Haçlı seferlerini pek çok insanımız duymuştur. Duymuştur ancak bu seferlerin niçin yapıldığını, nasıl yapıldığını ve sonuçlarını pek çoğumuz bilmez. Bilmez çünkü bu konu ile ilgili kitapları okumaz, aslına bakılırsa insanlarımızın genelde kitap okuma gibi bir alışkanlıkları yoktur. Bu konu en çok biz Türkleri ilgilendirdiği halde, haçlı seferleri konusunda kendi insanlarımızca yazılmış yeterli çeşitlilikte kitap da yok. Nasıl olsun ki, önce yazacak birileri gerek. Diyelim ki yazacak bilgi ve yeteneğe sahip insanımız var, yazılacak kitabı kim veya hangi kurum veya kuruluş yayınlayacak? Yayınlamazlar! Türk milletinin aleyhine iftiralarla hatta küfürlerle dolu yazılar ve kitaplar yazanların yazdıklarını her zaman yayınlatma imkanları olmaktadır, yurt içinde bile!.. Yalnızca yayınlamakla, reklâm ederek satışını yapmakla kalmazlar çeşitli ödüller de verirler.

Pekiyi öğrenmek isteyen insanlarımız bu haçlı seferlerini nereden öğrenecek? Bazıları hemen yanıt vereceklerdir, okullarımız var ya! Okullarımızda tarih adına nelerin öğretildiği nelerin de öğretilmediği belli. Milli eğitimimizin, 1947 yılında Amerika Birleşik Devletleri ile yapılan bir anlaşmayla, eğitim ve öğretim plânlanmasının nasıl ve kimler tarafından yapıldığı sorgulanmalı? Okullarımızda hangi bilgilerin nasıl verildiğini, verilenlerle nelerin amaçlandığını, konulara akıllıca ve dikkatle bakan herkes anlar. Yeni yetişen nesillerimizin eğitim ve öğretimlerinin planlanmasını yabancılara bırakmak!.. Bu nasıl bir aymazlıktır veya teslimiyettir?..  Hani bir anlatı vardır: Ormanın kralı aslan tilkiye; “gel seni tavuklara çoban tayin edeyim” demiş. Tilki yan gözle şöyle bir bakmış; “ya kralım güldürmeyin beni!..” demiş. İnanın tilki, günümüz Türkiye’sinde ağzı kulaklarında ellerini (ön ayaklarını) ovuşturmakta…
 

Haçlı seferlerinin Türk insanına anlatılması işi, yabancılara bırakılamayacak kadar önemli. Büyük Türk tarihi göz önüne alındığında, daha dün sayılabilecek (M.S. 1095 yılında başladı sayılır) Haçlı Seferlerini bilmek ve anlamak; yalnızca geçmişte yapıp etmelerimizi bilmek ve anlamak değildir. Günümüzde Hıristiyan sömürücü Batı ile olan çeşitli ilişkilerimizde onların davranışlarını anlamamız ve durumu kavramamız için de çok önemli. Avrupa ile komşuyuz, o halde geleceğimizi plânlarken de onların kafalarında, bilinçaltlarında bizimle ilgili neler var, bunları mutlaka bilmeliyiz. Yeni yetişen nesillerimizin bilinçlenmesi için bu konuda aydın insanlarımız (gerçek aydın – ışıman), olanakları ölçüsünde; makale, kitap, konferans ve söyleşi şekillerinde ayrıntılı bilgileri vermekteler. Ben de bu konuda kendimce, karınca kararınca çaba sarf ettim ve bu çabalarımın devamı olarak aşağıdaki kısacık bilgileri sizlere sunmak istedim… Şu tarihte savaş ilân edildi, şuralarda savaş oldu, falanca taraf yendi, şu maddeler kapsamında barış yapıldı vs vs… Gibi yüzeysel bilgiler çok önemli değil, böyle bir kronoloji tarih değildir. Asıl olan; yapıp etmelerin sebepleri, sonuçları ile olanlarda ‘nasıl’ ve ‘niçin’ sorularının eleştirel yorumlarla irdelenmesi gerekir.    

