Çocukluğumda ve gençliğimde mahalle sözcüğünün oldukça derin bir anlamı vardı bende ve içinde yaşadığım toplumda.. Mahalle kahvesi, mahalle bakkalı, mahalle kasabı, mahalle mektebi, mahalle terbiyesi, mahalle toplantısı, mahalle maçı, mahalleli, mahalle camii, mahalle kültürü, aşağı mahalle, yukarı mahalle, mahalle takımı, mahalle sineması, mahalle bekçisi, mahalle pikniği, mahallenin gençleri, mahalle kızları, mahalle komşusu, bizim mahalle, öteki mahalle… Büyük bir özleyişle terennüm ettiğim bu sözcük öbekleri öylesine derin anlamlar içerirdi ki.. Özellikle çocukluğumun ve gençlik yıllarımın geçtiği Konya’da mahalle ya da mahalleli deyince akan sular dururdu. Yaşayan bir varlıktı mahalle; soluk alıp veren, öğrenen, öğreten canlı bir varlık… Bir kere mahallede herkes herkesi tanır ve herkes, ihtiyaç anında komşusunun yardımına hiç düşünmeden koşardı.. Engin bir yardımlaşma kültürü vardı bir kere.. Mahalle bakkalından alışverişler yapılır; hesap kitap sarı yapraklı kalın defterlere yazdırılır ve uygun bir zamanda o borçlar sessizce kapatılırdı.. Mahalle bakkalımız Hacı Cafer Amca’yı ve onun her cümlesinin başında “ak guzum” diye hitap edişini hiç unutamam.. Hele o her tartı sonrasında zeytinyağı, tahin, pekmez, helva, peynir tenekelerinden sızan damlaları sigaradan sararmış parmağıyla sıyırıp şapırdatarak yalayışı vardı ki, halâ gözlerimin önünde durur.. Sanki ailemizden biriydi Hacı Cafer Amca.. Mahallenin amcası, babası, dedesi, en önemli kanaat önderi.. Mahalleden birinin kızına bakmaya gelen dünürcüler kız ve aile hakkında en sağlıklı ve en geniş bilgiyi ondan alırlardı.. Mahallede ihtiyaç sahiplerine borç para verir, alışveriş yapıp deftere yazdıran komşularını alacağı için asla sık boğaz etmezdi.. Bizlere, okuyup vatana millete faydalı birer erdemli vatandaş olmamız için nasihatlerde bulunurdu sıkça.. Diğer mahalle takımlarıyla yaptığımız oldukça iddialı maçlar sonrası sırılsıklam ter içinde soluğu bakkalın önünde alır, onun buzların içinde soğuttuğu mis kokulu Meram gazozlarını afiyetle içerdik.. Çoğu zaman bu gazozları deftere yazmaz, çaktırmadan bize ısmarlardı.. Takımlarımız Teknik Spor ve Çınar Spor ile ne çok galibiyetlere imzalar attık.. Hatırladığım kadarıyla Jet Hacı Ali, Artis Şükrü, Kunduracı Hüseyin Ağa, Kasapların Rıza ve Mustafa, Camgöz Şakir, Külüstür Mehmet, Kâse Hasan takımların vazgeçilmezleriydi.. Cumartesi akşamları mahallemizde bulunan yazlık Aydoğdu Sineması’na, yine başka bir mahallede bulunan yazlık Köşk ve Dünya sinemalarına mahallenin gençleriyle birlikte mutlaka gidilirdi.. Tahta sandalyelerde çitleklerimizi çitler, film arasında mutlaka gazoz içerdik.. İrfan Atasoy’u İblis filminin galasında yazlık Köşk sinemasında yakından görmüştüm.. Daha doğrusu ilk kez bir film artistini görmüştüm.. O da bizim gibi bir insandı.. Çocukluğumda ve gençliğimde izlediğim filmler sayesinde