1
Daima kumarhane kazanır kumarbazlar kaybeder...İstisnalar kaideyi bozmaz...Yılmaz Güney bu gerçeği, bu kuralı, bu kaideyi bütün servetini kumarda kaybettikten sonra öğrenmişti...
2
Yılmaz Güney Nebahat Çehre’ye otomobille çarpmıştı...
21 Nisan 1968 Pazar: Yer, Harbiye Playboy Kulüp önü.Yılmaz Güney boşanmaktan vazgeçiremediği Nebahat Çehre’nin üzerine otomobilini sürdü. Çehre, otomobilin altında kaldı. Amerikan Hastahanesine kaldırılan Çehre başından yaralandı ve köprücük kemiği kırıldı. Nebahat Hanım Yılmaz Güney’e artık daha fazla dayanamayacaktı. Kısa bir süre sonra boşandılar. 30 Ocak 1967: Yılmaz Güney ve Türkiye güzeli seçilen Nebahat Çehre Harbiye Hilton Otelinde evlenmişlerdi...
Yılmaz Güney Nebahat Çehre'ye yazdığı mektuplarda “Yavrum, sen benim kadınımsın.Dün akşamdan bu yana seni düşünmek beni yordu bebeciğim.Boynumda, kollarımda zincirsin sen yavrum.Yeryüzündeki bütün kağıtları senin isminle doldurmak istiyorum: Nebahat!.. Nebahat!.. Nebahat!..” tarzında yazmıştı...
“Aşk-ı Memnu” (2008-2010) ve “Muhteşem Yüzyıl” gibi televizyon dizileriyle dünya çapında milyonlarca yeni hayran edinen Nebahat Çehre’ye. Güzeller güzeli Nebahat Çehre’nin 1965-68 arasında Yılmaz Güney’le birlikte çevirdiği filmler arasında, “Silaha Yeminliydim”, “Dağların Oğlu”, “Eşrefpaşalı”,”At, Avrat, Silah”, “Kibar Haydut”, “Arslanların Dönüşü”, “Yedi Dağın Arslanı”,”Eşkıya Celladı”, “Çirkin Kral Affetmez”, “Balatlı Arif”, “Beyoğlu Canavarı”, “Pire Nuri” ve “Seyyit Han”da bulunmaktadır.
Agah Özgüç, Yılmaz Güney’i anlatıyor:
“1962 yılından bu yana Can Ünal’la nikahsız bir evlilik yaşamı sürdüren Yılmaz Güney’in en büyük aşklarından biri 1964’te “Kamalı Zeybek” filmi vesilesiyle tanıştığı Nebahat Çehre olmuştur. Nebahat Çehre Yılmaz Güney’le yakınlaştığı dönemde Taksim’deki Nizam Apartmanı’nda oturuyordu. Güney’i sık sık bu evde görüyordum.
Kumrular gibi sevişiyorlardı.
Hiç unutmam, bir akşamüzeri Nizam Apartmanı’na uğradığımda , ilginç bir manzarayla karşılaştım.Eski, kırık dökük bir pikapta, belki de binlerce kez dinlenmiş, çiziklerle dolu bir plak dönüp duruyordu.Çalan Rodrigo’nun ünlü Gitar Konçerto’suydu.Yılmaz Güney ile Nebahat Çehre birlikte adeta soluk almadan dinliyorlardı.Kimbilir aynı parçayı kaç kez dinlemişler ve kimbilir daha kaç kez dinleyeceklerdi? Göz gözeydiler.Sevecenlik dolu gözleri ıslaktı ikisinin de.Ne güzel de ağlıyorlardı.İşte aşk buydu...Nebahat Çehre, Yılmaz Güney’le bir taraftan da şiddetli kavgalar eder, Eskişehir’deki akrabalarının yanına kaçmak için yollara düşer; Yılmaz Güney onun peşinden gider ve onu geri getirirdi.Yılmaz Güney çok kıskanç bir sevgili ve kocaydı.Yılmaz Güney’in Nebahat Çehre’ye yazdığı mektupların orijinalleri bendedir...Her yeni başlayan ilişkide gidişat önemliydi.Yılmaz Güney problemli bir kişiliğe sahipti.Çok içiyordu.İçmeyince tıpkı bir Kuzu olan Güney, alkol aldıktan sonra kişilik değiştirip Kurt oluyordu...
”Arızalı Adam” Yılmaz Güney birden fazla kişilik sahibiymiş (Doktor Jekyll ve Mr. Hyde’vari) gibi davranıyordu.Annesi Güllü Hanımı evinden kaç kez kovduğu ve kadıncağızın bunun üzerine İzmir’de yaşayan kızının yanına gittiği Yılmaz Güney biyografilerini yazanların gözünden kaçmamıştır.
“İki tane Cüneyt Arkın Vardı”
Burada bir parantez açıp “Memduh Ün Filmlerini Anlatıyor” adlı kitaptan konumuzla çok alakalı Memduh Ün’ün sözlerinden bir bölüm aktaralım: “İki tane Cüneyt Arkın vardı zaten. Ayık Cüneyt ve içkili Cüneyt…İki ayrı insandı bunlar.Gündüz insan, gece kurt örneği.”Önce Vatan”ı Kıbrıs’ta çekerken, Cüneyt kafayı çekmiş, oteldeki insanları uykularından uyandırmış sıraya dizip, sağa dön, sola dön diye talim yaptırmış.Anlatanların yalancısıyım.İçtiği zamanlar bir kızın başına elma koyup ok atan, mahallesindeki bütün insanlarla kavgaya karışan, sanki settekinden farklı bir Cüneyt’ti.” (Sayfa: 254).
Agah Özgüç, Yılmaz Güney’i anlatıyor:
Kızının annesi Can Ünal Hanım daima Nebahat Çehre’yle Yılmaz Güney’in arasında olacaktı.Yılmaz Güney, Nebahat Çehre’yle Boğaz’daki bir restaurantda nişanlanırken Can Ünal Yılmaz Güney’den dört aylık hamileydi.
Yılmaz Güney Nebahat Çehre’yle evlendikten sonra, bu evlilik süresi içinde bazı kaçamaklar yapmıştı.Güney, birlikte film çevirdiği kadın oyuncuların bir ikisi hariç tümüyle ilişki kurmuştu.Yılmaz Güney gizli çapkındı.Nebahat Çehre de tüm bunları bilmiyor değildi. Nebahat Çehre, Yılmaz Güney’e daha fazla dayanamayıp, evden kaçacak, boşanmak isteyecek, araya arabulucu olarak İstanbul’daki High Society’nin bir numaralı terzisi ve aynı zamanda film yapımcısı olan Mualla Özbek girinceyse Yılmaz Güney’e son bir şans daha verecekti. Nebahat Çehre beş günlük kaçaklıktan sonra Güney’e döndü."