Avrupalılar haçlı seferleri hakkında pek çok kitap yazmışlar. Hemen hepsi de; kendilerini haklı gösteren, dini amaçlarının baskın olduğu kutsal savaşlar gibi gösterirler. Ünlü bir Kızılderili sözü var ya; ‘onlar bizi yener, kadınlarımızı, çocuklarımızı öldürürlerse buna savaş diyorlar ama biz onları yener de sadece askerlerini öldürürsek bize katliam yaptınız diyorlar…’ Ha bu arada şunu hemen belirteyim; Avrupalı yazar ve fikir kişilerinin bazı yalın gerçeklere kısaca değinmiş olmaları sizi yanıltmasın; bunu, doğruları yazarak Türklerin  haklılığını ortaya koymak için değil, kendilerinin, sözde haklılıklarına inanılmasını sağlamak ve pekiştirmek için yaparlar. 

Şimdi gelelim haçlı seferlerine. Bu konuyu anlamak, kavramak için temel anahtar şu soruların cevabındadır. Bu seferlerin sebepleri neydi, nasıl başlatıldı, kimler katıldı? Gelin o yılların Avrupa’sına bir göz atalım: O çağda Avrupa’nın tarımsal üretiminin hemen hemen tamamı ‘serf’ denilen köle köylülerin sırtındaydı. Ekilip ürün yetiştirilen topraklar Avrupa’nın soylu ailelerine – derebeylerine aitti, yani serfler toprak sahibi değildi sadece çalıştırılan köle köylülerdi. Avrupa’daki serflerin sayıları milyonlarla ölçülür sayıdaydı ve nüfusları sürekli artmaktaydı. Artık boğaz tokluğuna çalışır olmuşlardı. Zamanla o hale geldiler ki serflerin ürettikleri kendilerinin yemelerine ancak yeter oldu. Toprak sahipleri olan soylular – derebeyleri ise hem kendi kalabalık ailelerini hem de korumaları olan askerlerini doyurabilmek için serflerin ürettiklerinin pek çoğuna el koyuyorlardı. Bu durumda özellikle genç nesil serflerden birçoğu işsiz, parasız, çapulcular haline geldi. Soylularda ise, o zamanki törelerine göre bir soylu ailenin bütün varlığı en büyük erkek çocuğa miras kalmaktaydı. Soylu sülâlenin diğer fertleri ise ekonomik bakımdan ‘sıfır’dılar, yoksuldular ancak kendilerine verilenlerle yetinmek zorundaydılar. Sonuç olarak soylular da yaşantılarından hoşnut değildi. O çağda soyluların çok zengin oldukları bir şey vardı ki evlere şenlik, hepsinin de türlü çeşitli asalet unvanları ve de unvanlarına yakışır giysileri, apoletleri vardı! Bu durumun sonucu olarak yüzlerce aç şövalye! Çalıp çırpıp talan edecek, barbarca yağmalayacakları yer arayışındaydı. O zamanki küstah Avrupalıların, çalışıp alın teri ile geçinen sıradan insanlar gibi yaşamak hiç işlerine gelmiyordu.    O günlerin Avrupa’sında bir diğer önemli durum ise din ortamının haliydi. Hâlâ Pagan inancının etkisinde olan Avrupalıların çoğu  Hıristiyan olmuştu ancak dinlerine çok bağlı ve sağlam inançlı değillerdi. İnancı sağlam olanların ise kiliseye yani papalığa – Vatikan’a pek faydası olmuyordu. Çoğu kimse dini amaçlı bağışta bulunmuyor, bulunamıyordu. O kadar ki günahlarından arınmak için (günah çıkarmak için) verilmesi gereken parayı veremediklerinden, kendilerince günahkâr olarak yaşamaktaydılar. Bu durum kilise için çok kötüydü. Papalık dini yaymak ve pek çok ülke, millet hatta bazı soylu kişiler üzerinde hâkimiyet kurmak istiyordu, bunun için para gerekiyordu. Parayı elde edebilmenin yolu inançlı insanların olabildiğince çoğalmasından geçiyordu. Yani din para için, para ise din için sarmalı iyi işlemiyordu; bunun en önemli sebebi Avrupa’daki Hıristiyan halkın yoksul olmasıydı. O zamanki papalık koltuğunda Papa II URBANUS oturmaktaydı. Halkın ve soyluların yoksullaşması Papayı endişelendiriyor hatta korkutuyordu. Papa II. Urbanus sürekli bir çıkış yolu arayışındaydı. Avrupa yoksuldu ama diğer ülkelerdeki özellikle Türklerin yönetimdeki Hıristiyanlar zengindi. Hem Müslüman ülkelerin bütün halkları da çok zengindi! Papa için bir başka öneli konu ise; kendi mezhebinden olmayan ve sürekli ayrı davranarak papanın emri altına girmeyen Ortodokslar var ya! İşte onları da dize getirmek gerekiyordu. Onun derdi Avrupa halkının ve soylu ailelerin düştüğü ekonomik sıkıntı değildi. Papanın asıl derdi papalığın boş olan kasalarını doldurmak, hükümranlığını daha yaygın ve sağlam hale getirmekti.

