3 Temmuz 2000'de Ali Özgentürk'ün (1945) yöneteceği "Balalayka" filminin çekim mekanına ulaşmak için hayatında ilk kez İstanbul'da uçağa binen ve müthiş derecede uçakta yolculuk etme korkusu olduğundan yaşamı boyunca her yere demiryolları ya da karayollarıyla ulaşan Kemal Sunal (1944) bindiği ilk uçak havalanmak üzereyken kalp krizi geçirerek hayatını kaybetmişti...Böylece Kemal Sunal'ın "Balalayka"daki rolü de Uğur Yücel'in (1957) olmuştu...Film ekibinde bir doktor olsaydı belki Kemal Sunal hayatta kalırdı...
Yönetmen Ali Özgentürk, Kemal Sunal'ın ölüm anını şöyle anlatmıştı: "Uçakta benimle oğlu Ali Sunal'ın arasında oturmuştu...Uçak yavaş yavaş yürümeye başladı...Birden başı omuzuma düştü...Hayatını kaybettiğinde daha uçak havalanmamıştı bile..."
Kemal Sunal'ın yakın çalışma arkadaşı Zeki Alasya, Sunal'ın vefatıyla ilgili görüşünü şöyle dile getirmiştir: "Kimseleri filmin çekileceği yere otobüsle gitmek sıkıntısında bırakmamak için kendini zorlayarak bindi o uçağa, imkanı yok başka türlü binmezdi."
Milliyet ve Hürriyet gazetelerinin haberine göre, uçaktaki personel ilk yardım konusunda bilgisizdi ve çağrılan ambulansta doktor yoktu. "International Hospital" hastanesine kaldırılan sanatçının doktoru, Sunal'ın kalp rahatsızlığı olduğunu dile getirmiş ve kalp ilaçları kullandığını açıklamıştır. NTV'nin haberine göre, Kemal Sunal'la aynı uçakta bulunan DSP İstanbul milletvekili Erol Al, sanatçının ölümünde ağır ihmal ve tedbirsizlik olduğunu belirtmiştir. Uçağın kabin ekibi, sanatçıya tıbbi müdahalede bulunamadıklarını belirterek, "bunun için eğitimimiz yoktu, yalnızca rahatlatmaya çalıştık" açıklamasını yapmıştır. Sağlık ekiplerinin uçağa 12 dakikada ulaşması ve sanatçının 35 dakika sonra uçaktan indirilip hastahaneye götürülmesi gibi konularda DHMİ ve Medline çeşitli açıklamalarda bulunmuştur. Bu açıklamalardan anlaşılan havaalanındaki sağlık önlemleri son derece yetersizdi...
Kemal Sunal Arzu Film Ertem Eğilmez'in yapımlarıyla 1973'ten itibaren Türk sinemasının filmleri en çok seyirci toplayan yıldızı haline gelmişti...
Kemal Sunal ilk olarak Zeki Müren (1931-1996) tarafından Fransız oyuncu Fernandel'e (1903-1971) benzetilmiştir.
Zeki Müren Kemal Sunal için "Biraz Fernandel, biraz Jean Paul Belmondo (1933-2021)" demiştir.
Yapımcı ve yönetmen Ertem Eğilmez, senaryo yazarları Sadık Şendil, Zeki Ökten, Tekin Akmansoy'dan kurulu Arzu Film ekibiyle birlikte 1974'lerde Erol Toy'un ünlü romanı "İmparator" satış rekorları kırarken bu romandan müthiş bir taşlama başyapıtı çıkarmak ve baş rolde Kemal Sunal'ı oynatmak istedi...Bu konuda Ertem Eğilmez Yedinci Sanat dergisine detaylı açıklamalar yapmıştı...Bu konuda, 1984'te Ertem Eğilmez'le İstanbul Gümüşsuyu'ndaki evinde konuştuğumu da hatırlıyorum...
Ertem Eğilmez Erol Toy'un "İmparator" (1973-1974) adlı romanıyla, William Shakespeare'in "The Merchant of Venice-Shylock-Venedik Tefecisi" (1596-1598) ve Moliere'in "L'Avare -Cimri"sini (1668) aynı potada, aynı senaryoda eriterek harika bir hiciv başyapıtı ortaya koymak istemişti...
Ertem Eğilmez'in çok tutumlu, hatta çok cimri, süper zengin, büyük işadamı taşlama projesi Kemal Sunal'ın "bana Arzu Film çok düşük ücret veriyor" diyerek Arzu Film'den ayrılmasıyla birlikte rafa kaldırıldı ya da askıya alındı ve bugüne kadar da hiçbir film yapımcısı "İmparator"u uyarlamadı...Vehbi Koç "İmparator" romanını "Benimle alay ediliyor" diyerek yasaklatmak, toplatmak istedi...Koç, tüm yasal yollara başvurarak romanı yasaklatmaya çalıştı ve başarılı olamadı...