Ebru D. Dedeoğlu'nun yapımcı Abdurrahman Keskiner söyleşisi T24
Film yapımcısı Abdurrahman Keskiner'in anıları "Prodüktör" Alfa Yayınları Anıları kitaplaştıran Ali Can Sekmeç'tir...
Abdurrahman Keskiner: "Yılmaz Güney'in her zaman için en büyük aşkı Nebahat Çehre oldu...Yılmaz'ın en büyük felaketi kumarı çok sevmesiydi. Kumar oynamasına karışmamı istemiyordu...
Ebru D. Dedeoğlu: Gece uykularınızdan uyanıp Yılmaz Güney'i kumar masalarından topluyormuşsunuz?
Abdurrahman Keskiner: Tabii. "Apo her şeyime karışıyorsun, kabul, ama kumarıma karışma" dedi bir gün. Ben de "Kumara karışmayayım da, senetleri ödüyorum, para yok, nasıl ödeyeceğiz? Ummadık yerde senet imzalıyorsun" dedim. Bu konuda sert atışmalarımız da vardı Yılmaz'la. Yılmaz ayrıca araba ve hız yapmayı da severdi. Üç tane arabamız var. Üç arabada da çok zarar ettik.
Ebru D. Dedeoğlu: Arabayla hız yapmayı sever miydi? Kitapta birden fazla arabanın takla attığı kazalar var…
Abdurrahman Keskiner:Çok severdi. Adana'da iki defa, bir defa da Nebahat'la Antep'te takla attı. Sürekli tamirciye arabayı götürüyordum. Bir gün, tamircide arabayı yaptırdım. Ertesi gün Yılmaz yine kaza geçirmiş, takla atmış. Arabayı tamirciye geri götürdüm. "Yahu abi ne yaptınız arabaya" dedi. "Yapmamışsın arabayı, böyle vermişsin" dedim. Adam da, "Yahu abi böyle şey olur mu? Bir ayda üç defa araba yaptırılır mı?" dedi. Beraber güldük. Yapılacak bir şey yoktu. Tamir ettirdim tekrar.
Ebru D. Dedeoğlu: Peki Yılmaz Güney nasıl bir adamdı?
Abdurrahman Keskiner:Bonkör bir adamdı. Dışarıya karşı çok bonkördü.
Ebru D. Dedeoğlu: Bir çocuğa ağlamıyor diye tokat attığı olay doğru mu?
Abdurrahman Keskiner:Silifke'de Eşkıya Celladı'nı çekiyorduk. Adana'dan gelen yeğeni oynuyor filmde. Bir sahnede çocuğun ağlayarak koşması gerekiyor. Ancak ağlayamadı. Yılmaz "Ağla" dedi. "Nasıl ağlayayım dayı" dedi. Yılmaz ona 2-3 tane tokat attı. "Şimdi git koşarak gel buraya" dedi. Çocuk ağlıyor tabii. Yılmaz istediğini almış, başarmıştı.
Ebru D. Dedeoğlu: Ya sevdiği kadınlara yaşattığı travmalar? Özellikle Nebahat Çehre'ye…
Abdurrahman Keskiner: Ebru, Yılmaz'la Nebahat'ın aşkı çok farklıydı. Affedersin kedi köpek gibi mi diyeyim, başka bir şey mi bilemiyorum. Birbirini çok seven, tutkuyla bağlı iki insandı. Çok seviyorlardı birbirlerini. Ölümünden önce Cannes'da Yılmaz'la buluştuğumuzda, bir ara Fatoş yanımızdan gider gitmez "Nebahat ne yapıyor?" diye sordu. Sonra da "Oğlum, kızın bizde çok emeği var. Hakkını ödeyemeyiz, ne olursa olsun Nebahat'a sahip çık" dedi.
Ebru D. Dedeoğlu: - Engebeli, travmalı ilişkiymiş anladığım. Neden ayrıldılar peki?
Abdurrahman Keskiner:Nebahat, ben, Yılmaz Siverekliler Gecesi'ne gittik. Oradan da bir kulübe. Atışmaya başladılar. Nebahat çekti gitti. Ben de arkasından gittim. Yılmaz bir hışımla arabayı aldı ve karşıdan karşıya geçerken arabayla Nebahat'e çarptı. Korkutmak istedi. Hemen İlkyardım Hastanesi'ne götürdük. Yılmaz bir hafta başında bekledi. Aralarındaki aşk başka bir şeydi. Ardından resmi olarak boşandılar. Ayrıldıktan sonra Yılmaz askere gitti, Sivas'a. Bir gün telefon etti, "Nebahat buraya gelecek, al gel" dedi. Beraber Sivas'a gittik. Ayrılsalar da aşkları asla bitmedi.
Ebru D. Dedeoğlu: Nebahat Hanım da çağırınca hemen gitti mi?
Abdurrahman Keskiner: Seviyor. Diyecek hiçbir şey yok. Aşkta her şey mübah.Yılmaz hafta sonu İmralı cezaevinden izinli çıkıyor. Nebahat'ın Bebek'te çalıştığını duyuyor. Akşam, Kürt İdrislerle birlikte Bebek gazinosuna gidiyorlar. Nebahat'la görüşüyorlar. Sahneye çıkıyor, sarılıyorlar. Sonra, Fatoş bu olayı duyuyor. Ve hemen Kürt İdris'i arıyor. Diyor ki," İdris Abi ben sana inanıyorum, böyle böyle bir şey oldu mu?" "Yok bacım, nereden çıkarıyorlar bu işi? Elin uydurması, sen bunlara inanma" diyor. "Tamam abi ben seni anlıyorum zaten" diyor ama anlıyor ki öyle bir olay var. Büyük aşktı.
Ebru D. Dedeoğlu: Yılmaz Güney'le en son Paris'teki buluşmanızda "Apo gardaş bunca paraya ne oldu" sorusuna vediğiniz cevap çok etkili ve üzücü. Neden bunca para uçtu gitti?