İşte tam da o günlerde Doğu Roma İmparatoru ALEKSİOS KOMNESOS ( Doğu Roma İmparatorluğuna ‘Bizans’ denmesi sonradan yamamadır.), 1095 yılının Mart ayında Piacenza Konseyine elçiler göndererek Papa II Urbanus’tan asker yardımı talep etti. Elçileriyle birlikte bir de mektup yolladı. Doğu Roma İmparatoru kendini çok zor durumda hissediyordu, öyle olmasa Katoliklerden yardım ister miydi? O, Katolik Papalığının Ortodoks dünyasını ortadan kaldırmak istediğini, en azından kendi emir ve denetimi altına almak istediğini biliyordu. Ortodoks mezhebinden olan Doğu Romanın sıkıntısı ve de korkusu şuydu: Türkler (Selçuklu İmparatorluğu) neredeyse Anadolu’nun tamamının ele geçirmişler, o kadar ilerlemişler ki Doğu Roma’nın başkenti İstanbul (o zamanki adıyla ‘Konstantinapol’, yazı boyunca şimdiki adıyla ‘İstanbul‘ olarak yazılacak) yakınlarına kadar gelmişlerdi. İstanbul’un hemen yakınlarındaki İznik’i kendilerine başkent yapmışlardı. Doğu Roma’nın varlığı tehdit altındaydı. İmparator Aleksios, askeri gücüyle Türklere karşı koyamayacağını anlamıştı. Sürekli kışkırtmaya çalıştığı, Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki Hıristiyan topluluklar ise Türklerin yönetiminden memnundular; dinlerinde ve yaşantılarında daha rahat olduklarını belirtiyorlardı. Böyle olunca Anadolu’daki Hıristiyanları isyan ettirmek veya asker olarak Doğu Roma İmparatorluğu safında yer almalarını sağlamak mümkün olmuyordu… İmparator Aleksios için tek seçenek vardı, ordusunu yetenekli savaşçılarla güçlendirmek. Bunun için, çok güçlü olarak gördüğü Papalıktan iyi yetişmiş, savaşçı askerî birlikler istiyordu. Doğu Roma Avrupa’ya göre çok zengindi verilecek asker yardımının karşılığını ödemeyi zaten göze almıştı.

Doğu Roma İmparatoru’nun yardım talebi Papa II. Urabanus için bulunmaz fırsattı, bir taşla iki kuş vuracaktı. Hem Anadolu ve diğer Müslüman ülkeler yağmalanacak dolayısıyla Avrupalılar zenginleşecek Papalığın da hazinesi dolacaktı. Ayrıca Doğu Roma Katolik kilisesinin denetim ve yönetimini ele geçirmiş olacaktı. 

Papa II. Urbanus, ellerini ovuşturarak sinsi planlarını yapmaya ve uygulamaya başladı.  Doğu Roma İmparatoru ondan düzenli ve disiplinli ordu birlikleri istemişti. Ancak Papa’nın elinde ne öyle bir askeri güç vardı ne de böyle bir gücü oluşturacak para vardı. Aslında papanın aklında öyle düzenli bir ordu oluşturma fikri yoktu. O;  aç, yağmalamak için her şeyi göze alabilen, biraz maceraperest, biraz da dini dolduruşa gelmiş büyük bir çapulcu güruhu hazırlama peşindeydi.  Amacına ulaşabilmek için iki konu üzerinde yoğunlaştı:

1) Anadolu ve diğer Müslüman ülkelerin çok zengin olduğunu, şehirlerinin altın ve gümüş bolluğu içinde olduğunu, yağma sonunda herkesin çok zengin olacağı şeklindeki düşüncelerini yaymaya başladı. Bu amaçla özel olarak görevlendirdiği rahip ve papazları Avrupa’nın her tarafına yolladı. Bu girişimiyle; serfleri, başıboş çapulcuları, asilleri,  şövalyeleri tabii ki asil ailelerin özel askeri birliklerini, büyük bir sefer için bir araya toplayabilmeyi hedefliyordu.  Bu kadarı bile onun için yeterli olmayabilirdi, öyle bir büyük ordu oluşturmalıydı ki önünde hiçbir devlet, ordu hatta ordular duramamalı.  

2) Toplanacak çapulcu ordusunun büyüklüğünü serfler ve sıradan halk oluşturacaktı. Savaşa katılanları teşvik etmek hatta onları canavarlaştırmak gerekiyordu. Gerçi zengin olma hırsı yeterince teşvik ediciydi ama dinî konunun da işlenmesi çok önemliydi. Şöyle ki; hem ölümüne savaşacaklar dolayısıyla yenilmeyeceklerdi hem de elde ettiklerinin önemli bir kısmını Papalığa bağışlamaları gerekiyordu. Bunun için de dini duyguların öne çıkarılması şarttı.
Papa II. Urbanus amacı için Hıristiyanlığı sonuna kadar kullanmak istiyordu. Halkın dikkatini din üzerinde toplamak ve onları Türk karşı kin ve nefretle doldurmak için şu hususlar üzerinde özellikle duruyordu:

a) Anadolu ve diğer Müslüman ülkelerde Hıristiyanlar büyük baskı altındalar ve sürekli işkence görmekteler. Tek suçları inançlı Hıristiyan olmaları, (elbette tamamı yalan) şeklinde propaganda yapılamasını istiyordu… Söylediklerinin inandırıcılığını pekiştirmek için Doğu Roma’dan gelen ve yardım talep eden mektubu, bazı eklemeler de yaparak ağlamaklı şekilde halka anlatıp, anlattırıyor, Hıristiyanların neler çektiğini bütün Avrupa’ya yayıyordu.

b) Hıristiyanlar, Allah’ın oğlunun (Hz. İsa kast ediliyor) doğduğu ve yaşadığı kutsal topraklara; Kudüs’teki ‘Kutsal Kabir Kilisesi’ diğer bir adıyla ‘Kıyamet Kilisesi’ne hacı olmak için gidemiyorlar. Gitmek isteyenler yolda baskına uğruyor, mal ve can güvenlikleri yoktur (bu da tamamen yalan)… Propagandası yapılıyordu.

c) Allah’ın oğlunun dönüşü yakındır. Bu durumda bizim görevimiz, kutsal toprakları temizlemek ve onun gelişine hazırlanmaktır. Bu söylemle de; sefere katılacakları, kutsal bir görev yapacaklarına inandırmaya çalışıyordu.

Din amaçlı propaganda bu üç ana tema üzerinden işlenmeye başlanmıştı. Papa II. Urbanus, 1095 yılının 18 ve 28 Kasım tarihleri arasında Fransa’nın Clermond kentinde ‘Clermond Konsili’ toplayarak; Avrupalıları Türklere karşı genel savaşa çağırdı. Bu arada Papa II Urbanus kendi idealleri adına çok akıllıca davranarak; Fransız Toulouse’lu Raymond IV ve Başpiskopos Adhemar gibi etkili kişileri yanına çekti. Papa II. Urbanus kendisinin gidemediği yerlere kendine vekil tayin ettiği piskopos ve papazları gönderdi.  Böylece; Fransa, Almanya ve İtalya başta olmak üzere Avrupa’nın her tarafına Türklere karşı topluca genel sefere çıkılması fikri yayılmaya başlandı. Ancak bütün bunlar Papa II. Urbanus’u yeterince tatmin etmiyordu. Yapılacak seferde başarıyı engelleyecek her duruma karşı çok çok güçlü olmak gerektiği bilinciyle davranıyordu. Hem sefere katılacak  insan sayısını olabildiğince çoğaltmak hem de katılacakların, zafer kazanılacağına inançlı olmalarını istiyordu. İşte bu amaçla kendisine çok özel bir yardımcı arıyordu.  Özellikle dinî yönden, Avrupa’nın her yerinden insan kitlelerini peşinden sürükleyecek, kutsallık kisvesi olan biri gerekiyordu. Papa’nın tek başına ruhani çağrısı bir başkası tarafından mutlaka desteklenmeliydi ki inandırıcılık tam olsun. Hazırlığı yapılmakta olan haçlı seferinin dini propagandasının, papadan sonraki ikincil liderliğini kim yapacaktı? Bu görevi üstlenecek kişi çok yetenekli olmalıydı. İnandırıcı ve ruhani anlamda gizemli bir yönü de olmalıydı. Öyle biri olmalı ki, halkı yığınlar halinde peşinden sürüklemeliydi… Papa II. Urbanus’un emrinde pek çok yetenekli rahip ve papaz vardı ama o çok daha değişik birini arıyordu. İstediği gibi birini bulmak için çok düşündü, araştırdı ve sonunda birini buldu. Bulduğu kişi Piyer Lermit adında bir papaz idi… 

