Türkiye Cumhuriyeti; Atatürkçü düşünce sistemine bağlı olarak kurulmuştur. Atatürkçü düşünce sistemi aklın ve bilimin yön verdiği, gökten indiği varsayılan dogmalardan uzak bir düşünce sistemidir. Onun için her çağda, o çağa uyum gösteren, değişerek gelişime açık olan, devamlı kendini çağın şartlarına göre yenileyen bir sistemdir. Sahip olduğumuz coğrafyamız, güzel dilimizin kazandırdığı kültür, Atatürk’ün kazandırdığı bağımsız milli devletimiz, lâik zihniyet yapımız, milli egemenliğimiz, Türk Tarihinin derinlerinden getirdiğimiz, binlerce yıl belleklerimize ve genlerimize sinmiş yaşayış biçimiz ve törelerimiz Türk mânevî varlığının güvenceleridir.

Atatürk, Türk tarihinin derinliğine, tükenmezliğine bitmezliğine, ölmezliğine olan inancı, onda kendine güven duygusunu oluşturmuştur.  Türk ve Dünya tarihini ve insanlık kültürünü çok iyi bilir.  Bu bilinç onda Türk milleti ile dünya milletlerini mukayese etme kabiliyeti doğurur. Bu mukayesede görür ki, Türk, Dünyanın en eski milletidir ve dünya milletlerinin atasıdır. Türk tabiatın oğludur. Yıldırımdır, şimşektir, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir. Güneşin oğludur. Sakalar, Sümerler Etiler güneşten gelmektedirler ve Türk’türler.
Bilgiye dayanan bu inanç, Dumlupınarları, Sakaryaları, 9 Eylülleri ve cumhuriyeti yarattı . Dumlupınar’da savaşın cereyan şeklini anlatırken Atatürk, şunları söylüyor. Sonuç yalnız maddî kuvvetlerle değil, bütün kuvvetlerin özellikle, Ahlâk ve kültürün üstünlüğü ile alınabilir.  Atatürk bütün başarıların temelinde ahlâk ve kültürü görür. Türk’e yönelen bütün tehditlerin silâhı, Türk insanının Türk kültürü ile donatılmasıdır. Onun için Türk Çocuklarının görecekleri eğitimin hududu ne olursa olsun onların milli duygularla donatılması gerektiğine inanmıştır. Ve de dünya üzerine yaşayan milletler arasında ruhen demokrat doğan yegâne millet Türk Milletidir  inancındadır.

Atatürk Mâziyi iyi bilerek geleceği plânlamıştır. Bu plân içinde gerçekleşen ve Türk Milletine hediye edilen şey Türkiye Cumhuriyetidir. Cumhuriyet Türk tarihine rastlanan en büyük devrimdir. Amacı; Muasır medeniyet seviyesine ulaşmaktır. Bunun yolu da doğu uygarlık anlayışından Batı Uygarlığı anlayışına geçmektir. Atatürk’e gelinceye kadar iki yüz yıl Türk toplumu Batı Uygarlığı yönünde devrim girişimleri oldu. Fakat bu girişimler nihai sonuca ulaşamadı zikzaklı idi Batı uygarlığı özgür düşünen bireylerin ürünü idi. Dekart 17 asırda, düşünüyorum o halde varım demişti. Batı insanı düşünmeyi var olmanın nedeni saydı ve düşündü. Özgür düşünce batı insanının temel ilkesi haline geldi. Zihinler deney ve eleştiriye açık hale geldi. Kilisenin dogmatik düşünce yapısı yıkıldı. Sonuçta doğa bilimleri, teknoloji, toplumsal bilimler birbirlerine yaslanarak gelişti. Atatürk’ün arzu ettiği zihni yapı bu idi, cumhuriyet insanının böyle olmasını hedefleyip ciddi devrimlere imza attı. Doğu insanının zihin yapısında inanıyorum o halde varım algısı vardı. Her şey inanca göre planlanıyordu. Düşünce yaratıcı yapısını kaybetmiş paslanmıştı. Özgür düşünce Tanrı korkusu ile baskılanmış, medresenin kapıları müsbet bilimlere kapatılmış, skolastik mantık elit tabakaya hakîm olmuştu. Cumhuriyet bu kapalı ve karanlık zihin yapısından kurtuluşun ciddi ve korkusuz adımıdır. Bu kararlı adımlara yol gösterici ışık ilimdir fendir. Hayatta en hakiki yol gösterici bilimdir. Türk tarihinin yönetim biçiminde Devlet devamlı toplumu şekillendirmiştir. Devlet güçlü olduğu zaman toplum sağlıklı ve güçlüdür. Devlet yozlaştığı zaman toplum sürü haline gelir. Devleti yönetmek için Eflâtun kralın filozof olmasını tavsiye etmiştir. Ziya Gökalp devleti Güzideler yani elit seçkinler yönetmelidir demiştir. Atatürk’ün kadroları hep güzidedir. Devlet otoritesini tesis etmişlerdir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin otoritesi ve dokunulmazlığı ile Devletin otorite ve dokunulmazlığı özdeşleştirildi.  Onun için devrimler başarılı ve hızlı olmuş ve benimsenmiştir. Ne var ki devletle iç içe olan tek parti yönetimi zamanla  yıprandı, güçsüzlüğünü otoriter devlet yerine totaliter bir devlet anlayışına  kaymak suretiyle giderme yolunu aradı.  Halkla devletin arası açıldı.  Çünkü pati devleti yutmuştu. 1950’den sonra iktidara gelenler, halkın mânevî  duygularını istismar ederek devrimlere sekte vurarak  devletin yozlaşmasına düşünce iklimin çürümesine yol açtılar. Bu çürüme amansız şekilde devam ediyor.