Abdurrahman Keskiner:Cannes'dayız. Üç saate yakın sohbet ettik. Bir ara yalnız kaldığımızda Nebahat'ı sordu. Sonra sessizleşti, dalıp bir yerlere gitti, bana dönüp "Apo, bu kadar çok para kazandık gardaş, bu paraya ne oldu, nereye gitti bu para" dedi. Cevabını çok iyi bildiği bir soruyu, bunca yıl sonra neden bana sorma ihtiyacı duymuştu anlamadım. "Günah mı çıkarmak istiyor" diye düşündüm. Eğer günah çıkarmak istiyorsa, bu yükün altından kalkamazdı. Çünkü parayı da, hayatı da har vurup harman savurmuştu. Kendimi toparlayıp "Senin hiç paran oldu mu" diye sordum. "Çok para kazandık ama hep borçlu yaşadık. Hâlâ da etrafa bir sürü borcun var" diye ekledim. O hâlâ kendine sorması gereken soruyu bana soruyordu: "Peki ne oldu bu paralara gardaş" Tutamadım kendimi. "Önce otomobillere verdiğin paraları bir düşün. Elindeki paraların ne kadarı, kaç film parası bunlara gitti. 120 bin liraya araba aldık, 40 bin liraya sattık. 80 bin liraya aldık, 30 bin liraya sattık. 50 bin liraya aldık, 20 bin liraya sattık. Bunların her biri o zamanki parayla ikişer film parasıydı. Bir römork aldın bir film parasının yarısına. Terzi Mualla Hanım'a çektiğin filmlerden hiç para almadın. Bir de kumarda kaybettiğin paraları düşün. Tüm paranı kumarhane sahipleri aldı. Sen çalıştın, onlar yedi" dedim. Sonra da gözlerinin içine bakıp "Şimdi sen söyle, senin hiç paran oldu mu" diye sordum. Karşımdaki Yılmaz Güney, eski Yılmaz Güney değildi. Sözlerim karşısında sustu, yutkundu, dalıp gitti. Hiçbir şey söyleyemedi.
Ebru D. Dedeoğlu: O görüşmenizde "Yol" filmi ile ilgili öznel eleştirinizi söylüyorsunuz. Cevabı neydi?
Abdurrahman Keskiner: Cannes'da Yılmaz Güney'le sohbet ederken Yol filmini kastederek, "Kürdistan yazısını koymasaydın da Türkiye'de rahatça sinemalara çıksaydı olmaz mıydı" diye sormuştum. Yılmaz da bana, "Apo, ben bunu koymaya mecburdum" diye cevap vermişti. "Niye mecbursun ki? Bunun yönetmeni sensin. Kim neye karışabilir" dediğimde, "Apo, orası çok karışık. Ne sen sor, ne de ben anlatayım. Zaten anlatması da pek güç" demişti. Çaresizdi. Onu ilk kez bu kadar çaresiz görmüştüm. Belli ki bir şeylere mecbur bırakılmış, Kürtçülüğe zorlanmıştı. Hissettiğim, bundan çok da memnun olmadığıydı. Zaten benim tanıdığım Yılmaz Güney bu değildi. Üstelik Yol, Cannes'da Türk sineması adına yarışmış ve kazanmıştı. Evet, o Kürt'tü. Kürt asıllıydı ama asla Kürtçü değildi. Onunla omuz omuza çalıştığım yıllarda ne Kürtçülüğünü gördüm, ne de duydum. Arkadaşlarımız arasında Kürt İdris vardı, Kürt Ahmet vardı, Mersinli Kürt İsmail vardı ama sohbetlerimizde Kürtçülük lafı hiç geçmezdi. Sonuçta bu insanlar kabadayılık düzeninin bir parçasıydı. Öyle siyasi konuşmaların, ayrışmaların içinde olmazlardı. Oturdukları masalarda her zaman ben de vardım. Ayrıca çektiğimiz hiçbir filmde de Kürtçülük olmamıştı.
Bir vatandaş Yılmaz Güney ile ilgili şöyle yorum yapmıştı:
“Ölünün arkasından konuşulmaz.” derler, doğru bir deyimdir; günahıyla, sevabıyla, ahirete intikal etmiş biri, artık hesaplaşmayı orada yapacaktır. Doğrusu budur fakat ölen kişi, devlet adamı, lider, yazar, bilim adamı, sanatcı, vb. ise, iş değişiyor. Ben sosyalist bir insanım. İnsan haklarını savunmayı, insanlığın olmazsa olmazı bilirim. Sol çevrede, Yılmaz Güney’in hiç hak etmediği bir itibarı var. Kadın dövmek onda, kabadayılık onda. Umut, Ağıt, Baba, ancak bu filmlerden önce çevirdiği filmlere bakın. Hep kabadayı rolleri. Mesela “Haracıma Dokunma” (1965), buyur buradan yak. Nebahat Çehre’ye yaptığına ne demeli? Yumurtalık Hakimini neden öldürdü? Yılmaz Pütün’ü bir de hakimin ailesine sorun. Sosyalist olmanın şartlarından biri Yılmaz Güney’i sevmekmiş gibi saçma sapan tavırlara karşıyım. Yılmaz Güney sonradan sosyalizmi savunmuştur ama bir lümpen olduğunu da her zaman hatırlamak gerekir.
UMUT 1970
Film eleştirmeni Atilla Dorsay Cumhuriyet gazetesinde Yılmaz Güney'in "Umut"undan İtibaren Türk Sinemasını Yazmaya Başladı...
Atilla Dorsay, Aralık 1966’dan bu yana yabancı filmler üzerine, 1970’te Yılmaz Güney'in "Umut"undan başlayarak da Türk filmleri üzerine yazıyor. Cumhuriyet başyazarı Nadir Nadi'nin (1908-1991) Yılmaz Güney'in (Yılmaz Güney, doğumundan 6 yıl sonra nüfus kağıdı çıkarıldığından nüfus kağıdında 1 Nisan 1937 Perşembe doğumlu göründüğünü oysa 1931 doğumlu olduğunu açıklamıştı...Vefat tarihiyse: 1984'tür) "Umut"unu 20 Ekim 1970 Salı günü Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanan başyazısına konu etmesiyle birlikte Atilla Dorsay'da Türk filmlerini yazmaya başlamış...
Halit Refiğ Ayrıcalıklı Mahkûm Yılmaz Güney’i Anlatıyor:
“Türk sinemasında hem oyuncu, hem siyasetçi, hem fikir adamı kişiliği Yılmaz Güney’le başlar. Yılmaz Güney yetenekli ve yaratıcı bir insandı.”
