"Küçük yaşlardan itibaren önce sezgiyle, sonra akılla, bilgiyle ve mantıkla Alevi felsefesini kendime çok yakın bulmuştum. Çünkü izm’ler arasında, beni en çok anlatan kavram olduğuna inandığım ‘hümanizm’, bu inancın temelini oluşturuyor ve yüzyıllar boyunca ezilmiş, iftiraya uğramış olmaları içimde Alevilere karşı derin bir sevgiye ve dayanışma duygusuna yol açıyordu.

Bu konuda yerli ve yabancı yayınları okudukça ilgim daha da arttı. Osmanlı fetihlerine imza atan Yemiçeri ortalarının Pir Hacı Bektaş değil miydi?

Bektaşi-Aleviliğin kurucusu Hacı Bektaş Ahmed-i Yesevi’nin talebesi değil miydi? Anadolu’nun ve Rumeli’nin Türkleştirilmesinde bu inanca bağlı ‘kolonizatör Dervişler’ büyük rol oynamamış mıydı?

Osmanlı’nın kuruluşunda bu inancın önemli bir rolü yok muydu? O zaman niye Yavuz Sultan Selim’den sonra imparatorluğun Araplaşma dönemi başlamış ve Anadolu Alevileri katledilmişti? Bu soruya basitçe, İran tehdidinden dolayı cevabı verilebilir. Şii İran Şahı’nın, Anadolu’daki Alevileri kullanarak Osmanlı’ya bir tehdit oluşturduğu söylenebilir.

Ama burada da garip bir durum var.

Yavuz’la savaşan İran Şahı İsmail, Hatayi mahlasıyla (bugün de türkülerini dinlediğiniz) şu şiirleri yazıyordu:

Ezel bahar olmayınca

Kırmızı gül açmaz imiş

Kırmızı gül açmayınca

Sefil bülbül ötmez imiş

Şiir şöyle bitiyordu:

Dost dosttan ayrılmayınca Dost kıymetin bilmez imiş

Şah İsmail’in bugün yazılmış gibi duran temiz bir Anadolu Türkçesine karşılık, Osmanlı Sultanı Yavuz Selim’in şiiri şöyleydi:

merdüm-i dîdeme bilmem

ne füsûn etti felek

eşkimi kıldı füzûn giryemi hûn etti felek

şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân

bir gözleri âhûya zebûn etti felek

İkisi de çok güzel şiir ama bir hangisi Türkçe’ye daha yakın?

İran Şahı’nınki değil mi?

Yani İran Şahı Türkçe, Osmanlı Sultanı ise Farsça kelimelerle şiir yazıyor. Sadece bu örnek bile, ulus-devlet çağından sonra yetişmiş olan bizlerin, tarihi bu gözle anlayamayacağımızı göstermiyor mu?

Karl Marx “Fatih ülkeler, fethettikleri ülkelerin kültürlerinin etkisi altına girerler” der.

Bence Osmanlı İmparatorluğu’nda olup biten bir parça bu sözle açıklanabilir.

Arap yarımadası fethedildikten sonra Arap etkisi artmış, gözden düşen Aleviler ise kıyımlara uğratılmış, dağlara kaçmak zorunda bırakılmış ve haklarında binbir iftira üretilerek ‘İslam dışı, ahlaksız’ bir topluluk olarak tanıtılmaya çalışılmıştı.

Bugün skandal yaratan açıklamalar aslında birer gaf değil, yüzyılların kafalara yerleştirdiği bu iftiraların tortularıdır.

Bugün bazı Müslümanlar ‘Kızılbaş’ kelimesini ensest anlamında kullanarak büyük bir günah işlemektedirler.

Çünkü Kızılbaş, 15. Yüzyıl’da Şeyh Haydar tarafından, kendi yolunu izleyenlere önerilen bir 12 dilimli kırmızı bir serpuştur. 12 dilim de 12 İmam’ı temsil etmektedir. Bu serpuşu başlarına takanlara, Osmanlı deyimiyle Alici Türkmenlere Kızılbaş denilmiştir.

Princeton Konferansı metnine giriş olarak yazdığım bu satırlara bazı bilgiler daha eklememe izin veriniz. Son günlerde televizyonlarda Alevilik konusunda birçok tartışmaya rastlıyorum. 2010 yılında bu konuda hala kulaktan dolma bilgilerle konuşulması açıkçası üzüyor beni. En iyi niyetli olanlar bile Alevilerin Hz. Ali’yi, Hz. Muhammet’ten üstün tuttukları gibi yanlış kanılara sürüklenebiliyorlar.

Alevilerin yüzyıllardır ‘Medet Allah, Ya Muhammed, ya Ali’ demeleri bile bu yanlış inancı silmeye yetmiyor.