Bu çürümenin tek ilâcı lâik anlayış ve kültürel zihinsel gelişmedir. Geçmiş, büyük Milletimizin en değerli zenginliklerinden birisidir. Türk Tarihinin geçmişi şanlarla şereflerle zaaflarla doludur, geçmişimizi zaaflarımızla beraber değerlendirmek zorundayız bu tarih bizim tarihimizdir. Tarihi millet yapar, fert o milletin içinde yaşar. Millete inanmadıkça cumhuriyete inanma ve onu yaşatma imkânı yoktur. Cumhuriyet algısında boyun bükme ve kulluk yoktur. Her Tür vatandaşı kendi kendisinin beyidir. Vatandaşın üstende şeyh, Bey, paşa yoktur. Cumhuriyet insanına bu güveni veren Cumhuriyetin temel ilkesi olan lâiklik ilkesidir.

Türk tarihinin uzun geçmişinde devlet ve aile yönetimi lâiktir. Türk’ün destani devirlerinden başlayarak hiçbir Türk boyunda dini yönetim ve baskı görülmez.MS. 8. Asra kadar hiçbir Türk boyunda kurumlaşmış din görülmez, mabet ve din adamı yoktur. 745 yılında Mani dinini kabul eden Uygurlar kâfir ilan ettikleri kutsal soyumuzun ebedi ataları olan Göktürkleri tarihten sildiler.  Uygur Hakan’ ı Böğü Han Türk’ün yaşayış biçimine uymayan mani şeriatını uygulayarak tüm Türk boylarını kâfir ilân etti. Müttefiki Karluklar Müslüman oldular kısa zamanda tarihten silindiler, silinmeyenlerde acı içindeler. Kutsal ataların Göktürk ruhu onları af etmedi.

9 ve 10. Yüzyıl Türk boylarının birbirlerine karşı hakimiyet mücadelesi ile geçti. Oğuzların Kınık soyundan Selçuk Bey, hazar Devletine vergi veren yarı şaman bir Yahudi Oğuzdu. Hazarlara vergi vermemek için Samanoğlu Devleti ile anlaşarak Cent şehrine yerleşti ve islâmı kabul etti. Selçuk Bey ölünce geriye Aslan Yapgu, Yınanç Yapgu, Mikail, Yusuf Yınal, Erbaskan ve Yunus Beyler kaldı. Oğulların Mikail genç yaşta öldü.  Çocukları Tuğrul ve Çağrı Beyleri dedeleri Selçuk Bey büyüttü.. 

1055 yılında  Musul ve Bağdat’ı alan Tuğrul Bey, Arap Halifeyi Şii Büheyli hâkimiyetinden kurtardı. Arap  Halife  Kaim, Tuğrul Bey’e Doğu ve Batının hakimi ve sultanı unvanını  verdi. Müslüman Karahanlılar, Samanoğulları ve Gaznelileri tarihten silen Tuğrul Bey, Halife’nin ordusunu kendisine bağlayarak halifeyi sadece öbür dünya işlerinin tanzimi ile yetkili kıldığından ilk lâik devlet başkanıdır. Din ve dünya işleri birbirinden ayrılmıştır. Selçuklu çağlarında verilen mücadele İslam mücadelesi değil dünyaya hakimiyet mücadelededir. Devlet bürokrasisi Farslardan olduğundan Türk kültürü Selçuklu çağlarında yara almıştır. Osmanlı çağları zaten mâlum.