“Yılmaz Güney’in 50’li ve 60’lı yıllardaki filmlerine yurt dışından bir talep olmadı. O filmlere dünyada ilgi gösterilmedi. Yılmaz Güney yurt dışından ilgi görmeyen o filmleriyle yurt içinde kendi seyircisini oluşturdu.”
“’Alageyik’ ve ‘Karacaoğlan’ın Karasevdası’nda çalışırken Yılmaz Güney’in Kürt olduğunu bilmiyordum. ‘Sürü’ye kadar Yılmaz Güney’in filmlerinde Kürt meselesine dair doğrudan bir şeye rastladığımı hatırlamıyorum. Ben Kürt konusuyla Yılmaz Güney’in doğrudan ilgisini ‘Sürü’ filmi dolayısıyla gördüm. Tabii bu Kürt meselesi benim açımdan dışarıdan tezgâhlanan bir meseleydi. Yani uluslararası bir meseleydi. ‘Yol’ filmi izne çıkan mahkûmların karşılaştıkları manzarayı anlatıyordu, dışarıdaki Türkiye’yi içerdekinden daha büyük bir hapishane olarak göstererek. Bugün itibariyle Batı dünyasında kabûl gören bütün filmler, anti ulusalcı filmlerdir. Bugün Batı dünyasında ulusalcı diye değerlendirilen tek sinema örneği yoktur.”
“Bana göre ulusal sinema fikriyatı, en büyük darbeyi ‘Yorgun Savaşçı’nın Silâhlı Kuvvetler tarafından yakılmasıyla yemiştir. Benim açımdan, ulusalcı zihniyete en büyük darbe 12 Eylül askeri darbesi tarafından vurulmuştur. Ondan sonra zaten ulusal sinemanın lâfı edilmez hale gelmiştir. Türkiye’de Ulusal Sinema fikrine sahip çıkanlara indirilen en büyük darbe ve verilen en büyük ceza benim filmim ‘Yorgun Savaşçı’nın yakılmasıdır. Üstelik bu filmi çekmemi TRT bana teklif etti. Zamanın Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve dönemin TRT Genel Müdürü’nden aldığım onayla ve çok büyük bir devlet desteğiyle ‘Yorgun Savaşçı’yı çektim. Askeri binalar tahsis edildi. Birçok müzeden toplar, makineli tüfekler çıkarıldı. Bülent Ecevit hükümeti dönemindeki yöneticilerin yapımını kararlaştırdığı, Süleyman Demirel hükümeti yöneticileri tarafından çekimi sürdürülen, 12 Eylül 1980’den sonra da her türlü askeri yardım ve devlet desteği devam ettirilen ve 1983’te gösterime hazır hale getirilen bu filmimin yakılması tipik ve klâsik bir sansür olayı, sansür meselesi değildi. Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne, zamanın askeri yöneticilerine kurulmuş bir tuzaktı. Başta Kenan Evren olmak üzere, zamanın askeri yöneticileri bu tuzağa düştüler.”
“Ulusalcı düşüncelerin tam karşıtı olan ‘Yol’un Cannes’da ödüllendirilmesi çok dikkat çekicidir. Her fırsatta ‘Yaşasın Vatan!’ diyen benim filmim Cumhuriyet Gazetesi yazarı İlhan Selçuk’un teşvikleri ve kışkırtmaları sonucunda devlet tarafından yakıldı. Öte yandan, ‘Yol’ filminde olduğu gibi ‘Kahrolsun Türk devleti’ diyeceksin sana dünyadan ödül yağacak. Attila İlhan gibi aydınlarsa ‘Yorgun Savaşçı’yı savunan yazılar yazmıştı.”
“1957’de yönetmen Atıf Yılmaz’a ‘Yaşamak Hakkımdır’da yönetmen yardımcılığı yaptım ve Atıf Yılmaz ile senaryo yazımına katıldım. ‘Yaşamak Hakkımdır’, Fritz Lang’ın yönettiği ‘You Only Live Once’ adlı filmin bir uyarlamasıydı. Bu filmden sonra Almanya’ya gittim. Dönüşümde Atıf Yılmaz ustamı Sarıyer’deki yazlık evinde ziyaret ettim. Oturma odasında daktilonun başında genç bir adam vardı. Atıf Yılmaz bizi tanıştırdı, ‘Yılmaz Güney’ dedi.1958 yaz ayları. ‘Bu Vatanın Çocukları’nın hazırlıkları içindeydiler. Yılmaz Güney bu filmde hem yönetmen yardımcısı, hem de oyuncu olarak görev alacaktı. Benim Almanya’da olduğum sürede Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney’le çalışmış; yeni bir kabiliyetli genç bulmanın mutluluğu içindeydi. Akşam Sarıyer’deki Atıf Yılmaz’ın yanından Yılmaz Güney ile birlikte ayrıldık. Sarıyer’den Taksim’e giderken yolda Yılmaz Güney, ‘Atıf Yılmaz söyledi. Sende Sergei Eisenstein kitapları varmış, onları okumak istiyorum,’ dedi. Kitapların Türkçe olmadığını İngilizce olduğunu söyledim. Yılmaz Güney de İngilizce bilmediğini söyledi ve ‘Ziyanı yok. Yine de sen kitapları bana ver, İngilizce bilmesem de ben anlarım!’ dedi.”
