Hepimiz diken üstündeyiz.

Yüreklerimiz kıpır kıpır.

Her an kötü bir haber almanın kaygısını yaşıyoruz.

Sizi bilmem ama ben televizyonu açmaya bile cesaret edemez oldum.

Ekranı kırmak geliyor zaman zaman içimden.

Mesleğim gazetecilik olmasına rağmen ekrana haberler gelince başka kanallara yöneliyorum.

Çünkü Başbakan'ın hiddeti, her geçen gün artan sinirliliği ve hakaretleri çekilir gibi değil.

Doğal olarak geriliyorsunuz, isyan edesiniz geliyor.

Oysa televizyon bir eğitim aracı olarak algılanıyor uygar ülkelerde.

Her yaştan insan beyaz camdan bir şeyler öğrenmeli.

Bilgi dağarcığını geliştirip, yurtta ve dünyada neler oluyor bilmeli.

Hele uzaktan kumandalı gazetecilerin katıldığı tartışma programları yok mu resmen bir rezalet.

Hükümete şirin görünmek adına takla atanlar, ülkede yaşanan yangını görmezden gelerek siyasi otoriteye ve başına övgü düzenler yok mu lanet olsun tamamına.

Son yıllarda bir moda çıktı, programı yönetenler ki, adına moderatör deniyor bu tiplerin kavga çıksın, konuklar birbirine girsin diye kaşıyor da kaşıyor.

Erman Toroğlu ve Ahmet Çakar gibi ekran iblislerinin başlattığı ekran kavgası televizyonculuk sektörünün nerede ise yayın politikası haline geldi.

Oysa çok nazik ve sıkıntılı bir süreçten geçiyoruz.

Hoşgörünün hakim olduğu günlere öyle ihtiyacımız var ki.

Birbirimize sarılmanın, kardeşlik duygularını geliştirmenin, birlikte yaşama kültürünün gereklerini yapmanın kesinlikle şart olduğu bir süreci yaşıyoruz.

Halk olarak şunu bir türlü göremedik, çözemedik.

Gündemi değiştirmekte mahir olan hükümet, ülkenin ve de kentin temel sorunlarının tartışılmasını önleme düşüncesiyle bizi Suriye kriziyle oyalamaya çalışıyor.

Esat'la yapıp, Suriye ile sığınmacılar ile kalkıyoruz.

Her gün şehit haberleri geliyor hükümet bizi öylesine afyonladı ki günlük haberler gibi algılamaya başladık.

İleri demokrasiden, insan haklarından söz edenler, haber alma hakkımızı bile engellemekten çekinmiyorlar.

Suriye krizi manşet haber olurken, basına PKK terörü ile ilgili sansür uygulanıyor.

32. yılı geride bıraktığımız 12 Eylül sürecinde ve öncesinde de basına böylesine baskı uygulanmadı, dayatma haberciliği dayatılmadı.

İşte böylesine bir ortamda Başbakan Erdoğan'ın 'dindar-kindar nesil' yetiştirme hevesinden kaynaklanan ve özel bakıma muhtaç miniklerin bile zorlu okullu yapıldığı bir ortamda 4+4+4 adı verilen ucube eğitim sistemine tepkiler ve eylemler var.

İnsanlar ve meslek örgütleri, Anayasal haklarını kullanarak sisteme olan tepkilerini ortaya koymaya çalışıyorlar.

Çalışıyorlar da hızla 'polis devleti'ne dönen Türkiye'de biber gazıyla başlayıp, copla biten güvenlik(!)önlemleri hakim kılınıyor.

Anne-babalar ne yapacaklarını şaşırdılar.

Göz bebekleri çocuklarını okula göndersin mi, göndermesin mi bilemiyorlar.

Göndermek istemeyenlere "rapor al" deniyor, rapor işi de bir başka sorun.

Çünkü doktor, "çocuğun psikolojik yapısı uygun değil" diye yazıyor rapora.

Aslında amaç bu rapor işinde..

Çünkü 66 aylık bebelerini okula gönderip ezdirmek, hayatı boyunca aşamadığı sorunlarla boğuşacak olan çocuklarının fişlenmesinden korkuyor veliler.

Zira AKP yandaşları kendilerini 'ümmet' olarak gördükleri için 66 aylık çocuklarını okula göndermekte sakınca görmüyorlar.

Yani yandaş bebelerinin fişlenme korkusu bulunmuyor.

66 aylık bebekler ise raporla okula gitmezse, hayatı boyunca rapora yazılan psikolojiği bozuk ibaresi yüzünden sıkıntı yaşayacaklar.

Devlet kapısı yüzlerine kapanacak, istedikleri okula gidemeyecekler, istedikleri mesleği seçemeyecekler.

O rapor hayatın her aşamasında karşılarına çıkacak..

Kimi çevreler, "deli" gözüyle bakacaklar o çocuklara..

Özel sektör de iş vermeyecek, günlük ihtiyacını tek başına gideremeyen çocuklar dayatma ile okula gönderilip, dindar bir nesil olarak yetiştirilecekler.

4+4+4 denilen ucube sisteme karşı direnmeliyiz..

Halkın gücünü göstermeliyiz, Türkiye'nin geleceğini ilgilendiren bu sisteme karşı duranları, meslek örgütlerini ve duyarlı vatandaşları yalnız bırakmamalıyız.

Yarın çok geç olmadan..