Türkiye Cumhuriyeti’nde temel ana yapı Türk Kültürüdür. Bu kültürü benimseyen kişide Türk’tür. Türk insanın öz varlığı Ben’i lâiktir. Yunus Emre’nin; Bir ben vardır bende benden içerü dediği ben. Devlet eliyle veya Tarikatlarla bu ben kirlenmemiştir.  Dağ köylerindeki Türk köylüsünün yapısında bu Ben’i görürsünüz.  Kendinin farkına varma ve ben fikrine ulaşma olarak ağılayabileceğiz lâiklikten ne anlamalıyız?

Birey olunmadan vatandaş olunmaz. Vatandaş, atalarının mezarı olan yerde yaşayan özgür kişidir. Bizde ilk vatan kelimesini Namık kemal (1840- 1888) kullandı. Bu kelime 1889 Fransız Devriminin kutsallaştırdığı bir kelimedir. Özgürlük, adâlet, eşitlik kardeşlik gibi kelimeler vatandaş kelimesinin içeriğini oluşturur. Bütün sosyal sınıflar ve dini algılar bu kavramlar içinde eritilmek istenir. Bunun lâik bir eğitimle sağlanacağına inanılır. Okullarda egemen olan kilise eğitimi yıkılır dinsel eğitimin yerine devrimin ana sloganları yerleştirili 1789 Fransız Devrimi’nde vatandaş Dalton, vatandaş Robespier’le Fransız köylüsü ya da işçisi aynı kavram altında toplanmıştır. 

Türkiye’de de aynen böyle olur. 1924 anayasandaki Devletin dini İslâm’dır ibaresi  10 nisan 1928 günü anayasadan çıkartılmış, lâik algıda ilk adım atılmıştır.1937 yılında Laiklik ilkesi Devletimizin bir temel niteliği olarak  anayasamıza girmiştir. Zaten 3 mart 1924 de yürürlüğe giren Türkiye’yi lâikleştiren yasalarla eğitim birliği sağlanmış Medresede, Enderun’da tekkede yapılan eğitim tek elde toplanmıştır

Türk’ün arkaik ilkel ruhunda Lâik şuur olmasına rağmen yüz yıldır bu ilkenin yani cumhuriyetin lâik ilkesinin korunması hassasiyetinin gündemde olması çok düşündürücüdür. Laik rejimlerde bireylerin dini inanç özgürlüğü yasaların ve devletin güvencesi altındadır. Ancak bütün özgürlükler gibi bireysel inanç özgürlüğünün de yasal sınırları vardır. Anayasamızda açıkça belirtildiği üzere; kimse inançlarını; Devletin sosyal, ekonomik,  siyasi  veya sosyal hukuk düzenini kısmende olsa  din kullarına dayandırmak amacı ile kullanamaz . Yani kimse dini inançlarını kamu düzenini bozacak şekilde uygulayamaz. Diğer bir deyişle kimse bireysel sınırlarını aşarak dini inançlarını kamusal alana  yansıtamaz. Devletimizin her kademesindeki yöneticiler Yurdumuzun jeopolitik durumunu da dikkate alarak cumhuriyetimizin lâik niteliğini korumak zorundadırlar. Camiden, Eğitimden ordudan eskiden olduğu gibi siyaset kaldırılmalı haddini aşan kamu görevlileri cezalandırılmalıdır. Cumhuriyetin ve yurdumuzun bekâsı  lâik anlayışa bağlıdır.

Lâiklik, kişinin istediği din ve siyasi kanaatinden dolayı ayıplanıp küçümsenmesi kişinin benimsediği düşünce, inanç ve siyasi kanaate saygı duyulması erdemidir.

Bu kurumlaşmış medrese Müslümanlığı tarafından hazmedilememiş dinsizlik olarak lanse edilmiştir. Medrese  Müslümanlığında dini hukuk yani şeriat temel prensiptir. Devrimlerden, Türkçe ezandan, Kur’an’ın  meâl ve tefsirinin yapılmasından incinmiştir. Belki bu işler diyanet işlerin fetvası ile yapılsa böyle sert tepki olmayabilirdi.. Bu incinme saldırganlığa dönüşmüştür, İrtica direk devlete saldırdı buna irtica diyoruz. Kubilay olayı, Şeyh Sait ve Dersim olayları birer irtica olayıdır.