“Yönetmen Atıf Yılmaz’ın Yaşar Kemal uyarlaması ‘Alageyik’ Yılmaz Güney’in oyuncu olarak ikinci ama başrol oynadığı ilk filmdi. Yılmaz Güney’in ata binme konusundaki ustalığı ve deneyimi bu rol için en büyük avantajıydı. ‘Alageyik’ alelacele yapımına girişilmiş bir filmdi. Atıf Yılmaz ‘Alageyik’e yeterince hazırlanacak bir zaman bulamamıştı. Yaşar Kemal’in senaryosundan kaba hatlarıyla olay hattı ortaya çıkartılmıştı. Sahne sıralaması da kaba hatlarıyla hazırlanmıştı. Ben de Atıf Yılmaz’ın yönetmen yardımcısıydım, senaryoyu da Atıf Yılmaz ve Yılmaz Güney’le birlikte yazmıştık. Güney aynı zamanda ‘Alageyik’in ikinci yönetmen yardımcısıydı. Yaşar Kemal, Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney ve ben birkaç gün bir araya gelip sahne sıralaması yaptık. Bu film için elde tamamlanmış bir senaryo olmadan çekime çıkıldı. Diyalogları olmayan bir senaryoyla Antalya’ya gittik. Çekimler için Antalya’da doğru dürüst bir mekân araştırması bile yapılmamıştı. ‘Alageyik’i çektiğimiz yer bugün Antalya’nın en turistik semti haline gelmiş bulunuyor. Diyalogların bir kısmı sette yazılmaktaydı. Yarın şurada şu sahneyi çekelim diye karar veriyorduk. Ertesi gün ki çekimde Atıf Yılmaz birtakım kâğıt parçalarına yazılmış diyaloglar çıkartıyor, oyuncular ne söyleyeceklerini sette öğreniyorlardı. Benim ‘Alageyik’ setinde Türk sinemasındaki çekim şartları hakkında öğrendiklerim, ‘Yaşamak Hakkımdır’dan kat be kat fazla oldu. ‘Alageyik’ Türk sinemasında bile çok sık rastlanmayan şartlarda yapılan bir filmdi. O filmde Atıf Yılmaz’ın işin pratiğini götürmedeki olağanüstü yatkınlığını gördüm. İnanıyorum ki, o şartlarda Atıf Yılmaz’dan başka kimse eli yüzü düzgün bir film yapamazdı. Bu şartlar içinde Atıf Yılmaz hiç paniklemeden, telaşa kapılmadan, son derece soğukkanlı sadece durumu idare etmiyor, filmi de yönetiyordu. Film montajlandığında hazırlıksızlığın sonucu göze çarpan hiçbir aksaklık yoktu. Hatta bir geyik avcısının hikâyesini anlatan, adı ‘Alageyik’ olan bu filmde hiç geyik görüntüsü olmaması bile ölümcül bir eksiklik meydana getirmiyordu. Yılmaz Güney’li siyah beyaz ‘Alageyik’ sinema seyircilerinden müthiş ilgi gördü. Oysa ‘Alageyik’in Cüneyt Arkın ve Mine Mutlu’lu on yıl sonraki renkli çevrimi sinema seyircilerinden fazla ilgi görmeyecekti.”
“Yılmaz Güney’le bir diğer ortak çalışmamız ‘Karacaoğlan’ın Kara Sevdası’dır. Bu filmde de ben Atıf Yılmaz’ın yönetmen yardımcısıydım, Güney yönetmenin ikinci yardımcısıydı. Yaşar Kemal’in eserinin uyarlama senaryosunda Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney ve benim imzam vardı. Ruhi Su’da filmin türkülerini seslendirmişti. Film belki de içerisinde yeterince macera unsuru olmadığından ya da başroldeki Devlet Tiyatrosu oyuncusu Nuri Altınok halk tarafından benimsenmediğinden tam bir gişe felâketi yaşadı.”
“1979’da Yılmaz Güney kendisiyle aram pek iyi olmamasına rağmen beni İzmit Cezaevi’ne davet etmişti. Cezaevine gittiğimde gördüm ki, burada Yılmaz Güney’in büro gibi kullandığı özel odası vardı, cezaevinde resmen bir ofisi vardı, misafirlerini orada kabûl ediyordu. Görüştüğümüz mesele için birkaç kez daha ziyaretine gittim sonradan. Yılmaz Güney, ‘Yol’un montajı için ya da filmin iş kopyaları basılırken de hapishanede olması gerekirken Balmumcu’daki Mimar Sinan Üniversitesi Sinema TV Merkezi’nde çalışıyordu. Keza oğlunun sünneti için de cezaevinden çıktı. Yılmaz Güney’in o dönemde TRT’yle bir sorunu vardı, benim ise ‘Yorgun Savaşçı’ henüz yakılmadığından TRT’yle aram henüz bozulmamıştı. Yılmaz Güney, hem bu sorunu için yardım istedi, hem de filmlerini emanet ettiği, itimat ettiği, güvendiği arkadaşlarından alacaklarını tahsil edemediğinden yakındı. İlişkilerimi kullanarak Güney’in bazı filmlerinin TRT’de gösterilmesini sağladım ve Yılmaz Güney’de bu satışlardan para kazanmış oldu.
Yılmaz Güney’in Nebahat Çehre’nin Başının Üzerindeki Bardağı Gerçek Mermiyle Vurmasından Bu Yana 58 Yıl Geçmiş
Geçtiğimiz günlerde “Yeşilçam Sinemasına Saygı Günleri” düzenleyen İstanbul Klâsik Otomobilciler Derneği Başkanı Serkan Okay, Yılmaz Güney’in başrolünde olduğu “Eşrefpaşalı” ve “Bir Çirkin Adam” filmlerinde kullanılan otomobil Buick Riviera’yı buldu ve sergiledi.
Yılmaz Güney bu otomobili sonradan Hasan Kazankaya’ya satmıştı.
Otomobilin son otuz yıldaki sahibiyse Ali Altan Mıhçıoğlu’ydu.
Yılmaz Güney’in 1963 Oldsmobile, 1962 Mercury ve 1965 Ford Mustang otomobilleri de vardı.
Bu yazıda “Eşrefpaşalı” filminin dünya sinema tarihine geçen çekim serüvenini anlatacağız.
Önce Özet: Yıl: 1966… Yer: Nazım Kalkavan’ın Beylerbeyi’ndeki Yalısıdır… Filmin harici bir gece sahnesi yalının bahçesinde çekilmektedir.
İçkili Yılmaz Güney bu sahnede Nebahat Çehre’nin başı üzerine bir bardak koyup tüfeğini ateşleyecektir.
Ancak bardağı hakiki bir mermiyle vurmak niyetindedir.Filmin yönetmeni Erdoğan Tokatlı, Yılmaz Güney’in bu çılgın tavrına karşı çıkar.
Tokatlı, Güney’e “Hayır olmaz! Karını öldürmeye mi niyetlisin?” diyecektir. Ancak Yılmaz Güney’i kararından vazgeçiremez, döndüremez. Ölümle yaşam arasında gidip gelen Nebahat Çehre bir kurbanlık koyun gibi başının üzerinde bardak kaderini bekler.
Yılmaz Güney spot lambalarının aydınlığında yirmi metre öteden silâhını doğrultup tetiğe basar. Tek bir kurşunla bardak tuzla buz olmuştur. Kıl payı ölümden dönen Nebahat Çehre korkunç olaydan sonra sinirsel bir boşalmayla Yılmaz Güney’e sarılarak ağlamıştır.