Gelin büyük Alevi ozanlarından Teslim Abdal’ın bir deyişine göz atalım isterseniz.

Sen hak peygambersin şeksiz gümansız

Sana uymayanlar dimsiz imansız

Teslim Abdal neyler dünyayı sensiz

Adı güzel, kendi güzel Muhammed.

(Geçenlerde din ağırlıklı bir radyo bu dizeleri Yunus’a malediyordu. Doğru değildir.)

Alevi kültür geleneği o kadar güçlüdür ki arabesk akımlar bu topluluklar arasında yaygınlaşmamıştır. Kültürlerinin en önemli ögelerinden biri olan bağlamayla kendi deyişlerini, nefeslerini icra ederler. Hacı Bektaş-ı Veli’nin ‘İncinsen de incitme!’ öğüdüne uyarlar."

ALEVİLER NEDEN İFTİRAYA UĞRADI?

Alevi toplulukları üzerinde her yüzyılda baskılar uygulanmış, kitle halinde öldürülmüşlerdir. Kadın erkek eşitliğine inanmaları, kadınlarını peçe altında saklamamaları da çeşitli iftiralarla karşılaşmalarına neden olmuştur. Oysa Alevi ahlakının temel ilkesi; eline, diline, beline sahip olmaktır.

Anadolu Aleviliği’nin kurucusu olarak Hacı Bektaş gösterilir. Her yıl Ağustos ayında 500 bin kişinin anmaya gittiği bu bilge adamı anlatan efsaneler, onun Anadolu’ya bir güvercin kılığında geldiğini anlatır. Burada hem Şaman inancındaki kutsal kuş motifine hem de barış temasına gönderme yapılmaktadır.

Efsanedeki barış vurgusu, kuşku götürmeyecek kadar açıktır. Çünkü güvercin kılığındaki Hacı Bektaş, bugün kendi adını taşıyan kasabanın üstüne geldiğinde, yerdeki bir kadın “üstlerinden bir er geçtiği”ni söyler. Bunun üzerine şahin kılığına giren Kara Donlu Can Baba adlı kişi güvercinin peşine düşer. Güvercin silkinerek insan olur ve şahini boğazından kavrar.

Şahin, “İnsan insana zulmeder mi?” diye sorar. Hacı Bektaş’ın ona verdiği cevap, efsanenin amacını açıklar niteliktedir.

Der ki: “Ben Anadolu’ya gelirken, bulabildiğim en masum yaratığın kılığına girdim. Güvercinden daha masumunu bulsaydım o kılığa girerdim.”

Dostluk, komşuluk temaları...

Aleviler’in yarattığı güçlü edebiyat içinde yer alan bütün efsaneler, şiirler ve özlü sözler, barış, masumiyet, dostluk, şiddet karşıtlığı, komşuluk, eşitlik, sevgi temalarını işlemektedir.

Şimdi kısaca Aleviliğin temel inancına bakalım. Konumuz teoloji olmadığı için, üzerinde çok çalışılmış olan inanç konularına derinlemesine girmeyecek ve sadece özetlemekle yetineceğim. Alevi inanç felsefesinin en önemli ilkesi “oluşum”dur. Tanrı‘nın ilk biçimi, (Budizmde olduğu gibi) insanlar tarafından tasarlanamayacak bir özdeşliğe sahiptir. Tanrı çeşitli evreler geçirmiştir ve (Hegelci mantıkta olduğu gibi) kendine yabancılaşarak evrende, doğa ve insan biçiminde tezahür etmiştir. İnsan olmadan, Tanrı’nın olması mümkün değildir.

Bu yüzden insan, Tanrı’nın bir yaratısı, Tanrı’nın yeryüzündeki belirtisi ve dolayısıyla Tanrı’nın kendisidir. Ademin yeryüzüne sürülüşü bir cezadan çok terfi anlamı taşır, çünkü dünyada bir bedene sahip olmuştur. Alevi araştırmacısı Anton Josef Dierl bunu şöyle yorumlamaktadır:

“Düşünen insanda Tanrı, bu evrendeki kendi bilincine varır. Bu nedenle insan, daha doğrusu kamil insan yeryüzündeki gerçek Tanrı’dır.

Kamil insan, sıradan insanların uyması gereken kuralları belirleme hakkına sahiptir. İnsan, ruhsal varlığı ile meleklerden daha aşağı bir kademededir.

Ama bu ruhsal varlık, çok değerli olan insan bedeniyle birleşince bir melekten daha yüksek düşünme kapasitesine sahip olabilir. Bu yeteneğe ulaşmış olan insanlar kamil insan mertebesine yükselir. Bütün bu nedenlerle insan bedeni, cinsellik ve sanat Aleviliğin mutlak olarak olumladığı değerlerdir.”