Papa II. Urbanus ve papaz Piyer Lermit birlikte çalışmaya, daha doğrusu bir haçlı seferi hazırlığına başladılar. İlk iş olarak kendilerine bir düşman belirlemeleri gerekiyordu ki toplayacakları güruhun aklına bir düşman yerleştirilebilsin. Aslında düşman belliydi ama yine de bu konuyu baş başa görüştüler, varılan sonuç düşünüldüğü gibiydi ve resmen bir düşman belirlediler ve de ilan ettiler; düşman Türkler!.. Düşman tamamdı ama bir de hedef koymaları gerekiyordu. Hedefi de belirlediler; Anadolu’daki ve kutsal topraklardaki Hıristiyanlar kurtarılacak ve Kudüs ele geçirilecek…

Tam da bu noktada şu Piyer Lermit’i sizlere tanıtmak istiyorum. Bu papaz haçlı seferlerinin başlamasında büyük bir rol almış ve çok etkili olmuştur. Bu adamı tanımadan, haçlı seferine katılanların ruh halini tam olarak anlayamayız… İşte Piyer Lermit: Beden yapısı cılız, kuru, kakır, üst kısmına göre bacakları daha kısa, uzun suratlı, olabildiğince çirkin biri. Papanın bu adamı öne çıkarmasının ve de yanına almasının sebebi; bütün iticiliğine karşın müthiş bir hitabet gücüne sahip olmasıydı. Coşkulu konuşmalarıyla kitleleri kısa zamanda etkileyebiliyordu.  Piyer Lermit’in yaşam tarzı da beden yapısı gibi sıra dışı ama oldukça sadeydi. Bütün seyahatlerini bir eşeğin sırtında yapardı. Eşeği de kendi gibi zayıf, sırtının bir kısmı yağır olmuş, üstünde bir heybe… Piyer Lermit’in yiyeceği balık, içeceği ise şaraptı. Sürekli sarhoştu ama bu duruma alışkın olduğundan onun doğal hali gibiydi. Heybesinde balık ve şarap taşıyordu. Piyer Lermit’in yıkandığını gören yoktu, bir de kokuşmuş balık ve şarap karışımı kokuyu siz düşünün! Adam pis pis ve de iğrenç kokuyormuş. Anlaşılacağı gibi bu Piyer Lermit denilen papaz tam bir pislikmiş… 

Piyer Lermit gibi birinin peşine sürülerle insanın takılması, onu kutsal olarak kabul etmeleri! Onun konuşma yapacağı yerlerde mahşeri kalabalığın toplanması! Dahası, üzerine bindiği eşeğin dahi Hıristiyanlarca kutsal kabul edilmiş olması. Böyle bir tutum ve davranış o zamanki Avrupa Hıristiyanlığının ruh halini açıkça ortaya koymaktadır. Siz bir de bunun üstüne, Anadolu ve diğer Müslüman ülkelerde, yağmalama yapıp talan ederek zengin olma hayallerini ekleyin; nasıl bir insanlık dışı barbarlar sürüsünün oluşturulduğu anlaşılır.  
 (Devamı II. Yazıda)