Türkiye’de siyasal tercihler hâlâ yalnızca “lider aurası” gibi bilim dışı ve yüzeysel algılarla şekilleniyor. Oysa liderlikte karizma elbette önemlidir; ancak tercihin yalnızca buna indirgenmesi, yönetim aklının kısırlaşmasına ve toplumsal gelişimin sekteye uğramasına yol açmaktadır.

Hukukun üstünlüğü ve güçler ayrılığı gibi temel ilkelerin sistematik biçimde göz ardı edilmesi ise, bu ülkenin yapısal krizleri neden sürekli yeniden yaşadığını açıkça ortaya koymaktadır. Bu yalnızca yönetsel bir zafiyet değil, aynı zamanda zihinsel bir tıkanmanın sonucudur.

Oysa dünya değişti.

Bugünün yönetim modeli artık “liderin sistemi” değil, “sistemin lideri” anlayışına dayanmaktadır. Bu fark teknik değil; tarihsel, yapısal ve zihinsel bir kırılmadır.

“Liderin sistemi” anlayışında, sistemi tanımlayan, yönlendiren ve gerektiğinde değiştiren kişi liderin kendisidir. Her şey onun iradesine göre şekillenir.

Kurallar esnetilir, kurumlar kişiselleşir, keyfiyet egemen olur.

Oysa “sistemin lideri” anlayışında sistem sabittir; kurallar önceden bellidir. Rekabet, bu sistemi kimin daha şeffaf, verimli ve adil yöneteceği üzerine kuruludur.

Liderlik burada kudretle değil dengeyle; dayatma ile değil, liyakatle ölçülür.

Ve tam da bu noktada, tarihsel bir çarpıtmanın altını çizmek gerekir:

Atatürk’e sıkça yöneltilen “tek adam” ya da “tek adam rejimi” söylemi, tarihsel bağlamdan kopuk ve büyük ölçüde ideolojik bir okumadır.

Bu söylem, Atatürk’ü bugünkü otoriter yapılarla özdeşleştirerek itibarsızlaştırmaya çalışan, sığ ve maksatlı bir bakış açısının ürünüdür.

Oysa Atatürk, yalnızca güçlü bir lider olduğu için değil; kolektif aklı devreye soktuğu, liyakat sahibi kadrolarla çalıştığı, kurumlar inşa ettiği ve kendi yetkisini dengeleyen bir devlet aklı kurduğu için Atatürk’tür.

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki reformlar, elbette Atatürk’ün önderliğinde, ancak planlı, kurumsal ve ortak akla dayalı stratejik bir dönüşümün ürünüdür.

Atatürk, çevresini sorgulayan, düşünen ve ehliyet sahibi insanlarla çevirmiştir. Ülke yönetiminde yanına liyakat sahibi olmayanları asla yaklaştırmamıştır!

Onu gerçek anlamda lider yapan şey; kararlarını yalnızca şahsi kudretiyle değil, kadro aklıyla, liyakatle ve kurumsal sorumlulukla birlikte almış olmasıdır.

Bugün eksikliği hissedilen “sistemin içinden çıkan lider” modeli, Atatürk’ün bizatihi uyguladığı yönetişim biçimidir.

Unutulmamalıdır:

Kurumsallık, hesap verebilirlik, öngörülebilirlik ve liyakat; bireysel karizmadan değil, sağlam sistemlerden beslenir.

Kişilere göre şekillenen yönetim anlayışı sürdürülebilir değildir.

Türkiye, lider kültüne dayalı siyasal kararlar vermeye devam ettikçe; krizleri yönetemez, kurumsal kapasite inşa edemez, uluslararası güven oluşturamaz, ekonomik istikrar sağlayamaz.

Gelişmiş hiçbir ülke “aurayla” yönetilmez.

Yönetim; hukukla, kurumla, metodolojiyle ve denetimle yürütülür.

Ve sonuç nettir:

Önce sistem, sonra lider!

En doğrusu: Demokratik sistemin sınırlarını içselleştirmiş, o sistemin içinden çıkmış lider.

İşte bu anlayış – sağcı, solcu, liberal ya da muhafazakâr olsun – toplumun geniş kesimlerinde yerleşik bir zihniyet hâline gelmedikçe, kalkınma yalnızca bir söylem, istikrar ise geçici bir yanılsama olarak kalmaya mahkûmdur.

Tarihe not düşelim:

Bu böyle biline, böyle yazıla.