İçimde bir hüzün var, ince bir hüzün. Hep süregelen, hep derinleşen bir hüzün. Yıllardır teröre kurban giden insanlarımızın yarattığı bir hüzün bu.
Ölüm ve yaşamı ayıran incecik bir çizgide, korkuyla yürüyen, yaslı insanların ülkesindeyim sanki! Artık ölümlere tahammül etmek, acılara boğulmak öldürüyor ruhumuzu.
İşte yine, yeniden yaşıyoruz aynı acıları. Bu toprakların dışında Gara denilen bir yerde beş yıldır PKK terör örgütü tarafından rehin tutulan insanlarımız öldürüldü. Herkes, bütün ülke yasta!
Keşke operasyon başarılı olsaydı, keşke
kurtarılabilselerdi...
Bunca uzun yıllardır yaşanan ölümler, biz
geride kalanların, ruhunu da öldürüyor yavaş yavaş. Öyle ki; kimileri ölümü
kanıksıyor, kimileri de, yaşamak ve yaşatmak yerine, ölüme güzellemeler
yapıyorlar!
“ Ruhu öldürmek, bedeni öldürmekten daha
büyük cinayettir” diyen Gerhart Hauptmann’ a katılıyorum bu yüzden.
Devletin ve toplumun en önemli görevi ve
sorumluluğu, insanların can güvenliğini sağlamak ve yaşatmaktır. Yaşama hakkı
herkes için en kutsal haktır. Bütün ilişkilerde temel kural, sorumluluğunun
bilincinde olmaktır. Erdemli yaşamın temeli budur.
Toplumun yaşam değerlerini belirleyen şey,
o toplumda egemen olan kültürdür. Yakın zamanda kaybettiğimiz değerli Psikolog
Doğan Cüceloğlu, “Korku Kültürü (Niçin ‘mış gibi’) Yaşıyoruz?” adlı kitabında
der ki:
“Bir toplumda ‘korku kültürü’ egemense,
orada ne ‘gerçeğe koşulsuz saygı’ vardır ne de ‘can’ önemsenir. Her şeyde
olduğu gibi, bilimsel düşünce de gelişemez. Ve hayatlar ancak ‘mış gibi’
yaşanır.
Oysa hem toplum, hem de bireyler için, her
türlü olumlu düşüncenin saygı gördüğü ve gelişebileceği değerler ortamını ve bu
değerlerin yer aldığı anlam verme sistemlerini oluşturmanın yaşamsal önemi
vardır.”
Yine bu konuda;
“Bütün kötülüklerin ve savaşların temelinde,
yaşanmamış yaşamlar vardır” der Erich Fromm. Çok doğru. Çünkü:
Yaşam, kısa ve değerli bir zaman dilimi. Ne kadar yaşadığımız değil, nasıl yaşadığımız önemli. Her türlü olumlu düşüncenin saygı gördüğü ve gelişebileceği değerler ortamında ve korkunun olmadığı bir kültürde var olmanın, yaşamsal iklimini yaratmalıyız ulusça.
Ancak o zaman ölüme değil, “yaşama ve can” a güzellemeler yaparız.
Canın değerini ve önemini fark ettirmenin başka yolu var mı sizce de?