespit yapıldı mı? Yapıldı Dosyada 2 tane MASAK raporu var. İkisinde de Gezi’nin eylemlerini finanse edilmediği yönünde rapor var. Ama MASAK raporunu yargılamanın sonundaki mahkeme dikkate almadı. Elde kesinleşmiş bir karar varken hala biz finansmanlıkla suçlandık. Devlet kendi en üst kurumunun aldığı raporu tanımadı. Finansmanı buldu mu buldu. Bir tespit var dosyada Bakın şaka yapmıyorum Osman Kavala’nın Gezi eylemlerini finanse ettiğine dair tespit nedir biliyor musunuz? 100 tane sandviç 20 tane bez maske 1 tane açılır kapanır masa bir tane iskemle bir de hoparlör…

"Delilleri FETÖ'cüler topladı"

Osman Kavala hakkındaki delillerin FETÖ'cülerin tarafından toplandığını da dile getiren Av. Aytöre şu vurguları yaptı:

Bu dosyanın yegane kanıtı telefon dinlemeleri. Osman Kavala’nın 160 telefon görüşmesi var. Bunun 30 tanesi diğer sanıklarla. 30 tapeyle Osman Kavala 3 milyona ulaşan bir halk hareketini örgütlemiş… İçerik olarak da hiç birinde Osman Kavala’nın en bir cebir şiddet ne bir para hareketi yok. Biz dedik ki bizi bunla yargılıyorsanız bizim bunları dinlememiz lazım. Tapeler gelmedi. Bu ses bizim mi ne konuşmuşuz… İçeriklerin hiç birisinde suç unsuru yok. Osman Kavala örgütlere yardım yaptı diyorlar. Ama Osman Kavala bir arkadaşıyla konuşmasında “Umarım sonlanır kimsenin canı yanmaz” diyor. Bunun delili var mı? Yok… Bizim hakkımızdaki delilleri de FETÖ mensubu insanlar topluyor. Bu Osman Kavala’ya iftira suçu. İki yıl biz belge istedik. Böyle yargılandık. Beraat ettik hala siyasiler bize casus diyor.

1977

Doçent Orhan Yavuz 15 Haziran 1977'de öldürüldü...

12 Eylül 1980 askeri darbesine giden yolda işlenen ve Türkiye'yi iç savaşa sürükleme amaçlı cinayetlerden biridir…

1973'te Faruk Gürler'i Cumhurbaşkanı seçtirmeyi başaramayan generaller 1980'de Kenan Evren'i Cumhurbaşkanı yapabilmek için ülkeyi kan gölüne çevirmeye kararlıydı...Her eski genelkurmay başkanının bir sonraki görevinin Cumhurbaşkanlığı olması gerektiğine inanmıştı generallerimiz...

ABD'nin 1970'lerin ikinci yarısında Türkiye'deki hedefi, Temmuz 1975'te Süleyman Demirel hükümetinin el koyduğu ABD askeri üslerini geri almak ve 1974'te NATO'dan ayrılan Yunanistan'ın NATO'ya dönüşüne karşı çıkan Demirel ve Ecevit ikilisini siyaset sahnesinden askeri darbeyle silmekti...

ABD çıkarlarını zedeleyen Muhammed Musaddık 1953'te İran'da askeri darbeyle tasfiye edilmiş, Küba'dan Amerikan mafyasını ve hükümetini kovanlardan biri olan Che Guevara 1967'de Bolivya'da ve yine ABD'nin menfaatlerine zarar verenlerden Salvador Allende Şili'de 11 Eylül 1973'te, Nobel edebiyat ödülü sahibi şair Pablo Neruda Şili'de 23 Eylül 1973'te öldürülmüştü...

Doçent Orhan Yavuz 15 Haziran 1977'de öldürüldü...Erzurum Atatürk Üniversitesi öğretim üyesi Orhan Yavuz, 15 Haziran 1977 tarihinde kampüs içerisinde bıçaklanarak öldürüldü.1941 yılında Erzurum’un Sarıkamış ilçesi ne bağlı Yeniköy’de doğmuştu...

