Mekân, zaman ve toplum
ilişkisine kültürleşme açısından bakarak, bundan, öncelikle bireysel bir haz
alan fakat daha öteye geçerek kendisi ve çevresi için bilgi, duyuş ve eylem
harmanı olan yaşamsal bir anlam üretme çabasına giren çok fazla kültür insanımız
yok çevremizde.
Özellikle İstanbul, İzmir,
Ankara gibi metropol diyebileceğimiz kentler dışında kalan ‘Anadolu Taşrası’
söz konusu olunca, bu yoksunluk daha da büyüyor. Her biri tarihsel ve kültürel
hazine olan Anadolu kentlerinden herhangi biriyle ilgili akademik olmayan
kaynaklar üstünden bir tarama yaparsanız karşılaşacaklarınızın çoğu turistik
rehberlik belgeleri ile nostaljik methiyelerden, hatta bazen de hamaset
balyalarından pek öteye geçmeyecektir.
Sığlaşan eğitimin, yozlaşan
kültürün ve bayağılaşan beğeninin domuz topu olmuş oligarşisinde, popüler bir
‘değersizlik uygarlığı’ inşa edilmektedir desek pek de yanlış olmayacak son on
yıllarda ülkemizde. Eh, bu harıl harıl inşanın failleri, temsil ettikleri
ortalamadan talep ettiklerinden çok fazlasıyla iltifat ve destek almaktadırlar
ki bu böyle sürebilmektedir. Bunun adına demokrasi deniyor! Değerler ve ilkeler
‘oydaşma’sı olmayan bir güce sahip olma ‘oylaşma’yla uygarlığımız dikine bir
inişe doğru yuvarlanmaktadır sanki…
Bugün kentlerimizin ideal
olmayan imar düzenlemelerine aldırmadan betonlaşmasını; dağlarımızın sözüm ona
mevzuata uygun olarak mermer ve taş ocaklarıyla delik deşik edilmesini;
denizlerimizin, kıyılarımızın yazlıklar ve oteller zinciri ile iş ve ekmek
üretileceği sahtekarlığıyla katledilmesinin arkasında salt hukuki, yönetsel
yetersizlikler ya da yanlış politikalar aranacaksa eğer, bu ancak var olan bir
kısır döngünün değirmenine su taşımak olur düşüncesindeyiz. Asıl mesele; hukuk
adına hukuksuzluğu, din adına imansızlığı, adalet adına kitabına uydurmayı,
yönetmek adına iktidarda olanı ve çevresini zenginleştirmeyi normal karşılayan
büyük bir kültürel bayağılaşma içinde olmamızdır.
Örnekler vermeye kalkar ve
nedenler sıralamaya yeltenirsem, yazıya başlama amacımdan epeyce uzaklaşırım. Yaz
düğünlerinin gürültüsü ile imar ihlallerinin anayurdu olan ve ‘büyük düzen’den şikâyet
edenlerin ‘küçük düzen’lerinde onları oldukça iyi taklit ettikleri ülkemizin
turizm başkenti ünvanlı bir şehrinde kaleme aldığım bu nota hep yapılageldiği
üzere şikayetlere bir şikâyet eklemek için değil, her şeye rağmen mümkün olan
iyiyi yapan ve destekleyen birkaç kişiye ve kuruma teşekkür için sarıldım.
Bunlardan ilki, AKS’yi bu
kente armağan eden eski ve bugünkü ATSO yöneticileridir. İkincisi, AKS’yi, İstanbul’u
ve başka metropol kentleri gıpta ettirecek nitelikte etkinliklerle yöneten
Münevver Eminoğlu ve çalışma arkadaşlarınadır. Üçüncüsü; kendi başına bir
enstitü gibi çalışan, kent kültürü tarihçisi Hüseyin Çimrin’edir. (Bilmeyen var
mı? ATSO yayını kitapları Antalya’yı çalışacaklar için kendi başına bir
kütüphanedir). Dördüncüsü; bir bakıma bu nota vesile olan, kentin yaşayan
değerli kültür insanları arasında adı ön sıralarda anılmasın gereken Giray
Ercenk’edir: ATSO, onun Döşemealtı, Dağın Dili adlı tasnif dışı özgün kültürel
monografilerine eklediği Teke Eli’ni de yalnız bu kente değil, Likya ile
ilgilenecek herkese yakınlarda armağan etti.