İtibardan tasarruf edilmeyen bir dönemden geçiyoruz. Ekonomik darboğazdan geçiyoruz, ancak itibardan tasarruf etmiyoruz. Hayat pahalılığından, emeklinin, emekçinin maaşlarının düşüklüğünden, işsizlikten yakınıyoruz ancak itibardan tasarruf etmeyi düşünmüyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan "sabredin" dedi, yıllardır sabrediyoruz. Güzel günlerin gelmesini dört gözle bekliyoruz.

İtibar denilince akla önce Cumhurbaşkanlığı Sarayları geliyor. Bu dar zamanda Sarayların harcamaları geliyor. Başta, CHP, muhalefet Cumhurbaşkanlığı Külliyesinin harcamalarını eleştiriyorlar. Sayıştay Raporlarında da bu harcamaların yüksekliğine işaret edildiği hatırlatılıyor., Cumhurbaşkanlığı giderlerinin giderek arttığına dikkat çekiliyor. Marmaris'teki yazlık saray ile Van Gölü yakınındaki Ahlat Köşkü anımsatılıyor. Keza, Erdoğan'ın "koruma ordusunun" harcamalarının artması, iktidarın emrindeki uçak filoları ve lüks araçları vs. eleştiriliyor..

Cumhurbaşkanımız Külliye’nin açıldığı yıllarda "itibardan tasarruf olmaz" demişti.. Erdoğan, Türkiye’nin “büyüklüğüne ve itibarına" yakışır bir Külliye inşa edildiğine işaret etmişti .. Erdoğan'ın bu sözlerini bir talimat olarak algılayan AKP'li belediyeler de, Türkiye'nin büyüklüğüne, itibarına yakışır belediye sarayları inşa etmeye, içlerini de o büyüklüğe uygun olarak donatmaya başlamışlar, yatırımlara girişmişlerdi. Kimsenin de aklına gelmemişti, "halkın vergilerini nerelere çarçur ediyorsunuz *" diye AKP'li belediye başkanlarına hesap sormaya. Olağan karşılanmış, hatta alkışlanmıştı. "Yakışır" denmişti.
Osmanlı mirası sarayları, köşkleri kullanarak ve yeni saraylar inşa ederek, cumhuriyetin, demokrasinin değerlerinin risk altına girip girmediğini, sosyal devletten uzaklaşıp uzaklaşılmadığını sorgulayan oldu mu bilmiyorum.
Toplum 1980'lerden itibaren alıştırılmıştı tüketim toplumu olmaya. Lükse, şatafata. İtibara, markaya.. O yılların siyasi liderleri de "büyük düşünmenin ve itibarın öneminden " söz ederlerdi. O yıllarda da vatandaş, hayat pahalılığından, enflasyondan, maaşların düşüklüğünden, işsizlikten yakınırdı. Ancak bugün olduğu gibi o zaman da dar gelirli, az eğitimli seçmenin çoğu, izlenen yanlış politikaların sorumlusu olarak, oy verdikleri muhafazakar iktidarları görmez, o partilere oy vermeye devam ederdi. Bugün olduğu gibi o yıllarda da, tasarrufun öneminin bilincinde olan aydın toplum kesimleri vardı.Sağ iktidarların politikalarından, hesap bilmezliğinden rahatsız olanlar. Ancak bu kesimlerin gücü, çoğu zaman iktidarları değiştirmeye yetmezdi. Yakınır dururlardı o kesimler, bugünkü gibi.

1950 seçimlerinde Demokrat Parti'nin iktidar olduğu yıllarda çocuktum. Ankara'nın eski mahallelerinden Hamamönü’ndeydi evimiz. Dar gelirli bir aileydik. Rahmetli anne babam Demokrat Parti’yi destekler, CHP'nin iktidar olduğu yıllarda çektiği sıkıntıları, karneli zamanları ikide bir anarlardı.” Şeker, ekmek, kömür karneleri önce memurlara verilirdi. CHP memurların partisiydi” derlerdi. İnönü'nün çok tutumlu olduğuna da “cebinde akrep vardı” diyerek anlatırlardı.

Yıllar sonra öğrendim İnönü’nün Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında çok güç koşullardan gelen bir asker olarak hayli tutumlu olduğunu. Ailesini de tutumlu olmaya yönlendirdiğini. Binlerce yılın acı deneyimlerimden geçmiş, eski ve köklü bir ulusa yeni yaşam idealleri vermek için Atatürk ile birlikte büyük uğraş verdiklerini de yıllar sonra öğrendim. Bozulan eski düzen yerine, büyük zorluklar, sıkıntılar içinde yeni bir düzen kurmaya, reformlar gerçekleştirmeye çalıştıklarını öğrendim. Genç Cumhuriyetin eğitim felsefesinin, tasarruf ve alçak gönüllü bir yaşam tarzı olduğunu da.
Anne ve babamın yakındığı sıkıntıların, İkinci Dünya Savaşı nedeniyle yaşandığını, ülkeyi savaşa sokmayan İnönü'nün, çocukları babasız, eşleri kocasız bırakmadığını öğrendim. Ve de ülkeye demokrasiyi yerleştirme hedefiyle 1950 seçimlerinde, herhangi bir oyuna girmeksizin iktidarı Demokrat Parti’ye devrederek, “Ben olmadan Türkiye sorunlarla baş edemez. Başınızda kalmaya devam etmeliyim” demediğini öğrendim.