Doç. Dr. Orhan Yavuz’un biyografisi, Orhan Tüleylioğlu’nun “Neden Öldürüldüler? (2. Cilt) adlı kitabından alınmıştır.

1941 yılında Erzurum’un Sarıkamış ilçesi ne bağlı Yeniköy’de doğdu. Yeniköy o yıllarda 500 nüfuslu küçük bir köydü. Tüm çocukların aynı yazgıyı paylaştığı bu köyde, hiçbir çocuğun oyuncağı olmaz, hiçbir çocuk mama ile beslenmez; anneler de çocuklarını uzun süre emziremezdi. Çünkü annelerin yapması gereken daha önemli işleri vardı.

Ekmek yapmak, yemek pişirmek, inek ve koyun sağmak onların daha öncelikli işleriydi. Çocuklar tozun, toprağın, pisliğin içerisinde yaşama mücadelesi verir, dirençli olanlar yaşar, diğerleri ise ölürdü.

Orhan Yavuz Anadolu’nun yoksul köylü çocuğunun yazgısını değiştirebilen seyrek örneklerden biriydi.

Yeniköy İlkokulu’nu bitirdikten sonra öğretmen okulu sınavını kazanarak Cilavuz Öğretmen Okulu’na başlayan Orhan Yavuz, üçüncü sınıf öğrencisiyken babasını bir kazada kaybetti. O sıralarda daha 15 yaşında bir çocuk olan Orhan Yavuz ailenin reisi, kardeşlerinin hem ağabeyi, hem de babası olmuştu. Ailenin geçimini sağlamak için yaz aylarında gece-gündüz demeden tarlada, çayırda çalışan Orhan Yavuz aynı zamanda okul birinciliğini hedefleyen çok çalışkan, zeki ve başarılı bir öğrenciydi.

Bu yoğun çalışma temposu sonucunda okul birincisi değil ama okul ikincisi oldu ve o sırada Ankara’da açılan Yüksek Öğretmen Okulu’na seçilen grup içinde yer almayı başardı. Büyük bir sevinçle Yüksek Öğretmen Okulu Kimya Bölümü’ne kaydoldu. Bu okulun öğrencisi olarak 1960’larda Ankara Fen Fakültesi Kimya Bölümü’nde parlak bir öğrenci oldu. Okulu bitirince bir dönem Erzurum Lisesi’nde kimya öğretmenliği yaptı. Aynı yıl Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin açtığı sınavı kazanarak Kimya Bölümü’nde asistanlığa başladı. 1964 yılında Şaziye Cengiz ile evlendi. 1967 yılında oğulları Okan ve 1975’te kızları Devrim dünyaya geldi.

Yetenekli ve çalışkan bir genç oluşu, onu akademik yola yöneltti ve tüm aşamaları başarı ile geçerek doçentliğe kadar ilerledi.

Doç Dr. Orhan Yavuz, 15 Haziran 1977 sabahı komşusu ve arkadaşı olan araştırma görevlisi Halil Çivi ile okula giderken iki saldırgan tarafından sekiz yerinden bıçaklanarak öldürüldü.

Orhan Yavuz, Köy Enstitüleri’nin kapatılıp öğretmen okullarına dönüştürüldüğü 1954 yılında, kendi köyünden; anne, baba ve kardeşlerinden ayrılarak Cilavuz İlköğretmen Okulu’na girmişti. Okul arkadaşı, Başkent Üniversitesi Mütevelli Heyeti Üyesi Prof. Dr. Mustafa Kuru o yılları şöyle anlatıyor:

“Birinci yarıyıl notlarınız belli olunca doğal olarak sınıflarda ön plana çıkan arkadaşlarımızı da tanıma olanağı bulduk. Orhan Yavuz bu arkadaşlarımızdan biriydi. Orhan küçük boylu, zayıf, çelimsiz, fakat cüssesine göre çok güçlü bir çocuktu. İkinci, üçüncü sınıflarda Orhan’ın yaz tatilinde tırpanla ot biçtiği için bu kadar güçlü olduğunu öğrenmiştik. Ayrıca, çocuk yaştaki küçük ellerinin nasırları da yine ot biçme sırasında kullandığı tırpandan gelmekteymiş.