Bunlar niye yapıldı ? Hanefî fıkhına göre Kur’an’ın tercüme edilmesi, ibadetin Türkçe yapılması ezanın Türkçe okunması dinen caizdi. Şâfi ve Hanbeli fıkıhına göre bunlar mümkün değildi. Şâfiler ve Hanbeliler, Kur’an’ının mânâsı lâfsında gizlidir, dili değişti mi Kur’an’ının anlamı kalmaz, Kur’an  tercümesi Kur’an değildir düşüncesinde idiler. İmamı Azam Ebu Hanefi’ye göre; Kuranın önemi anlamındadır hangi dilde olursa olsun, Kur’an’nın tercümesi de Kur’an’dır. Hanefi fıkıhına göre hareket edildi. Kur’an ve ezan dili Türkçe oldu. Çünkü dil Devrimi yapılmıştı, Türk çocuklarının kendi dillerinde Tanrı’ya yakarmalarının heyecanını duymaları ve Türkçenin tadına varmaları lâzımdı. Yapılan işler bir din meselesi değil dil meselesi idi, çağdaş birey olma meselesi idi.  Türk halkı ve Türk çocukları Kur’an’ın kutsal ayetlerini kendi ana dillerinde samimiyetle okumalı, inandıkları Tanrı’ya Türkçe dua etmeliydiler. Burada bir anıyı nakledelim. F.R. Atay’dan; Atatürk sağ iken Mekke’de toplanan İslâm konferansına Türkiye davet edilmiş. Atatürk Millet Vekili Edip Servet Tör’ü, yanına çağırarak bu konferansa sen gideceksin ve şapka ile konferansa katılacaksın. Kara taassup tepki verse bile başını eğmeyecek Türk milletini temsil edeceksin. Vekil şapka ile konferansa katılır konferansın en itibarlı delegesi olarak karşılanır.

Atatürk Devrimin aydınlığını İslâm’a yayılırken ;1958 yılında Diyanet İşleri  Başkanı olan biri, Türkçe Kur’an’ın  Kur’an sayılamayacağını Hanefi mezhebini temsil etmesine rağmen gazetelerde ifâde etmişti. Şimdikilerde farklı değil. Yusuf Taha denilen bir Kur’an tefsircisi, şöyle diyor. Kuran Arapça indirildi, Arapça dışında bir dil ile yazılmış me’âl Kur’an hükmünde değildir, Tilâveti ibadet olan Kuran- ı Kerimin bizatihi kendisidir. 

“Biz sana böyle Arapça bir Kur’an vay ettik ki, şehirlerin anası Mekke’yi ve çevresini uyarasın, varlığından hiç şüphe olmayan o toplanma günüyle ( Kıyamet) korkutasın. O gün bir grup cennete, bir grupta acı gazabın içindedir.”

Bu ayette açık olarak Kur’an’ın Mekkelilere Arapça olarak indirildiğini Söylüyor. Kur’an’ın başka bir dile çevrilemeyeceği yönünde Kur’an’ın hiçbir yerinde hüküm yok. Vede Kur’an Mekkelilere Arapça olarak indirilmiş. Başkaları kendi dillerinde bu kitabı tatbikî okuyabilirler, insan aklı böyle düşünür.

Bütün dinî baskılara rağmen lâiklik ilkesi, Türk insanına güven ve şahsiyet vermiş, İslamiyet’i de hayli Türkleştirmiştir. Mekkeli, Ummanlı, Yeni Zelandalı, Afganlı, Hintli, Taylandlı, İranlı vs. Müslümanlarla Türkiyeli Müslümanlar arasında çok önemli farklar vardır. Türkiyeli Müslümanlarda İslâm’a ve mâbetine saygı had safhadadır. Bunu Hac ve Umre ziyaretlerine Mekke ve Medine’de gözlemlemek mümkündür. Oralarda en medenî Müslümanların Türkler olduğunu bizzat gözlemledim. Bu sonuca Cumhuriyetimizin lâiklik ilkesine borçluyuz.  Türk insanı; Lâiklik ilkesini aşrı sol, aşarı sağ, ne olduğu belirsiz ideolojilere ve dinî irticaya karşı göğsünü siper ederek koruyacaktır,

Türk Milletinin yüce ruhunda hem lâiklik hem de Yunus Emre ve Atatürk algısındaki İslâm yaşayacaktır.