Genç Abdal şiirinde diyor ki:

“Tanrı’yı sevenler Tanrı ile beraberdir, onlar Tanrı’nın içindedir, onlar tanrıdır.”

Bu tip düşüncelerin, Ortodoks İslam sayılan Sünni mezhebi üyelerini çok kızdırdığı kolayca anlaşılabilir.

Bu düşünceleri taşıyan şair Nesimi, 1714’de Halep’te derisi yüzülerek öldürülmüştür.

Alevi toplulukları üzerinde her yüzyılda çok büyük baskılar uygulanmış, kitle halinde öldürülmüşlerdir. Kadın erkek eşitliğine inanmaları, kadınlarını çarşaf ve peçe altında saklamamaları da çeşitli iftiralarla karşılaşmalarına neden olmuştur. Anadolu’daki Sünni Müslümanlar Aleviler’i ahlaksızlıkla, ensest ilişkilerle suçlamışlar ve bu söylentiler Alevilik karşıtı bir propagandanın aracı olarak kullanmışlardır. Oysa Alevi ahlakının temel ilkesi; “eline, diline, beline sahip olmak”tır.

Bu ilkeler elle yapılacak hırsızlık, dövme gibi kötülüklerden uzak durma, dille hakaret edip yalan söylememe ve cinsel olarak tecavüzde bulanmama anlamına gelir. Aslında bu üç kural da Aleviliğin kökleri hakkında bilgi vermektedir bizlere. Prof. Irene Melikoff bu üç kuralı eski Mani dinine bağlar.

Ağzın, elin ve kalbin mühürleri vardır, Mani inancında. 8. Yüzyıl’da Mani dinine sahip Uygur metinleri bu kuralı “üç damga” olarak adlandırıyor.

Orhun yazıtlarında şöyle deniliyor:

“Bugüne kadar etle beslenen halk , bundan böyle pirinçle beslenecek; öldürmenin kınandığı ülke, iyilik öğütlenen ülke olacak.”

ALEVİLER, ÇAĞDAŞ YAŞAMI DESTEKLEDİ

Aleviler Kurtuluş Savaşını'da Cumhuriyeti de destekledi. Anadolu’da bir direniş hareketi öğütleyen Mustafa Kemal Atatürk, Hacı Bektaş’a vekalet eden manevi liderden destek aldı. Cumhuriyet döneminde Aleviler, laikliğin, Atatürk reformlarının, kadın haklarının, çağdaş yaşam biçiminin ve daha sonra da sosyal demokrat hareketlerin yanında yer aldı