Son sınıflara doğru yaklaştıkça, 6. sınıfta yapılacak olan sözlü sınavlar sonucunda okul birincisi olarak kim mezun olacak ve okul yönetiminin armağan edeceği altın saati kim kazanacak diye tatlı bir bekleyiş ve yarış oluyordu. 1959 yılında, 5. sınıfı tamamlamış ve 6. sınıfa geçmiştik. Büyük ideallerle yetiştirildiğimiz öğretmenlik mesleğine adım atmak için sadece bir yıl kalmıştı.

Bu yıllarda, 1848’de İstanbul’da kurulmuş olan Dârul Muallim Mektebi (Yüksek Öğretmen Okulu) öğrenci bulamaz olmuştu. Bu okula lise mezunları alınıyor ve üniversitenin ilgili fakültelerini tamamlayarak liselerde branş öğretmeni oluyorlardı. Bu dönemde Tıp Fakültesi’ne bile sınavsız öğrenci alınırken, Yüksek Öğretmen Okulu’na çok sıkı sınavlarla öğrenci alınıyordu.

Bu özelliği nedeniyle Yüksek Öğretmen Okulu’ndan mezun verilmediği için liselerde öğretmen açığı oluşmaya başlamıştı. Problem büyümeden çözüm bulmak gerekiyordu. Çözüm, zamanın Talim Terbiye Kurulu üyesi, eski bir Yüksek Öğretmenli olan, matematik öğretmeni Nuri Kodamanoğlu tarafından bulunmuştu. Türkiye’deki tüm ilköğretim okullarının 5. sınıfından 6. sınıfına geçmiş, notları 8’in üzerinde olan ve disiplin cezası bulunmayan öğrenciler, Ankara Atatürk Lisesi’nde bir yıl süre ile hazırlık sınıfında okuyup lise diploması aldıktan sonra Ankara Fen Fakültesi’nin Biyoloji, Fizik, Kimya ve Matematik bölümlerine kaydolup, ayrıca pedagojik formasyonlarını da tamamlayarak lise öğretmeni olacaklardı.

Plan, zamanın Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri tarafından da uygun görülmüş ve uygulamaya geçilmişti. Böylece sanki, Demokrat Parti döneminde Köy Enstitüleri’ni kapatma hatasını affettirmek için Yüksek Öğretmen Okulu’nun açılmasına ve köy çocuklarına bu vesileyle üniversite kapısının açılmasına olanak sağlanmıştı.

Ben 1959 yılında yaz tatilinde, Yusufeli’nin Ersis (Kılıçkaya) köyünde iken Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’na aday öğrenci olarak seçildiğimi posta yoluyla gelen bir yazıdan öğrenmiştim. Ne olduğunu tam anlayamamıştım ama anladığım mektupta Ankara’da bir okula gitmemizin gerektiği bildiriliyordu. Acele olarak Kars-Cilavuz’a gittim, benim gibi 10 arkadaşım daha Ankara Yüksek Öğretmen Okulu hazırlık sınıfına aday öğrenci olarak seçilmişti. Bunlar arasında Orhan Yavuz da vardı. Diğer arkadaşlarımız ise, İsmail Akyıldız, Hayati Telci, Halit Yıldırım, Cevat Kart, Süleyman Kaplan, Cengiz Kosif, Cafer Gümüş, Musa Erdem ve Nurettin Birdal idi (Bu arkadaşlarımızdan ben dahil 6’sı daha sonraki yıllarda üniversitede öğretim üyesi ve yönetici olarak görev almışlar ve dördü bugün aramızdan ayrılmışlardır).