sinema ve tiyatro, hayatım boyunca vazgeçilmezim olmuştu… Mahalle camii, camiden çok bir mescid büyüklüğündeydi.. Ezan okumak ya da müezzinlik yapmak için birbirimizle yarışırdık, bu mütevazı yapının içinde.. Cami imamı Süleyman Hoca’nın oğlu İbrahim bu fırsatı bize vermezdi.. Ne de olsa Hoca çocuğuydu; bilgisi ve sesi bizden çok daha iyiydi.. Ancak bizler de hem Süleyman Hoca’dan, hem Rıza Hoca’dan az şey öğrenmedik.. Özellikle Ramazan ayında tadına doyulmayan teravih namazları ve teravih sonrası cami önü sohbetleri doyumsuzdu.. Büyüklerimiz konuşur, biz can kulağıyla dinlerdik.. Kim hasta kim sağ, kimin kızı gelin çıkacak, kimin oğlu evlenecek, kim yeni iş kuracak, hayat nasıl, işler nasıl, kimin neye ihtiyacı var, ülkemizde ve dünyada bir sıkıntı var mı; hep bu cami önü sohbetlerinden öğrenirdik mahallemizde.. Mahallemiz bizim ikinci evimiz, ikinci okulumuz, ikinci öğretmenimizdi; samimi ve sımsıcak yuvamızdı.. Hangi gün olduğunu şimdi kestiremediğim, ancak Cuma akşamı olduğunu tahmin ettiğim bir Kaçak dizisi vardı; siyah beyaz televizyonlarda, o yıllar ortalığı kasıp kavuran.. Mahalle kahvesine babamla ya da abimle beraber gider soluksuz diziyi seyrederdim.. Babam arkadaşlarıyla sohbet eder, ben sık sık kesilen elektriklerden fırsat buldukça diziye verirdim kendimi.. Kahveci Kara Bekir’in herhangi bir baskın kontrol sonunda babama yaptığı zorda kalacağı uyarısını da tedirginlikle gözlemlerdim.. Tedirgin olurdum ancak oralet ya da tarçın eşliğinde seyrettiğim Doktor Richard Kimble’ın maceraları beni alır götürürdü uzaklara. Ve dizinin baş kahramanı ben olurdum; suçsuz olmama rağmen, niçin kaçtığımı bilmeden.. Kahvehanede herkes herkesi tanır, herkes herkesin derdini üç aşağı beş yukarı bilirdi.. Erkekler çoğu zaman mahalle kahvesinde kurum dökerken, kadınlar da mahallede kapı önlerinde toplaşır, birbirlerini sanki uzun zamandır görmüyormuş gibi hasret giderirlerdi.. Sadece ev işi, elişi değil, hayata dâir hemen her şey konuşulurdu bu akşam toplaşmalarında.. Yolun hemen kenarında kendi halinde akan çayın şırıltısı da bu konuşmalara hem tanıklık, hem eşlik ederdi.. Hangi evin önünde toplaşılırsa, çay, çitlek, meyve ikramı o evin kızı ya da kızları tarafından yapılırdı.. Genç kızlar, bir yandan ellerindeki tenteneyi örerken, diğer yandan annelerinin ağzından çıkacak her kelimeyi dikkatle dinlerlerdi. Kim bilir her an kendileriyle ilgili bir evlilik kararı konuşulabilirdi.. Ve erkekler kahvehaneden dönmeden, gecenin karanlığını kapının önünde bırakarak bir harami gibi sessizce evlere girerlerdi…Sokaklarımız vardı; adı gül, bülbül, kanarya, sümbül, zambak, karanfil olan. Ve her biri çiçek gibi kokardı ya da bir kuş gibi şakırdı.. Şimdiki gibi bilmem kaçıncı sokak arasında değil, Manolya Sokak’ın tam ortasında buluşurduk.. Her bir sokağın ve dahi her bir mahallenin bir ismi, bir ruhu, bir hikâyesi vardı. İşte