Bu Dünyada olmak, yaşamak gerçekten çok güzel. Hele bunu fiziki yaşamda olduğu gibi, sosyal, siyasal ve duyguda da yaşamak muhteşem. Bulunulan yerden bir tık yukarıya çıkıp, neler oluyor diye bakmaya başlayınca, durum kişisel olmaktan çıkıyor ve karışmaya başlıyor. Bir de sorgular iseniz, işin içinden çıkmanız hiç olası değil.

İşin en enteresan tarafı ise, bir yanda evren, onun içinde dünyalar ve onun içinde de yaşam bulan canlılar. Yani ot, çöp derken bizler.

Doğada "su, akıp yolunu bulur" iken; biz, bu evrenin en gelişmiş, evrimleşmiş canlıları olarak, suyun, yer kürenin basıncı, yerçekimi kuralları gibi basit ve yalın, kendiliğince olağan durumlara bakıp, bu dünyada evrimin harikaları olan sürece ne methiyeler düzüyor, ne gerekçeler buluyoruz ki, sormayın gitsin!..

Evrenin yaşı 4-5 MİLYAR YIL ile ölçülürken, Amerika'nın MIT (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) araştırmacıları, kayalarda buldukları deniz süngeri kalıntıları ile ilk canlının 640 milyon yıllık bir geçmişinden söz edebiliyor.

Konu "İnsana" gelince ise, Afrika'da bulunan kalıntılarından, doğada evrim geçirmemiş ilk insana ilişkin kabul edilebilir kalıntılara 200 bin yıl önce rastlanıyor. Yine aynı yerde bulunan evrimleşen, günümüz insana benzeyen kalıntılarının yaşının ise, 60 ile 100 bin yıl olabileceği tartışılıyor.

Neolitik Çağ denen ilk uygar (kayalar üzerine bir şeyler yazan, çizen) insan ise, yine yeryüzünde yaklaşık 10 bin yıl önce görülmektedir.

Evren, Dünya ve İnsan ile ilgili bilinen, bütün öyküler budur.

Gelelim bunun nasıl anlatıldığına.

Unutmayalım herkesin bir öyküsü ve öyküsünün bir gerekçesi vardır. Bu da sebepsiz olmadığı gibi, öyküsü de türlü, türlüdür.

Bilimsel kitaplara bakarsınız bir insanın bir de insanlığın öyküsünü bulursunuz, inanç kitaplarında ise başka bir öykü bulursunuz.

Her ikisinin de, binlerce hatta milyonlarca inananı ve güveneni vardır. O zaman "doğru nedir?"

Ağzımız açıldığı zaman "doğru tektir" deriz ama uygulamada herkesin bir doğrusunun olduğunu görürüz.

Dahası da var, 3 bin yıllık yazılı kaynaklara göre insanlık tarihi ile ilgilenen Herbert Spencer, "Her insan bir dünyadır" demektedir. Bu ise gününüzde sekiz milyardan fazla insan ve dünya demektir.

Ben de Herbert Spencer gibi düşünüyorum.

İnsanlık tarihine ve insanlara baktığımızda, "insan" denilen canlı ile ilgili iyi ve güzel şeylerden söz edebileceğimiz gibi, "bu insanlar, insanlık bu kadar nasıl olabilir?" denilecek noktalara bile varabiliriz.

Henüz devletin olmadığı, herkesin kendince yaşamda kalmaya çalışğı "doğa durumu"nda; insanları eşit olarak saysak da, iki kişi aynı şeyi istediği an çekişme, kavga ve düşmanlığın olmayacağını göz ardı edemeyiz.

Bu da doğada da, doğa durumunda bir "güvensizlik" durumun olduğunu, olması gerektiğini gösterir.

Bütün canlılar için geçerli olan "güven ve güvensizlik durumu" gereği, güvensiz ortamların doğal sonucu hep kaos ve savaştır.

Thomas Hobbes da bu durumu “insan insanın kurdudur” diyerek dile getirmiştir.

Bu süreçler başlangıçta, topluluk, aile ve toplum gibi sosyal yapılar oluşturularak çözümlenmiştir. Zamanla da, şehir devletleri ve devletler ortaya çıkmıştır.

Bir takım sözcük ve kavramlardan söz edilince de, bazı insanlar hemen her şeyi "siyasi" olarak algılayıp, "tu kaka" yapmayı pek severler. Can Yücel'in dediğine uyarsak, bilimsel olarak, sosyolojide bu sürece "kapitalist" süreç denilir, feodal süreçten, kapitalist sürece ve daha da ilerisi süreçlere geçince de, devletler, günümüzde ise neredeyse "şehir devletlerine" dönülmek üzeredir.

Çünkü kapitalist sistem, her türlü bilimsel veriyi ve bilgiyi kullanarak ekonomik süreçlerini yürüttüğü gibi, yönetimde de "parçala, böl ve yönet" taktikleri ülkeleri, milletleri, toplulukları ve insanları bölerek yönetme noktası gelmiştir. Süreç de getirilmiştir.

Yirminci yüzyılın başında başlayan "uluslaşma süreci", ki öncüsü, 1924 Anayasasında "Türk Milleti" tanımını "Türkiye ahalisine, din ve ırk farkı gözetmeksizin vatandaşlık itibarıyla Türk denilir" diyerek yapan, Mustafa Kemal Atatürk sayılabilir.

İslamiyet, Arap kabilelerinin arasındaki çekişmeler ile mezheplere nasıl bölünmüş ve günümüzde de bu güdümlü "arap milliyetçiliği" din olarak toplumumuza yedirilmeye çalışılıyor ise, yarım yüzyılı aşan uluslaşma süreci sabote edilerek, toplum etnik ve inançsal bölünmelere kurban edilmektedir.

Ülke yurttaşlarının, ülkeleri için ürettikleri ekonomik değer, o ülkenin bütçesine gelişme, kalkınma, büyüme olarak; topluma, yurttaşlara da ekonomik refah olarak yansıması gerekir.

Günümüzde bu kadar emek ve çaba ile yaratılan, üretilen "ekonomik refah", yurttaşlar arasında "adil" bir şekilde dağıtılmadığından, hatta yeni bir yandaş sermaye kesimi yaratılmaya çalışıldığından;

Toplum kesimleri arasında ki etnik kökenler arasında,

Özellikle son yıllarda desteklendiği için yaygınlaşan İslami inanç kesimleri (tarikat, cemaat ve dernekler) arasında bile ekonomik temelli çekişmeler ve iç çatışmaların yaşandığı, basın yayın organlarında bile haber yapılmakta, tartışılmaktadır.

Etnik boyutu ise, kapitalizmin emperyalist aşamasına çok kolay kaşınabilir hale gelmiştir.

Evet, insan insanıdır kurdu imiş öğrendik de, bazı sistemler ve inanç kökenli gibi satılan bazı organizasyonlar da, insanın ve insanlığın kurdu olduğunu görüp, fark edip de,

BİRİ BİRMİZİ YEMESEK Mİ?

Hani derler ya, "akıllı insanlar başkalarının yaşamından, sıradan (akılsız) insanlar ise, kendi yaşamından ders alırlar" mış, ya!...

En yakın geçmiş, bizlere ülkeyi "kardeş kavgasından, kandan kurtardık" diyenlerin, 12 Eylül 1980 gecesi için "bizim oğlanlar başardı" diye birbirlerine müjde veren verenlerin oyuncağı olmasak!

Ne dersiniz?