Yüksek Öğretmen Okulu'na seçilmenin ne anlama geldiğinin pek farkında değildim ama sınıf arkadaşlarımız bize gıpta ile bakıyorlardı. Bu bana büyük bir gurur veriyordu. Fakat, ben büyük ideallerle yola koyulduğum ilkokul öğretmeni olma durumumu kaybediyordum. Kars-Cilavuz’dan ayrılış günü geldi, bizi törenle uğurladılar. Kars’tan Ankara’ya trenle gidiyorduk. Bu yolculukta ilk kez trene binmiştim, bu nedenle biraz etkilenmiştim. Yalnız okuldan verilen kumanyaları Orhan Yavuz’un büyük bir titizlikle bize paylaştırdığı bu gün hâlâ gözlerim önündedir.

Ankara’ya geldik Yenişehir’deki Atatürk Lisesi’nin bir bölümüne yerleştik. Ankara bizim için çok büyük bir şehir. Kars-Cilavuz’a alışmışken şimdi de Ankara’ya alışacaktık. Üç yıllık lise müfredatını, bir yılda tamamlayacak, Fen Fakültesi sınavlarını kazanıp, buradaki eğitimimizden sonra lise öğretmeni olacaktık. Çok zor bir dönemin başlangıcındaydık. Eğer lise bitirme sınavları sonucunda başarılı olamazsak tekrar geldiğimiz öğretmen okuluna dönüp orada bizden bir yıl sonraki öğrencilerle kaldığımız yerden eğitimimize devam edecektik.

Dersler başladı Türkiye'nin değişik ilköğretim okullarından seçilmiş 80 öğrenci, 3 şube şeklinde lise eğitimine başladık. Ben, Orhan Yavuz ile birlikte 6 Fen-C şubesine ayrılmıştım. Çok değerli öğretmenlerimiz, Cahit Külebi, Ömer Bayın, Şükrü Kapucu, Vahap Aydıntuğ, Nuri Kodamanoğlu, Osman Bener, Süleyman Ölçen, Emine Akmandor, Hürriyet Verimer, Müdürümüz Haşan Erk, Müdür Yardımcımız Cevdet Ekemen bizim başarılı olabilmemiz için ellerinden geleni yapıyorlardı. Sınıfımızdaki diğer öğretmen okullarından gelen arkadaşlarımızın temel bilgileri, biz Cilavuz’dan gelenlere göre daha iyi idi. Bu nedenle bizim daha çok çalışmamız gerekiyordu. Öyle de oldu, çok çalıştık liseyi başarı ile bitirdik, Ankara Fen Fakültesi sınavlarına girdik. Ben Biyoloji Bölümü’nü, Orhan Yavuz ise en yüksek puan ile öğrenci alan Kimya Bölümü’nü kazanmıştı.

Orhan Yavuz ile fakültedeki sınıflarımız ayrılmıştı, fakat pansiyon olarak kullanıp, pedagojik formasyon derslerimizi de aldığımız Ankara Atatürk Lisesi’nde ders çalışma salonumuz ve yatakhanemiz aynı idi. Pedagojik formasyon hocalarımızdan Prof. Dr. Rasim Adasal ve Doç. Dr. Mithaç Enç (görme özürlü idi) bize öğretmenlik mesleğinin en ince noktalarını öğretiyorlardı.

Bu dönemde, 27 Mayıs 1960 ihtilalini yaşadık. Orhan Yavuz ve arkadaşlarla Kıbrıs mitinglerine katıldık. Kızılay Meydanı’nda Kıbrıs ile ilgili olarak söylenen “Ya taksim, ya ölüm'’ sloganı bugün hâlâ kulaklarımda çınlamaktadır. Orhan, bu tip faaliyetlerde hep lider pozisyonunda, cesaretli ve önde yer alırdı. 1964 yılı mezuniyetinde ben kurada Malatya-Turan Emeksiz Lisesi Biyoloji Öğretmenliği’ni, Orhan ise Erzurum Lisesi Kimya Öğretmenliği’ni çekti. Altı aylık öğretmenlikten sonra 1 Şubat 1965 yılında Atatürk Üniversitesi (Erzurum) Fen Fakültesi Biyoloji asistanlığı sınavını kazanıp buraya atandım. Orhan da Kimya asistanlığını kazandı ve böylece yaklaşık altı aylık bir ayrılıktan sonra tekrar aynı yerde beraber çalışmaya başladık. Bizim gibi ideallerle dolu daha birçok arkadaşımızla çok güzel bir üniversitenin çekirdek kadrosu oluşmaya başlamıştı.