biz o sokakların, o mahallelerin ruhuyla ve hikâyeleriyle büyüdük.. Unutamadığımız ve asla unutamayacağımız mahallelerin hikâyeleriyle.. Şimdilerde Konya’nın sokak ve mahallelerinde Suriyeli çocuklar geleceğe dâir oldukça endişeli hikâyeler yazıyor, tehlikeli hikâyeler bırakıyorlar.. Türk kültür ve an’anesinden gittikçe uzaklaşan bu masum ve çaresiz mahalleler, değişik bir kimliğe ve iklime bürünüyor.. Mahalle ve sokak tabelalarının yalnızca ismi değil, dokusu da değişiyor… Modernizmin ve modernitenin acımasız baskısı sonucunda mahalle ve sokak kültürünü kaybettik.. Belki de modernizm bizden bunu istemedi, her zaman olduğu gibi biz işi yanlış tarafından tuttuk.. Çünkü Modernizm’in Batı’daki yansıması ve gelişmesiyle bizdeki yansıması farklı sonuçlar ortaya çıkardı.. Batı öz değerlerini ve öz kültürünü koruyarak gelişip değişirken; biz önce ne var ne yok, kültürel değerlerimizden vaz geçtik.. İlk iş olarak da mahalle kültürünü bir kenara fırlatıp attık.. Beynimiz, kafamız, düşünce yapımız değişmeyip aynı noktada kalırken, hormonlu bir şekilde gelişen ve değişen ucube vücudumuzu koca koca apartmanlara, villalara, sitelere, rezidanslara sığdıramadık. Ve hep daha dedik. Daha dedikçe, bizi biz yapan değerlerden, öz kültürümüzden daha bir hızla uzaklaştık.. Şimdi geldiğimiz noktayı akşam sabah sorgulayıp durmaktayız. Biz ne ara bu hâle geldik diye.. Evet son günlerin moda cümlesiyle, biz ne ara bu hâle geldik! Toplumsal kimliğini kaybeden, toplumsal iletişimi ve bütünlüğü yakalayamayan, akıldan, bilimden, manevî ve kültürel değerlerinden uzaklaşan bir kitle hangi ortak değerlerde birleşebilir ki? Ve hangi duyguda, hangi ülküde, hangi kaderde, hangi kazada, hangi gelenek ve görenekte, kısacası hangi mahallede buluşabilir ki? Ortada ne mahalle kaldı, ne mahalle kültürü! Geride yalnızca içi bomboş kısır çekişmelerden oluşan, aynı zamanda çok tehlikeli olan bizim mahalle ve öteki mahalle kaldı! Ve her ikisinde de insanı birbirinden gittikçe uzaklaştıran mahalle baskısı.. Bu baskı neticesinde ne öteki mahalle berikini, ne beriki mahalle ötekini anlayabiliyor.. Her ikisi de birbirlerini anlamaktan oldukça uzak, bıkıp usanmadan duvara konuşuyorlar yıllardır… Gecenin ortasına sıcak bir dost selâmı gibi iniveren o eski mahalle bekçisi düdüklerinin sıcaklığı bile yok artık bu gün… Yemyeşil çayın incecik şırıltısı da.. Bir zamanlar evimizi ocağımızı, çoluğumuzu çocuğumuzu, paramızı pulumuzu sonsuz bir güvenle emanet ettiğimiz komşularımızla iç içe yaşadığımız mahalleyi ve o engin mahalle kültürünü yokettik.. Yetinmedik, o güzelim üretken köyleri mahalleleştirip bu uçsuz bucaksız, karanlık girdabın içine attık.. Böylece kişiliksiz ve kimliksiz mahallelere dönüştürdüğümüz köylerde, tarım ve hayvancılığı da öldürmüş olduk.. Varın ötesini siz düşünün ve kentsel dönüşün ya da isterseniz kentsel ölüşün, farketmez! Vesselam…