Nebahat Çehre’nin Ölümden Dönmesinin Ayrıntıları: Yazar William Burroughs Eylül 1951’de ikinci karısı Joan Volmer’ı Guillame Tell’cilik oynarken öldürmüştü; olay şöyle gelişti: William Burroughs karısının başının üzerine bir bardak cin yerleştirdi ve iki metreden tüfekle ateş etti… Kurşun kadının başına saplandı ve ne yazık ki kadın öldü…
15 yıl sonra bu olayın bir benzeri Türkiye’de yaşandı ve şükürler olsun kurşun kadının vücuduna saplanmadı. O kadın Nebahat Çehre kendisine ateş edense kocası Yılmaz Güney’di…Yılmaz Güney, Nebahat Çehre’nin Başına Hedef Koyup Hedefe Ateş Etmişti!
Yıl 1966. Yılmaz Güney’in, Türkiye eski güzellerinden olan ve her Türk erkeğinin en az bir kere aşık olduğu karısı, Nebahat Çehre’nin başına şişe ya da bardak (tanıkların farklı farklı ifadeleri var) koyup ateş ettiği film olan, “Eşrefpaşalı”daki korkunç olayı önce Giovanni Scognamillo’nun sonra da Erol Günaydın ve Agâh Özgüç’ün anlatımıyla gözünüzün önünde canlandırmaya çalışacağız.
Giovanni Scognamillo, Nebahat Çehre’nin Kafasının Üzerine Ateş Açılmasını Anlatıyor:
Giovanni Scognamillo: “‘Çirkin Kral’la ikinci karşılaşmamız Erdoğan Tokatlı’nın yönettiği “Eşrefpaşalı”nın setinde oldu: O dönemde adeta “ulusal set” haline gelmiş olan Kalkavanlar’ın köşkünde ortada dolaşan şirin bir küçük kız vardı, adı Billur olan.Erdoğan Tokatlı beni sabah erkenden aramıştı; filmde küçük bir rol vardı, bir Amerikalı işadamı, oynar mıydım? Figüranlık yapmaya alışmıştım, setler hep ilginç oluyordu, üstelik güzel bir yaz günüydü. Neden olmasın?Vardığımda set kalabalıklaşmıştı. Yılmaz Güney, Nebahat Çehre, Feridun Çölgeçen, Renan Fosforoğlu, Sevinç Pekin ve değişik bir figürasyon olarak, bir dizi hippy, kimi Fransız, kimi İngiliz.Sabah ön bahçede çalışıldı, öğlen her zamanki gibi “hafif” bir şeyler yenildi, salatalık, domates, beyaz peynir, ekmek türünden. Öğleden sonra çekimler devam etti ama bizim sahne hep ertelendi, nasıl olsa bir dahili idi! Ve çene çaldık, hippy kızlarla sohbetlere daldık, hava kararınca da Yılmaz Güney’in canlandırdığı karakterin yabancı işadamlarıyla görüşme sahnesi çekildi.Çekimin asıl olayını daha önce gerek Agâh Özgüç, “Arkadaşım Yılmaz Güney” adlı kitabında, gerekse Ahmet Kahraman, “Yılmaz Güney Efsanesi” adlı kitabında uzun uzun anlattılar. Bense o gece yaşadıklarıma oldukça şaşkın ve bir hayli tedirgin tanık oldum. Gece idi, Yılmaz da oldukça içkili. Çekilecek son bir sahne vardı: Yılmaz Güney on metre ötede olan, Nebahat Çehre’nin başına dikilen bir şişeye ateş edip parçalayacaktı. Erdoğan Tokatlı sahneyi bölmek, kırılan şişe efektini yakından ve ayrıntı olarak çekmek istedi. Yılmaz direndi, tek plânda çekilsin diye. Direnmekle kalmadı elindeki tüfeğe kurşun sürdü. Set bir anda boşaldı, bir görüntü yönetmeni Mustafa Yılmaz, bir de Tokatlı ile iyi anımsıyorsam, yönetmen yardımcılığını yapan Yücel Uçanoğlu sette kaldı. Yılmaz lâf dinlemiyor, içkili ve saldırgandır, Tokatlı ikna edemiyor onu, Çehre ise ha bayıldı ha bayılacak. Yılmaz’ın ne denli iyi silâh kullandığını herkes iyi biliyor ama… Sonuçta her şey bir anda oldu: Yılmaz “motor” diye bağırdı, silâhını ateşledi, şişe parçalandı ve bir alkış koptu… Yılmaz Güney’di bu ve başka şekilde hareket edemezdi, içine işlemişti artık, bir melek-şeytan karışımı gibi. Bir gece, bir lokalde servis yapan garsonun boynuna sarılır, bin lira (ki bayağı büyük paraydı) bahşiş verir, biraz sonra ise haklı ya da haksız, çıngar kopartırdı.”
Erol Günaydın, Nebahat Çehre’nin Kafasının Üzerine Ateş Edilmesini Anlatıyor:
Emine Algan’ın “Erol Günaydın Kitabı: İki Kalas Bir Heves” adlı kitapta (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) Erol Günaydın “Eşrefpaşalı” setinde yaşanan olayı şöyle anlatır:
“İlk kızım Ayşe 1966’da doğmuştu. İşte ben Ayşe doğduğu zaman İzmir’den ‘Eşrefpaşalı’nın çekimleri için geldim. Bir kısım sahneler İstanbul’da geçecek. Kalkavanların köşkünde çalışıyoruz. Yılmaz Güney’de içkili birazcık. Bir sahne var. Yılmaz birdenbire, ‘Şu şişeyi al da karşıma geç’ dedi. ‘Ne olacak?’ dedim. ‘Ateş edeceğim, vurur muyum ben seni’ dedi filân. Ben şişeyi tuttum, tak diye ateş etti. Ben şişeyi bırakıp kaçıyorum. ‘Aydemir’ diye çağırdı. Aydemir Akbaş’ta şişenin kalan yarısını aldı. Aydemir’in elinde de yarısını kırdı. Arkadan karısı Nebahat’a, ‘Başına bardağı koy’ dedi, ‘ateş edeceğim.’ Kadın ‘Olmaz, yapamam, edemem…’ dedi. Yılmaz Güney ‘Seni vururum’ dedi, ‘Yok bunun yolu!’ Kadın başına bardağı koydu Yılmaz dan diye ateş etti. Bardak kırıldı ama Nebahat Çehre korkudan yerlerde.”
21 Ağustos 2009’da bir araya geldiğimiz ve söyleştiğimiz Erol Günaydın’a bu olayı bir kez daha anlattırdım. Günaydın, Güney’in keskin nişancılığından dolayı bu olayda kimsenin yara almadığını, Nebahat Çehre’nin ise korkudan bayıldığını söyledi.