1970’li yıllara geldiğimizde ikimiz de doktoralarımızı tamamlamış, sevgili Dekanımız Prof. Dr. Suavi Yalvaç’ın önderliğinde, Ali Demirsoy, Selahattin Salman, Sara Beygu, Hanife Ünal, Hüseyin Avcıbaşı, Tahsin Uyar, M. Yılmaz Coşkun, Ihsan Dağ, Muhlis Koca ve diğer arkadaşlarla birlikte Türkiye’de modern, Atatürkçü bir üniversite ve bu üniversitenin Fen Fakültesini kurma hayallerini yaşıyorduk. Bu yıllar Türkiye için çok kötü yıllardı. Gençlerimiz sağcı-solcu olarak bölünmüş, birbirlerini öldürecek düzeyde düşman olmuş iki cephe halindeydi. Bu ortamda bir üniversitede öğretim elemanı olarak çalışmak çok güçtü. 1970’in ilk yıllarında Atatürk Üniversitesi’nde solcu grup etkindi. Bu grup eylemler düzenliyor, hatta bir defasında eylemi, Rektör'ün koltuğunu yakma ve bir öğrencinin üzerine gaz döküp kendini yakma düzeyine kadar taşımışlardı. Bu eylemlerden sonra sağ gruplar güçlenmeye başladı. Sık sık üniversitede boykotlar yapılıyor, öğrenciler derslere sokulmuyordu. Bizler mümkün olduğunca yapılan eylemlerin yanlış olduğunu söylesek de, bizleri dinleyen yoktu. Hatta bizleri karşı gruba koyup söylediklerimizin tersini yapıyorlardı (yıllar sonra o dönemden bazı öğrencilerimizle karşılaştığımda, ‘Hocam sizler doğrulan söylemişsiniz ama biz inanmadık’ sözleri gerçekten haklı olduğumuzun bir ifadesidir).”

BİRSEN ALTUNTAŞ'IN HABERİ:

3 EYLÜL 2024

Kürk Mantolu Madonna’nın dizi projesi planı değişti, filmi çekilecek

Daha önce dijital dizi olarak planlanan Türk edebiyatının efsane yazarı Sabahattin Ali'nin unutulmaz romanı Kürk Mantolu Madonna Alman ve Türk ortak yapımıyla sinema filmi oluyor.

Kürk Mantolu Madonna filmi için hazırlık sürüyor. Daha önce dijital dizi olarak planlanan yapımın sinema filmi olmasına karar verildi. Senaryosu Mert Dikmen tarafından yazılan Kürk Mantolu Madonna’nın yönetmen koltuğunda Enes Ateş oturacak.

Fikri Harika Prodüksiyon, Tme Films ve Prt Films ile son olarak Grimme ödüllü Netflix orijinal dizisi German Genius‘a imza atan Alman yapım firması CAB Film ortaklığında beyazperdeye aktarılacak film 2025 yılında vizyonda olacak. Bir yıldır hazırlığı süren filmin çekimleri hem Türkiye, hem de Almanya’da olacak. Almanya çekimleri birçok unutulmaz projeye ev sahipliği yapan Babelsberg Studio’da yapılacak.

Birsen Altuntaş birincilikle girdiği Marmara Üniversitesi Gazetecilik Bölümü'nden 1997 yılında mezun oldu. Şimdiye kadar Milliyet, Güneş gazetelerinde ve Star TV'de Duymayan Kalmasın programında Magazin Müdürü olarak çalıştı. Son olarak bir televizyon kanalında "Magazin Haber Müdürü" olarak çalıştı.

DEVAM EDECEK...