O yıllar itibardan tasarruf edilen yıllardı. O zamanın siyasileri de topluma örnek olma çabasındaydılar. Görmüş geçirmiş kişiler olarak gösterişten, şatafattan uzak bir tutum içindeydiler. Görgüsüz de değillerdi, sonradan görme de. Toplumsal tutum bilincinin oluşması için çaba harcarlar, tasarrufa önem verirlerdi. Mütevazi, nazik insanlardı. Bir gün “ak” dediklerine, ertesi gün “kara” demezlerdi. “Ben gidersem haliniz harap” demezlerdi. Demokrasimiz 21. yüzyılda olduğu gibi ileri düzeyde demokrasi değildi. Ancak siyasilerimiz demokrasiye yürekten inanır, demokrasiyi “tramvay” olarak görmezlerdi. Kâh iktidarda kaldılar, kâh muhalefette. Alınları ak, başları dikti. Kuvvetler ayrılığına inanır, adaletin temelinin mülk olduğuna inanır, egemenliğin gerçek sahibi millete hesap vermekten kaçınmazlardı. Bizans oyunlarını bilmez, saray entrikalarından anlamazlardı.

Bu durum o yılların gençlerini de etkilemişti. Mülkiye’de (A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi) öğrenciydik o yıllarda. Demokrasiye önem veren, halka hizmeti önemseyen, vatan aşkından gayri aşk bilmeyen gençlerdik. Alınlarımız ak, başlarımız dikti . Yüreğimizde, demokrasiye bağlılık, halka, vatana hizmet aşkı vardı.” Başka bir aşk istemez, aşkınla çarpar kalbimiz, Ey vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz” derdik. 1968 dünya gençlerinin daha özgür, daha barışçıl ve daha eşitlikçi bir dünya için mücadele başlattıkları yıldı. Bizler de o mücadeleden etkilenmiştik. Bu gençler daha sonra "68 Kuşağı" olarak anıldı.

O yıllardan bu yana Türkiye'de inanılmaz olaylar, gelişmeler yaşandı. Gelen düzen giden düzeni aratır oldu. Türkiye’yi tüketim toplumu yapma ve israfa alıştırma 80'li yıllarda başladı.80'lerden sonra, hem ağır sanayiden vazgeçilip tüketim malı üretimine ağırlık verildi, hem de ithalat büyük ölçüde serbestleşti. Özel TV kanallarının kurulması ve yayılması ile birlikte yoğun bir tüketim toplumu propagandası başladı. Genç kuşaklar da buna göre yetişti tabii. Türkiye gibi kaynakları kısıtlı ülkeler açısından herkesin son derece tutumlu olması gerektiği düşünülmedi.

Tasarrufun önemini düşünmeyenler yok değil. Örneğin 68'ler kuşağından geride kalanlar..68'liler kuşağı olarak sosyal medya üzerinden haberleşiyoruz. Her birimiz yurdun bir köşesinde. Çoğumuz sağlık sorunları ile boğuşuyoruz. Gün geçmiyor ki sonbahar yaprakları gibi toprağa karışan bir arkadaşımızın haberi düşmesin sosyal medyaya..68. kuşak yavaş yavaş sıfırlanıyor. Çoğu umutsuzluk, karamsarlık içinde genç olduklarında beğenmedikleri, eleştirdikleri düzeni arıyorlar..

Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyetin değerlerinin aşındırılmasından kaygılılar. FETÖ darbe girişiminden ders almayan siyasilerin, tarikat ve cemaatlerle yakın ilişkilerinden rahatsızlar. Laiklikten uzaklaşılmasından rahatsızlar. Siyasilerin yargıyı etkileme çabalarından rahatsızlar. Muhalefeti sindirmek için yargının alet edilmesi girişimlerinden, demokrasinin yıpratılmasından rahatsızlar. "Gençliğimizde hayal etmediğimiz gelişmelere tanık oluyoruz.. O yıllarda arzuladığımız Türkiye böyle değildi." diyorlar.

Ekonomik krizin yaşandığı, hayat pahalılığının devam ettiği, yolsuzluk iddialarının arttığı bir dönemde "İtibardan tasarruf edilmez" şeklindeki söylemlere de bir anlam veremiyorlar. Demokratik ülkelerin değil, üçüncü dünyanın otoriter yönetimlerinin ekonomik getirisi olmayan gösterişli yatırımlara özendiklerine dikkat çekiyorlar.

"Şah değil, padişah değil. Bunca saraya, şatafata özenmek neden, bu saltanat neden ?" diye soruyorlar.