Agâh Özgüç, Nebahat Çehre’nin Kafasının Üzerine Ateş Edilmesini Anlatıyor:Agâh Özgüç ise bu olayı bize anlatırken Erdoğan Tokatlı’nın 1966'da “Eşrefpaşalı” setinde Yılmaz Güney’i durduramadığını söyledi. Özgüç sözlerini şöyle sürdürdü: “William Tell (Giyom Tell) nasıl usta, keskin nişancı okçusuysa Yılmaz Güney’de kendini onun yerine koyuyordu. Yılmaz Güney’in setlerinde ne yazık ki silâh atışları hakikidir, gerçek mermi kullanılmıştır.
Agâh Özgüç, Cüneyt Arkın’ın içki içtikten sonra Giyom Tell olduğunu zannettiğini önüne gelene, kendisine ve Hamit Yıldırım’a kafasının üzerine gelecek şekilde ok attığını/yağdırdığını da yaptığımız söyleşide anlattı...
Agah Özgüç Yılmaz Güney’i anlatıyor:
Yapımcı ve yönetmen Osman Seden, “Kızılırmak Karakoyun”un Anadolu’da sinema seyircilerinden büyük ilgi görmesi üzerine Yılmaz Güney filmlerini oynamak istemeyen sinema salonlarının direnişinin kırılacağını ilk öngörenlerdendi.
1960’ların ilk yarısında Çetin Emeç’in yazıişleri Müdürü olduğu Ses Dergisi için Yılmaz Güney’le bir söyleşi yaptım.O gün sohbet ettik, şarap içtik.Güney’in suskun ve mahçup bir kişiliği vardı.Kesinlikle sormadan cevap vermiyordu.Az konuşuyordu.O güne kadar hiçbir aktörde rastlamadığım yumuşak bir ses tonuna sahipti.Çoğu kez de “Agam” diye hitap ediyordu.Söyleşinin bir bölümü kullanıldı.O sırada Yılmaz Güney’e basında önem ve yer verilmiyordu.Onu kimse tanımıyordu ya da yeterince tanımıyordu.Sonra Yılmaz Güney’in 1965’teki bıçaklama olayı Ses dergisi dahil bütün basında geniş yer buldu.Böylece birden herkes tarafından tanındı.
Sonra Yılmaz Güney’le arkadaş olduk.Güney o günlerde nikahsız yaşadığı ve karım diye tanıttığı Can Ünal Hanımla aynı evi paylaşıyordu.Bu evde birçok gece ucuz şarap içip, domates ile beyaz peyniri meze yapıp, sabahladık.
Yılmaz Güney’i yapımcı Nevzat Pesen’le tanıştırdım.Pesen Film o dönemde çok etkili ve güçlü bir yapımcıydı.Nevzat Pesen, “Yılmaz Güney’in suratı film yıldızlığı için hiç uygun değil.Ondan olsa olsa kömürcü çırağı olur,” demişti.Nevzat Pesen kısa sürede tükürdüğünü yaladı ve Yılmaz Güney’le film çevirdi.Bir süre sonra Nevzat Pesen’in işleri bozuldu, iflas edince de canına kıydı.Allah rahmet eylesin.
*Agah Özgüç: Yılmaz Güney’in hayatına kısa süreliğine giren kadınlar arasında Feri Cansel’den başka Oya Peri de vardı.Sema Özcan’la da adı birlikte anıldı.
*Agah Özgüç: “Yapımcı Nevzat Pesen, “Yılmaz Güney’in suratı film yıldızlığı için hiç uygun değil.Ondan olsa olsa kömürcü çırağı olur,” demişti.Nevzat Pesen kısa sürede tükürdüğünü yaladı ve Yılmaz Güney’le film çevirdi.Bir süre sonra Nevzat Pesen’in işleri bozuldu, iflas edince de canına kıydı.”
Agah Özgüç, Yılmaz Güney’i anlatıyor:
“Yılmaz Güney’in çocukluğundan ilk hatırladığı evlerinin duvarında asılı bulunan tüfek/mavzer/silahtır.”
“Yılmaz Güney, babası Hamit’i sevmezdi.Çünkü, Hamit Bey Güllü Hanımı terk edip bir başka kadınla evlenmişti. 1963’ün filmi “İkisi de Cesurdu”nun bir sahnesinde Yılmaz Güney’in canlandırdığı karakterin kaldığı otelin bir duvarına astığı çerçevedeki başörtülü yaşlı kadın fotoğrafı Güllü Hanım’a aittir.”
Agah Özgüç, Yılmaz Güney’i anlatıyor
“Yılmaz Güney adını ilk defa, Vedat Günyol’un “Yeni Ufuklar” dergisinde hikayeci ve edebiyatçı olarak duyurdu.Böylece kendine bir çevre edinmeye başladı.1958’de Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Bu Vatanın Çocukları” adlı filmde oyunculuğa başladı, senaryo çalışmalarına katıldı ve yönetmen yardımcılığı yaptı.Bu filmde Atıf Yılmaz’ın diğer yönetmen yardımcısı Halit Refiğ’di.
Yılmaz Güney başlangıçta en çöp filmleri çekti.Bu çöp filmleri yaparak yeni bir dönem açtı.Bu filmlerde ilginç diyaloglar vardı.En kötü filmlerinden itibaren seyirci desteğine sahip oldu.Bir halk filmcisidir. Halkın içinden gelmiştir.Halkını en iyi tanıyan filmcidir.Bir noktadan sonra (“Hudutların Kanunu”, “Seyyit Han: Toprağın Gelini”,”Umut”) aydınları da destekçileri arasına kattı. ”Seyyit Han” müthiş bir gişe başarısı kazandı, “Umut” fazla seyirci toplayamadı… Fatma Girik, Hülya Koçyiğit, Semiramis Pekkan ve Filiz Akın’ın filmlerini kaçırmayanlara bu kadın oyuncularla film çevirerek kendisini tanıtması da akıllıcaydı. Türkan Şoray’la bir filminin olmaması ilginç bir nottur.Yılmaz Güney, kendi aklıyla kendi bilinciyle kendi kendini yaratmıştır.
Başlangıçta filmleri sadece Anadolu sinemalarında ve büyük kentlerin kenar mahalle/ varoş sinemalarında gösteriliyordu.Bunun nedeni de seyircilerinin sinema salonlarına zarar vermesiydi.Seyircileri tıraşsız adamlardı, koltuklara jilet atıyorlardı, hatta koltukları kırıyorlardı.
