Aşırı bir yoğunluk içinde yüzdüğümüzde, gerçeklik algımız bulanıklaşır. Bu yalnızca ideoloji, bilim ya da din için değil, spiritüel meseleler için de geçerlidir. İnsan doğası gereği bilinmeze, metafiziğe ve ruhani olana ilgi duyar. Bu ilgi doğaldır; zira insan, varoluşunun anlamını aramaya eğilimlidir. Ancak burada kritik olan:
1. Bilgiyi bir yol gösterici olarak mı yoksa,
2. Mutlak bir gerçeklik olarak mı kabul ettiğimizdir?
İnsan çoğu zaman analitik bir bakıştan ziyade, hislerini onaylama ihtiyacı duyar. Zira sorgulama gerektirmeyen, zaten hissettiklerini doğrulayan bir düşünce sistemi, bireye konfor alanı sunar. Ancak hakikate ulaşmak, bu konfor alanından çıkmayı gerektirir.
• İlgi, insanın anlam arayışında derinleşmesini sağlayan bir itici güçtür.
• Kendini kaptırmak ise, eleştirel mesafeyi kaybetmek, bir düşünceyi veya inancı mutlak hakikat olarak benimsemek ve onun girdabına kapılmaktır.
Bu noktada ister ideoloji ister bilim ister sanat ister espritüel öğretiler olsun, insanın zihnini kuşatan her şey, sorgulanmadığında bir inanç sistemine dönüşebilir. Burada belirleyici olan, inanç ile körü körüne bağlılık arasındaki sınırın net bir şekilde çizilmesidir.
İnanç, bireyin anlam arayışında ona rehberlik eden bir içsel pusuladır. Ancak bu pusula tek yönlü bir rota sunduğunda ve sorgulama ihtiyacını ortadan kaldırdığında, birey farkına varmadan kendi inançlarının tutsağı hâline gelir. Espritüel öğretiler de bu kuraldan muaf değildir. Zira birey, kendi ruhsal yolculuğunu bir keşif olarak yaşamak yerine, ona koşulsuz bir bağlılık geliştirdiğinde, zihinsel esnekliğini kaybederek inanç doğmalarına hapsolur.
Kâmil insan, yalnızca hislerini onaylayan ve kendisine yakın bulduğu düşüncelere sığınan kişi değildir. Bilakis, gerektiğinde hislerini süzgeçten geçirerek, onlara mesafe koyabilen; kendi kabuğunun dışına çıkıp, dışarıdan gözlem yapabilen kişidir.
Gerçek akıl ve olgunluk, bireyin yalnızca dış dünyayı değil, kendi duygularını ve inançlarını da eleştirel süzgeçten geçirebilmesinde yatar.
Bu yüzden, neye ilgi duyarsak duyalım, ona teslim olmamalıyız. Zihni ve ruhu kuşatan her aşırılık, insanı hakikatten uzaklaştırır. Zarar verip vermemesi ayrı bir meseledir; ancak aşırı bağlılık, hislerimizi ve inançlarımızı mutlaklaştırarak bizi dar bir düşünce kalıbına hapsettiğinde, (dindarlık değil) dincilikten farksız bir zihinsel kapanış yaratır.
Gerçek anlamda özgür bir zihin, yalnızca hislerinin onayını aramaz; bilakis, onların da ötesine geçmeyi bilir.