Yazın rehaveti mıdır, yoksa devir mı değişti pek anlamıyorum ama herkes bir şeyler yapıyor, fakat sonuç yok.

Siyasiler siyaset yapıyor, halk çarşıda, pazarda, koşturuyor, tarlada tokatta çabalıyor, sonuç yine elde var bir, onu da bir koymuştuk zaten.

Çevresine, trene bakar gibi bakmayıp, neler oluyor diye bakanlar, öyle şeyler görürler ki, sormayın gitsin ama her ne hikmet ise, bizim toplumumuz yapma dediğinizi yapar.

O yüzden de "Ahhh!" diye başlayıp, "elim kırılsaydı!” “Nasıl oldu da, fark etmedim! "Allah benim belamı v.…" Gibisinden tümceleri, yakınmaları ve ağlamaları say say bitmez, tükenmez.

Yine bir seçim süreci görünüyor.

İktidar başka bir strateji arayışında, muhalefet ise bir yol.

"Yol" deyince çoğu kişinin unuttuğu, kimisinin de bilip duymadığı bir zamanların bir şarkısı aklıma geldi.

Sözleri Çiğdem Talu'nun olan şarkıyı Timur Selçuk söylerdi.

"Nereye payidar nereye / Yokuş bayır demesen de / Dere tepe düz gitsen de/ Çıkmaz bu yolu bir yere.

Şef'le iyi geçinsen de/ Bugün için sevilsen de /Çıkmaz bu yolu bir yere/ Nereye payidar nereye / Seninkiler direnişte / Bir sen yoksun içlerinde/ Çıkmaz bu yolu bir yere/ …

Gönlün yoksa ezilmeye/ Sen de katıl direnişe/ İşçilerle, işçilerle, işçilerle el ele " diye sürerdi.

Özellikle de her seçimin arkasından bir yıl geçmeden, halkımızda başlar aynı nakarat sözler, ahlar, vahlar, "tarih, hep nedense tekerrür eder" durur.

Kapısından geçilemeyen, telefonları sürekli "MEŞGUL MODUNA" ayarlı olduğu için ulaşılamayan siyasiler öyle bir ulaşılır olur ki, elini, uzatsan pencerenden masasına dokunursun mübareklerin…

Kapını çalarlar, adamlarını yollarlar. Hık deyicinin ıhh deyicileri bir çoğalır ki, sorma gitsin.

Hatta bazen, gerçekten çalışan siyasiler bile arlanır, böyle yapmasam mı diye hayıflanırlar. Marifet de iltifata tabidir, yapılanı anlatmak gerekir.

Yiğit, yaptığı ile övülür.

Bazıları ise, hep ağadır. Her şey onlardan sorulur. Siyaset, PARA, ün, nam ne var ise. Ve tarih hep onlar ile başlar, öncesi yoktur. Oysa, yollarda yürüseler, ne eski siyasiler, başkanlar ne ağalar ne beyler görürler ama o zaman da dolmuşa, otobüse binmek gerekir.

Dolmuş deyince dikkatli olmak gerek, tanıdık çıkabilir, hikayemizi bilenler olabilir; önce, emniyet!..

Bunlarda ne zaman mı şafak atar?

Çok basit, o an!…

O an, ne zaman mı?

İzniniz ile bir fıkra.

Köylünün birisi ovadaki büyük bir tarlayı eker. Kış, bahar geçer ve yaz olur, güz olur, ekinler büyümüş, başak vermiştir, biçtirmek üzere tarlaya gelirler ki o da ne.

Tarlanın her yanı aynı gün sürülmüş, aynı gün ekilmiş, aynı tohum, gübre atılmıştır ama ara ara yarısı boştur, ekin bir başak bile yoktur.

Yarısında ise çok güzel mahsul/ürün olmuştur; biçecek olanlar sorar:

Tarla aynı tarla, toprak aynı toprak da niye öbek öbek yarısı boş, yarısı ekili?

Köylü biraz düşündükten sonra, konuşur.

O ekili yerlerde heybemden tohumları avuç avuç ben attım, ektim de boş olan yerlerde kendimi Ağa sandım, elim kıçımda/arkamda yürüdüm, dolaştım.

İşte "O an”, hasat mevsimi imiş.

Ekenlere de biçenlere de ağalara da, beylere de hayırlı, uğurlu olsun.

Her nedense bizim toplumumuz, siyasilerimiz işine gelmeyeni tez unutur, "nereye payidar " şarkısını anımsayan olmadığı gibi ama "bandıra bandıra ye beni" şarkısı hep gündemde, akıllardadır.

Bütün bunları dedik ama kimin umurunda ki;

Biz marabalara da yaşamak /gevezelik düştü, bakmayın siz bizim kusurumuza!..