Agah Özgüç Yılmaz Güney’i anlatıyor: Yapımcı ve yönetmen Osman Seden, “Kızılırmak Karakoyun”un Anadolu’da sinema seyircilerinden büyük ilgi görmesi üzerine Yılmaz Güney filmlerini oynamak istemeyen sinema salonlarının direnişinin kırılacağını ilk öngörenlerdendi.
1960’ların ilk yarısında Çetin Emeç’in yazıişleri Müdürü olduğu Ses Dergisi için Yılmaz Güney’le bir söyleşi yaptım.O gün sohbet ettik, şarap içtik.Güney’in suskun ve mahçup bir kişiliği vardı.Kesinlikle sormadan cevap vermiyordu.Az konuşuyordu.O güne kadar hiçbir aktörde rastlamadığım yumuşak bir ses tonuna sahipti.Çoğu kez de “Agam” diye hitap ediyordu.Söyleşinin bir bölümü kullanıldı.O sırada Yılmaz Güney’e basında önem ve yer verilmiyordu.Onu kimse tanımıyordu ya da yeterince tanımıyordu.Sonra Yılmaz Güney’in 1965’teki bıçaklama olayı Ses dergisi dahil bütün basında geniş yer buldu.Böylece birden herkes tarafından tanındı.
Sonra Yılmaz Güney’le arkadaş olduk.Güney o günlerde nikahsız yaşadığı ve karım diye tanıttığı Can Ünal Hanımla aynı evi paylaşıyordu.Bu evde birçok gece ucuz şarap içip, domates ile beyaz peyniri meze yapıp, sabahladık.
Yılmaz Güney’i yapımcı Nevzat Pesen’le tanıştırdım.Pesen Film o dönemde çok etkili ve güçlü bir yapımcıydı.Nevzat Pesen, “Yılmaz Güney’in suratı film yıldızlığı için hiç uygun değil.Ondan olsa olsa kömürcü çırağı olur,” demişti.Nevzat Pesen kısa sürede tükürdüğünü yaladı ve Yılmaz Güney’le film çevirdi.Bir süre sonra Nevzat Pesen’in işleri bozuldu, iflas edince de canına kıydı.Allah rahmet eylesin.
*Agah Özgüç: “Yılmaz Güney 1960’ların ikinci yarısından itibaren büyük paralar kazandı.O dönemde en yüksek ücreti alan Ayhan Işık ücretini film başına 75 bin lira yapınca, Yılmaz Güney’de onu taklit eder ücretini 75 bin liraya çıkartırdı.Ancak Güney parayı elinde tutmayı bilmezdi, beceremezdi.Cebinde sadece 20 lira olsun, onu kendisinden isteyene çıkarır verirdi.Bonkör bir Ağa gibi davranırdı.Para dağıtırdı.Filmlerinde canlandırdığı adalet dağıtan romantik gangster karakterleri gibi davranırdı; hareket ederdi.Ne yazık ki asalak insanları kendisinden para istemeye alıştırmıştı.”
Agah Özgüç, bu konuda şunları söylüyor: “Yılmaz Güney 1960’ların ikinci yarısından itibaren büyük paralar kazandı.O dönemde en yüksek ücreti alan Ayhan Işık ücretini film başına 75 bin lira yapınca, Yılmaz Güney’de onu taklit eder ücretini 75 bin liraya çıkartırdı.Ancak Güney parayı elinde tutmayı bilmezdi, beceremezdi.Cebinde sadece 20 lira olsun, onu isteyene çıkarır verirdi.Bonkör bir Ağa gibi davranırdı.Para dağıtırdı.Filmlerinde canlandırdığı adalet dağıtan romantik gangster karakterleri gibi davranırdı; hareket ederdi.Ne yazık ki asalak insanları kendisinden para istemeye alıştırmıştı.Sol görüşlü kimi anarşiştlerle olduğu gibi çoğu Kabadayıyla da yakınlıkları olan Yılmaz Güney kumarhane açılışlarına da davet edilirdi. Yılmaz Güney, Kabadayıların, Mafya Babalarının kumarhanelerinde çok para kaybetmişti. Tavlada kaybettiği için bedava oynadığı filmler vardı. Bu nedenle büyük bir serveti ve mal varlığı yoktu.
*Kemal Tahir: “Yılmaz Güney’in filmi ‘Seyyit Han –Toprağın Gelini’ karşısında büyük heyecan duydum. Bence halk sinemasının halka bir meseleyi nasıl anlatması gerektiğini en kaba, en kaba olduğu için de en kestirme yoldan gösteriyordu. Ulusal sinemamızın belli başlı ana yollarından birine işaret ediyordu.”
Costa Gavras: “Yılmaz Güney, cesur bir filmciydi.Ölümü hepimiz için ancak daha da çok Kürtler için büyük bir kayıptır.Kürtlerin mücadelesi Yılmaz Güney’siz de devam edecek.”
Yararlanılan kaynaklar:
Yılmaz Güney’le ilgili kapsamlı bilgi arayanlar için kaynak kitaplar
Yılmaz Güney’le ilgili daha geniş bilgiye sahip olmak isteyenler, Agah Özgüç tarafından yazılan, “Neden Yılmaz Güney!” , “Arkadaşım Yılmaz Güney”, “Bütün Filmleriyle Yılmaz Güney” , “Türk Sinemasında İntiharlar ve Cinayetler Dosyası”, “Türk Film Yönetmenleri Sözlüğü”, “Bir Sinema Yazarının Günlüğünden Aykırı Notlar” ve ”Antalya Film Festivali’nin 40 Yılı” adlı kitaplar ile yine Agah Özgüç’ün Sinema 65 Dergisi’ndeki “Sokaktaki Adam ya da Yılmaz Güney” adlı yazısı yanı sıra Ahmet Kahraman’ın “Yılmaz Güney Efsanesi” ve Giovanni Scognamillo’nun “Yeşilçam’dan Önce, Yeşilçam’dan Sonra” adlı kitabına başvurmalı.
Film yapımcısı Abdurrahman Keskiner'in anıları "Prodüktör" Alfa Yayınları Anıları kitaplaştıran Ali Can Sekmeç
“Fatih Akın; Sinema Benim Memleketim, Filmlerimin Öyküsü” adlı kitaptan (Doğan Kitap Yayınevi ) ve (Alman Die Welt Gazetesi’nden Hanns-Georg Rodek’in -1957 doğumlu- Fatih Akın’la yaptığı söyleşiden) birer bölüm.