Bir kültür edebiyat dergisinde, başka bir bağlamda yazmıştım: Dil Aynı Kalırken Dünya Yenilenebilir mi?[1] Bu yazıda ileri sürdüğüm sav şuydu: Siyasi muhalefetin dilinin iktidar dilinin zıddı olmakla yetinmesi hali, onun zihnen iktidar tarafından içerildiğine/ele geçirildiğine işaret eder.

İster ulusal siyasetle ilgili olsun ister bireysel var olma mücadelemizde olsun, önümüze sürülmüş olan gündelik sıradanlık ve bayağılığın ötesinde ve üstünde, başka ve yeni dünyalar talep ediyorsak, var olandan yakınma ya da onu kınama yanında, fakat ondan çok daha fazla, hayal ve teklif ettiğimiz dünyanın ayırt edici cümlelerini kurabilmeye muhtacız: Duygusal olarak coşkulu ve ilham verici, inanç ya da düşünce bakımdan değerli ve derinlikli, ahlaki açıdan tutarlı, hedefler bakımından açık ve ölçülebilir, stratejik açıdan ise akılcı, gerçekçi ve güvenli cümleler…

Bu cümleler nasıl kurulacaktır?

Bir şair olduğumuza göre, biz bu soruya olsa olsa ‘şairane’ bir cevap verebiliriz. Şairane deyince de estetist bir düşünür olan Nietzsche’ye başvurmak yanlış olmasa gerek: “Gerçek ve kurgulanmış şeylere kattığımız bütün güzellik ve yüceliği, insanın mülkü ve ürünü olarak, en güzel savunması olarak geri talep ederek! 

Rudiger Safransky, Romantik adlı kitabında bu alıntıyı şöyle tefsir eder: “Nietzsche, Zerdüşt’te bu geri talep süreci için biçimsel imgeler bulur. İnsan ilk önce sırf ‘yapmalısın’ ile yüklenmiş bir devedir. Deve bir aslana dönüşür. Aslan bütün bu yapmalısın dünyasına karşı savaşır. Savaşır çünkü ‘istiyorum’unu keşfetmiştir. Fakat savaştığı için negatif olarak yapmalısına zincirli kalır. Var olabilmesi, isyan etmek zorunda olma zorlamasında tükenir. Burada işin içine çok fazla inat ve kasılma karıştığı için bu henüz çözülmüş bir iş değildir.

Çok mu soyut oldu? Nihayet ve ne mutlu ki Kılıçdaroğlu’nun büyük deprem yıkımının ardından yaptığı tarihi grup konuşması, bizim ‘şairane’ ve/veya soyut karşılanabilecek bu ifademizi somut, anlaşılabilir bir sorumlu siyasetçi dili ile -tanık olduğumuz kadarıyla ilk defa böylesine berrak ve inandırıcı- örnekledi. Konuşmaya yönelik benzer bir dikkat taşıdığımızı görmekten memnun olduğum bir köşe yazarından aynen aktarıyorum: 

“Konuşmasını uzun uzun düşündüğünü belirten CHP lideri, depremin ardından gittiği Hatay’da hissettiklerini ve düşündüklerini anlattı kürsüden. ‘Anladım ki ben artık eski ben olamayacağım’ derken sesinin titreyişini fark etmemek imkansızdı. Sözlerinin devamında da artık neden eski Kılıçdaroğlu olamayacağını açıkladı. ‘Bizim bir iktidarı değiştirmekten çok daha derin meselelerimiz var. Değişim, iktidarı değiştirmekten büyük olmalı. Zihniyeti değiştirmemiz lazım’ dedi. AKP’siz bir AKP düzeni kurmanın, aynı rantçı ve piyasacı akılla yol yürümenin ülkeyi düzlüğe çıkaramayacağını ilk kez bu kadar doğrudan bir şekilde vurguladı Kılıçdaroğlu. Ardından bu sözlerini şöyle pekiştirdi: ‘Büyük küçük herkes rantın peşinde. Biz ne yaptık kendimize böyle? Elbette önce bu düzeni suçlayacağız. Bu düzeni onlar getirdi. İğneyi kendimize batırmak zorundayız. Siyasete giren anormal şekilde zenginleşiyor. (…) Değişmemiz lazım. Düzenin çalışma şeklini kökünden değiştirmemiz lazım. Siyasetin yapılma şeklini değiştirmemiz lazım. Davranışlarımızı değiştirmemiz lazım. Her şeyi temelden değiştirmek zorundayız. Değişime bu vahşi neoliberal tek adam rejiminden başlayacağız. Halkı ilgilendiren her alana sirayet edecek değişim”

 

Bu siyasi-edebi notumu yine aynı kitapta anılan, Nietzsche’nin Carl Fuchs’a 29 Temmuz 1888 tarihli mektubundan esinlenen bir cümle ile bitirmek isterim: “Bu yazıda dile getirdiklerimle ilgili bana hak vermek hiç gerekli değildir. Arzu da edilmez: tam tersine, ironik bir dirençle birlikte, yabancı bir bitkiye gösterildiği gibi bir parça merak, alınacak en akılcı tutum gibi görünüyor.