Korku, insanın en temel duygularındandır. Çok yoğun yaşanır. Hepimizin
çeşitli, hatta başkalarına tuhaf gelebilecek korkuları vardır. Ama bütün
korkuların temelinde “ölüm korkusu” yatar. Çünkü her canlı gibi insanoğlu da
yaşama tutkuyla bağlıdır.
“İnsanları harekete geçirmek için iki manivela vardır. Menfaat ve korku.”
Demiş Napolyon Bonapart. Gerçekten de doğrudur. İnsanlık tarihi bunları
kullanan yönetimlerin öyküleriyle doludur. Despot ve diktatör yönetimlerde
Havuç ve sopa misali, çıkar sağlamak ya da korkutmak hala kullanılan
yöntemlerdir. Ama tarih de göstermiştir ki; bu yöntemler uzun süre gitmiyor!
Üstelik günümüz uygar dünyasına da yakışmıyor!
Ayrıca, toplumu en çok korkutanlar, biliniz ki; en korkak olanlardır!
İşledikleri suçlar, söyledikleri yalanlar yüzünden, eninde sonunda bir gün
bedel ödeyeceklerinden ve yaptıklarının cezasını çekmekten öylesine korkarlar
ki; bu korku onları, daha fazla suça, daha fazla yalana ve daha fazla korkutucu
olmaya iter. Bu sarmaldan kurtulamazlar. Korkularının esiri olanların, en
yakınındakiler, hatta suç ortakları bile zaman içinde onlar için tehdit
oluşturabilir. Paranoyakça bir şüpheyle herkesten korkan ve çoğu kez uykuları
kaçan despotlar, bu yüzden en yakınındakilere ve suç ortaklarına karşı da zalim
ve korkutucu olurlar. Bu kısır döngü tarih boyunca böyle sürüp gitmiştir. “Tarih,
tekerrürden ibarettir.” Diye boşuna söylememişler yani!
Günümüz insanı, artık korkularla yönetilip yönlendirilemeyecek kadar
gelişmiş bir dünyada, iletişim çağının ışığında yaşıyor!
“Hayat korkunun bittiği yerde başlar” diyen Osho gibi düşünüyor!
“Korkarak yaşıyorsanız, yalnızca hayatı seyredersiniz” diyen Nietzsche’ ye
inanıyor!
Artık kimse korkularının esiri olmak istemiyor! Korkutanların da en çok
korkanlar olduğunu biliyor!
“Başkalarını korkutanın, kendisi de hep bir korku içinde yaşar” diyen A.
Claudius’ a hak veriyor.
Günümüzde herkes, korkusuzca yaşayacağı, umut dolu bir dünya istiyor!