Koronavirüs
salgınının dünyaya hızla yayılması veba salgını gibi korkutucu boyutlara
ulaştı. İnsanlık, öldürücü bir virüs karşısında var olabilme, sağ kalabilme
savaşı veriyor.
Albert Camus’nün
Cezayir’in Oran kentinde ortaya çıkan veba salgını nedeniyle tüm şehrin
giriş-çıkışlarının kapatılması suretiyle karantinaya alınmasının acılarını
anlatır “Veba” adındaki romanında. Şimdi dünyanın bütün büyük kentleri aynı
durumu yaşıyor. Sadece yaşlıların değil gencecik insanların ölümünü de bütün
dünya görüyor. Milyonlarca insan bu salgının acılarını çekiyor. Günübirlik
yaşayan milyonlarca emekçi aç kalmakla ölmek arasında tercih yapmak zorunda
bırakılıyor.
Hastalığın yayılmasını
önlemek için tüm insanların duyarlı davranması gerekiyor. Ülkemizde ise işin
ciddiyetinin halkımız tarafından, henüz anlaşılamadığını görüyoruz. Yönetim;
gerçekleri halktan gizleyerek kendi yıpranmasını önlemeye çalışıyor. Test
yaptırmak isteyen insanlarımızın İstanbul’daki bir hastane önünde kuyruk
oluşturmaları bu konuda dünya ülkeleri içinde ne durumda olduğumuzu gösteriyor.
Yeteri kadar test bulunmadığı ve yapılamadığı için gerçek hasta sayısı da
bilinemiyor. Test sayısı arttıkça hasta sayısı da artıyor.
Türkiye Cumhuriyeti
kurulduğu yıllarda sıtmadan, cinsel hastalıklardan, cüzzamdan, veremden,
trahomdan, çiçek hastalığından kırılan halkımızı kurtarmak için kurulmuş “Refik
Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü hiçbir ciddi neden ve gerekçe olmaksızın AKP
iktidarı tarafından kapatılmıştır.
“Refik Saydam
Hıfzıssıhha Müessesesi 27 Mayıs 1928 tarihinde kurulmuştur. Kurulduğu tarihte
geçerli olan 1267 sayılı yasa tasarısı uyarınca Sağlık ve Sosyal Yardım
Bakanlığına bağlı idi. Kurumun yetki ve sorumlulukları, gelişen ihtiyaçlar
karşısında değiştirilerek 4 Ocak 1941'de yeniden belirlenmiştir. Müessesenin
ismi 14 Aralık 1983'de "Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı"
olarak değiştirilmiş ve Sağlık Bakanlığı'na bağlı kuruluş haline getirilmiştir.
663 sayılı Türkiye
Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri
Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin 02/11/2011 tarihinde yürürlüğe girmesi
ile Türkiye Halk Sağlığı Kurumu'na devir olunmuştur.[2][3] Türkiye Halk Sağlığı
Kurumu da, daha sonra T.C. Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü olarak
isimlendirilmiştir. Bu müdürlük altında Refik Saydam isimli herhangi bir birim
artık bulunmamaktadır.[4]
Görevde bulunduğu
süre zarfında kurumda gerçekleştirilen çeşitli ilklerden bazıları şunlardır:[5]
1931: Ağız yoluyla
uygulanan BCG (Verem) Aşısı üretimi.
1932: Serum
üretiminin ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye gelmesi sonucu, dışarıdan serum
ithali durduruldu.
1933: Simple Metodu
ile kuduz aşısı üretimi.
1934: İstanbul
Aşıhanesi'nin enstitü bünyesine nakli ve çiçek aşısı üretimi ülke ihtiyacını
karşılayacak düzeye gelmesi.
1942: Tifüs aşısı
ve akrep serumu üretimi.
1948: Boğmaca aşısı
üretimi. İnfluenza virüsü, New-Castle virüsü ve tavuk vebası üzerine
araştırmaların başlaması.
1950: İnfluenza
Laboratuvarı'nın Dünya Sağlık Örgütü tarafından Uluslararası Bölgesel İnfluenza
Merkezi olarak tanınması, influenza aşısı üretimi.
1958: Frenginin
modern yöntemlerle teşhisi.
1965: Kuru çiçek
aşısı üretimi.
1970: Fibrinojen,
albumin ve gamma globulin üretimi.
1983: Kuru BCG
aşısı üretimi.
1987: AIDS
Araştırma ve Doğrulama Merkezi'nin açılması.
1992: Kan
ürünlerinin viral inaktivasyonu.” (*)
Bu kadar köklü bir
kurum neden kapatılır?
Aklıma Edip
Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şiirini getiriyor: “Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar diş
değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar “…”Ahmet
Abi, güzelim, milyonlarca aşı üreten, çiçek hastalığının kökünü kurutan, halkı
sıtmadan, veremden kurtaran, Çin’e bir milyon doz kolera aşısını parasız gönderen
bir Enstitü, sebepsiz neden kapatılır, neden kapatılır Ahmet Abi?”
Koronavirüs
salgınından sonra dünyanın ne kadar küçük olduğunu, insanların ne kadar
birbirlerine yakın olduklarını, yardımlaşmanın önemini daha iyi anladık.
Özellikle Çin’in kendisindeki salgını önledikten sonra başka ülkelerin
insanlarının yardımına koşması dünyadaki herkesi memnun etti.
Hiroşima’ya ve
Nagazaki’ye atılan atom bombalarından sonra çekirdek (nükleer) bombaların
kullanımının sadece atılan ülkeyi değil, dünyayı yaşanmaz hale getireceği
dehşetle öğrenildi. Bugün çekirdek bombalarına sahip olan ülkeler arasında bir
dehşet dengesi vardır. Hiçbiri elindekini kullanmak istemez, çünkü insanlığın
sonunu getirebilir.
Kapitalist sistemin
kana ve gözyaşına boğduğu dünyayı bu badireden kurtarmak için sosyalist/karma
ekonomik önlemlere başvurduğunu gördük. Kapitalist-liberal sistem, yüz yıl
sonra, Mustafa Kemal Atatürk’ün karma ekonomisine zorunluluk duymuştur.
Mustafa Kemal
Atatürk’ün bir milyon düz kolera aşısı verdiği Çin; seksen yıl sonra, bunun
karşılığı olarak Türkiye’ye elli bin adet Koronavirüs test kitini parasız
verdi. Yüz yıl sonra bile Mustafa Kemal Atatürk’ün dehasının Türk halkını
koruduğunu görüyoruz…
İki milyon yıldan
bu yana doğada var olma mücadelesini sürdüren insanın en büyük özelliği gözle
görülmeyen milyarlarca küçük canlı ile birlikte yaşamayı başarmasıdır. Hiç
kuşkunuz olmasın, yine başaracağız.
Bu salgının
laboratuvarda üretilmiş bir virüsten ya da hayvandan insana geçen virüsten mi
olduğu tartışılıyor. Her nasıl olursa olsun sadece çıktığı ülkeyi değil tüm
dünyayı sardığı yaşanarak görüldü. Bu nedenle bir gün
yaşambilimsel(biyolojik) savaşı
kazanacaklarını sananlara ders olduğunu düşünüyorum. Kim üretirse üretsin,
insanı yok etmeye yarayacak her virüs, üreteni de vuracaktır.
(*)https://tr.wikipedia.org