Ülkeyi yönetemiyorlar.
İki maskeyi parasız dağıtamadılar.
Dükkânını kapatmış yüz binlerce esnafa beş kuruş
devlet yardımı yapmadılar.
İşinden çıkarılmış yüz binlerce işçiye üç aylık
maaşlarını devlet olarak veremediler.
Çünkü devlette para bırakmadılar, olmadığı için de
“biz bize yeteriz Türkiye’m” savsözüyle vatandaşlarımıza “İban” numarası
gönderip yurttaştan para istediler. Dünyada böyle bir yönetim daha yok!
Doğu Akdeniz yağmalanırken, Akdenizde en uzun kıyısı
olan Türkiye’nin haklarını koruyamadılar.
Ege Denizinde on sekiz ada, kayalık, Yunanistan
tarafından işgal edildi, Üstelik Lozan Antlaşmasına aykırı olarak
silahlandırıldı, Yunan Bakanları eşek adasını ziyarete geldi, ses
çıkaramadılar.
Devletin bütün kaynaklarını yağmaladılar,
Türkiye’yi, büyük İllerin en değerli yerlerini Arap Şeyhlerine, analarına,
babalarına peşkeş çektiler, Karadeniz’in güzelim dağlarını, yüksek yaylaları, meraları,
kışlakları, otlakları mahvettiler, satabildiklerini yandaşlara sattılar.
Devleti yönetmiyorlar, yağmalıyorlar.
Bu Kovid19 salgınında, Türkiye’yi yönetemedikleri
halk tarafından algılandı, ortaya çıktı. Hiçbir marifetlerinin olmadığı, sadece
göz boyamak için, halkı büyük işler yaptıklarına inandırmak için yandaşların
yağmasını sağlayacak biçimde yollar, köprüler, alt ve üst geçitler, her ile bir
hava limanı yaptıkları ortaya çıktı.
Yurttaşlarımız geçmedikleri köprülerin, uçmadıkları
hava limanlarının garanti kapsamındaki ağır bedellerini ödemeye, paramız pul
olmaya, başlayınca, iktidarın ülkeyi yönetemediğini anladılar.
Şimdi, aksini ispat etmek için olmadık işlere
başladılar: Baroların parçalanması, Baro Başkanlarının polis tarafından
tartaklanması, yollarının kesilmesi, yürüyüşlerinin önlenmesi, Türkiye Büyük
Millet Meclisinde Barolarla ilgili yasa görüşülürken, hiçbir baro başkanı
dinlenmeksizin Yargının temel unsurunun mahvedilmesi, hepsi, hepsi “ben
muktedirim, ben yapabilme erkine sahibim, ben yönetiyorum” algısını yaratma
çabasıdır.
Ayasofya Müzesinin Camiye dönüştürülmesi, 74 yıl
önceki bir kararnamenin dava açma ehliyeti olmayan ve daha önce aynı
nitelikteki davası reddedilmiş olan birinin yeni dava açmasıyla kabulü hukukun
yargı eliyle tepelenmesidir. Bu kişinin daha önce aynı konuda dava açtığı
biliniyor. O halde 74 yıl önce Mustafa Kemal Atatürk’ün imzası bulunan Bakanlar
Kurulu Kararını önceki dava tarihinde öğrenmiş oluyor. Öğrendiği tarihten
itibaren 60 gün içinde bu davayı açmadığı için davanın süre yönünden reddi
gerekirken kabulü; Danıştay tarihine kara harflerle yazılmıştır.
Bunların tartışılması bile iktidarın işine
gelmektedir. Çünkü “yapabiliyorum”, “ülkeyi yönetiyorum”, “istediğim kararı
yargıdan bile, hukuka aykırı olsa bile çıkarabiliyorum”, “o halde benden korkun”,
“gitmiyorum, buradayım, istersem hepinizi hapse tıkabilme yetkisi ve erkini
devem ettiriyorum” diyor.
Niteliksiz, liyakatsiz, yandaş olmasının dışında
hiçbir özelliği olmayanların yönettiği bir devlet durumuna geldi Türkiye
Cumhuriyeti!
Sözlerimi Ahmet Tan’ın iki yıl önceki bir pazar günü
22.Temmuz.2018 tarihli yazısından bir alıntıyla bitiriyorum:
“Ziya Paşa’nın özdeyiş haline gelmiş
birçok mısra ve beyiti vardır. Çoğu da halk veya devlet katında hâlâ geçerli
olan zihniyet ve hayat tarzımız üzerinedir.
Bu topraklarda nedense en çok ihanetten korkulur. Bu yüzden
devlet katında hep sadakat öne çıkar.
Muhalefet bile ehliyet, marifet, liyakat yerine önce sadakat
arar durur.
Neden? Ziya Paşa’nın buna yanıtı çok açıktır:
‘Asiyab-ı
devlet’i bir har da olsa çevirir!’
Asiyab-ı devlet,
devlet çarkı demek.
‘Har’ ne?
Farsça, bildiğimiz, bindiğimiz eşek.
150 yıl önce Ziya Paşa korkmadan “devlet çarkını” bir
eşek bile çevirebilir demiş ve başı belaya girmemiş.
Bundan cesaret alan Şair Eşref ise cevabı yapıştırmakta gecikmemiş:
‘Çevirir
ama anasının örekesine çevirir.’
(Kabul etmek gerekir ki, “öreke” yi Osmanlıca okumakta herkes zorlanır.)
Ama Neyzen Tevfik için hayatta zorluk yoktur:
‘O kadar
har (eşek) koştular ki asiyab-ı devlete
Çiğnemekten
birbirin dolab-ı devlet dönmüyor!’