ALEVİLERİN toplu ibadetlerine ‘cem ayini’ denilmektedir. Bu törenlerde insanlar birbirlerinin yüzlerini görecek biçimde, daireler oluşturarak otururlar. Camide namaz kılan Müslümanların birbirinin arkasına sıralanması ve önündekinin sırtını görmesi Alevi anlayışına uygun değildir. Bu yüzden kutsal sayılan kadın ve erkek yüzleri birbirini görebilmelidir. Cem töreni dini lider ‘dede’ tarafından yönetilir. Dedeler genellikle saz çalarlar. Saz Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri ‘kopuz’ denilen çalgının gelişmiş biçimidir. Uzun saplı bir telli enstrümandır. Bu çalgı eşliğinde eski ozanların şiirleri seslendirilir, Muhammed’e, Ali’ye ve 12 İmam’a dua edilir, topluma öğütler verilir. Törenin belli bir bölümünde kadın ve erkekler birlikte ‘semah’ denilen dansı yaparlar. Bu dans, turna kuşunun hareketlerini andırması bakımından ilginçtir. Alevilikteki ruhun göçü ve başka bedene girmesi ‘reenkarnasyon’ inancına göre bu ruhları taşıyan kuş, turnadır. Turna bir çeşit kutsal kuştur. Çünkü en yükseklerde uçar ve ruh göçünün taşıyıcılığını yapar. Turna Semahı da bunu anlatan bir rakstır. Cem törenlerinden bazılarında ben de bulundum. Özellikle Doğu Anadolu’daki Keşiş Dağları doruklarında, modern dünyayla pek az ilişkisi olan karlarla kaplı Hınzoru köyündeki cem töreni, geçmiş yüzyıllardan bu yana pek az değişiklik göstermiş olabilir. Cemin en ilginç bölümlerinden birisi ‘özünü dara çekmek’ (kendini dar ağacına asmak) olarak adlandırılan öz eleştiri töreniydi. Suç işlemiş bir kişi toplumun önüne çıkarak bu suçunu itiraf ediyor ve sonra dede tarafından kendisine bir ceza veriliyordu. Kiliselerdeki günah çıkarmayı hatırlatan bu gelenek, her bireyin kendi kendisiyle hesaplaşması sonucunu doğuruyordu. Verilen cezalar genellikle toplum yararına yiyecek temini gibi cezalardı. Daha önce de belirttiğim gibi insan öldürme ve cinsel suçlar kesinlikle bağışlanmıyor o kişi toplum dışı olarak ilan ediliyordu. Cemin bir başka bölümünde birbiriyle çözemedikleri sorunları olanlar, bu sorunları dedenin ve toplumun önüne taşıyorlardı. Birbirleri aleyhinde yaptıkları şikayetler, köyün tanıklığı ve dedenin kararıyla çözümleniyordu. Alevi inancının en önemli kurumlarından birisi “müsahip” geleneğidir. İki insan birbirinin müsahibi olunca, ölene kadar bir çok yükümlülükler üstlenir. Müsahip kurumu insanlar arasındaki arkadaşlığı pekiştiren ve toplumda dayanışmayı artıran bir işleve sahiptir. Fransa Bilimsel Araştırmalar Merkezi’nden antropolog Altan Gökalp, bu kurumu Fransız İhtilali’nden Saint Juste’ün oluşturduğu mahalle dayanışması fikrine benzetmektedir. Anadolu Aleviliği Ali ve onun soyundan gelenleri kutsal sayar. Bu yüzden çoğu zaman İran’daki Ali taraftarı Şii’lerle karıştırılırlar. Oysa Alevilik, Şiilik’ten çok farklı bir şeydir. İran’daki Şii yönetiminin katı din kurallarına sahip olduğunu ve camilerde namaz kılmak gibi dini ibadete çok bağlı bulunduğunu, kadınların kapalı gezdiğini ve alkol kullanmanın yasak edildiğini biliyoruz. Oysa daha önce de belirttiğimiz gibi Alevilerde bunların hiçbiri yoktur. Aleviler öncelikle kutsal kitap Kuran’ın bugünkü biçimine inanmazlar. Onlara göre, içinde çokça Ali’den bahsedilen gerçek Kuran yazılmamış, daha sonra da üçüncü halife Osman tarafından yazılan Kuran ise Muhammet ve Ali düşmanlarının istedikleri gibi manipüle edilmiş, bir çok yeri değiştirilmiştir.

13 Yüzyıl’daki mucize

Bu anlayışların neden merkezi Osmanlı idaresi tarafından hoş görülemediği kolayca anlaşılabilir. Çünkü Osmanlı sultanları, çok geniş bir alana yayılan imparatorluğu yönetebilmek için katı din kuralları olan ve bir nevi İslam Ortodoksluğu sayılan Sünni mezhebini tercih etmişlerdir. 13. Yüzyıl sonunda imparatorluğu kuran Sultan Osman ve Orhan’ın Alevi-Bektaşi inancına yakınlığı ve Yeniçeri Ordusu’nun Hacı Bektaş’a bağlı olması bu gerçeği değiştirmemiştir. Özellikle 16. Yüzyıl başlarında İran’da yönetimi ele alan Türk asıllı Şah İsmail’in Anadolu Alevileri arasında çok sayıda taraftar toplaması, padişah Yavuz Sultan Selim’i çok rahatsız etti ve İran-Osmanlı savaşı öncesinde Anadolu’da çok büyük bir Alevi katliamı yaşandı. Hayatta kalanlar dağlara çekilip, saklanarak ibadet ve yaşamlarını sürdürmek zorunda kaldılar. Bu savaşı Osmanlıların kazanması da Alevi inancının bir yönetim biçimi haline gelmesini engelledi. Yüzyıllarca baskı altında kalan Alevi-Bektaşi anlayışı, 20. Yüzyıl başlarında Jön Türk hareketinin kendilerine ilgi duymasıyla tekrar gün ışığına çıktı. Ve Anadolu’da bir direniş hareketi öğütleyen Atatürk, Hacı Bektaş’a vekalet eden manevi liderden destek aldı. Cumhuriyet döneminde Aleviler, laikliğin, Atatürk reformlarının, kadın haklarının, çağdaş yaşam biçiminin ve sonra da sosyal demokrat hareketlerin yanında yer aldılar. Mevlana’yı, Hacı Bektaş’ı, öğrenciler aracılığıyla Anadolu’yu çok etkilemiş olan Ahmed-i Yesevi’yi, Tapduk Emre’yi, Şeyh Edbali’şi, Ahi Evran’ı düşünün. Biz 13. Yüzyıl’da bir mucize yaşadık. Ne yazık ki bu mucize 21. Yüzyıl Türkiyesi’ni yeteri kadar aydınlatmıyor. Çünkü gözlerimizi kapatıyoruz.