2023'te çok çeşitli sanatsal polemikler yaşandı...
Kemal Sunal'ın eşi Gül Hanım (1957) anlatmasa haberimiz olmayacak bir olay da şöyle gelişti:
Bir Antalya film festivali akşamında kaldığı otelde film eleştirmeni Atilla Dorsay hiç hazzetmediği , hiç değer vermediği, daima burun kıvırdığı filmlerin oyuncusu, çok partili siyasi hayatın başladığı yıllarda halka verdiği hiçbir sözü ve hiçbir vaadi yerine getirmeyen, halkını her fırsatta dolandıran Türk siyasilerinin, Türk faşistlerinin söz birliği içinde nefret ettiği , Aziz Nesin'in 1961'de ilk kez yayınlanan kitabının uyarlaması "Zübük"le (1980; yönetmen: Kartal Tibet; senaryo: Atıf Yılmaz; yapımcı: Türker İnanoğlu) politik taşlamanın zirvesine ulaşmış olan Kemal Sunal'ın 1975-2000 arasındaki eşi Gül Hanıma yanaşır ve şöyle der:
"Türk sinemasının 100 yıllık tarihini anlatan kitabımda hiç mi hiç istemediğim halde eşinizden de ne yazık ki bahsetmek, söz etmek zorunda kaldım..."
Film eleştirmeni Dorsay bazı sanatçıları, sanat emekçilerini yok sayabilir...Buna hakkı da var! Ancak halkın en çok sevdiği filmlerin sanatçısının eşine gidip durup dururken, hiç de gereği yokken,
"Eşiniz çok değersizdi, birbirinden beter, çok fena filmler yapardı," gibi sözler sarf ederek haddini çok aşmıştı...Dorsay çöp (garbage) olarak gördüğü filmlerin 2000 yılında ölen baş rol oyuncusunun eşine yanaşıp
"Eşiniz çok berbat, midemi bulandıran, tiksinti duyduğum iğrenç filmler yapmıştı; ancak Türk sineması tarihinde bir yeri vardı...O nedenle de gönlüm onu kitabıma almayı hiç istemese de ondan bahsetmek zorunda kaldım...Bunun için de çok üzüldüm"
tarzında bir ifadede bulunmak zorunda değildi! Çünkü Gül Sunal Atilla Dorsay'a Antalya'daki otelin bahçesinde yanaşıp "Eşimin filmleri hakkında ne düşünüyorsunuz?" diyerek herhangi bir soru yöneltmemişti...
Adam öldürmesiyle, İbrahim Tatlıses gibi kadın dövmesiyle, uluslararası övgüler alan filmlere imzasını atmasıyla Yılmaz Güney 2023'te de çok tartışıldı...
Çok yıllar önce, Yılmaz Güney: “Ayhan (Işık) Ağabey kesme şeker gibi düzgün bir kralsa, ben de çirkin kralım. O güzelse, ben de çirkinim Aga’cım.O güzel kralsa, ben de çirkin kralım!” demişti...
Yönetmen Fatih Akın: “Yılmaz Güney bir kahramandı. Biz hepimiz, bir şekilde O’nun çocuklarıyız.”
Fatoş Güney: “Cannes’dan “Yol”un Altın Palmiye’siyle dönerken cebimizde eve gidecek paramız yoktu!.. ”Umut” (1970) filmi için gerekeni kuruş kuruş biriktirmiştik…”Yol” (1982) filmi için hapishanedeki mahkumlar dayanışma göstermişlerdi…Yılmaz Güney’in parası yoktu; çünkü parasını hep çevresindekilere dağıtırdı!”
2023'te Ahmet San, Yılmaz Güney’in filmini çekeceğini duyurduktan sonra sular durulmadı. Usta oyuncunun eşi Fatoş Güney, filme karşı çıkıp haklarını mahkemede arayacağını duyurdu. Güney’in dostu Erdoğan Sezgin de “Yılmaz’ın filmini yapacak bir dehâ yok. Onu tanımayan filmini de yapamaz. Hollywood’dakiler bile” dedi.
Ünlü organizatör Ahmet San, Yılmaz Güney’in hayatını beyazperdeye yansıtacağını duyurdu.
Fatoş Güney, eşi Yılmaz Güney’in hayatını Film yapması için San’la yaptığı sözleşmeyi feshetti. İzni olmamasına rağmen Ahmet San’ın filmi çekeceğini belirtmesi üzerine de film çekiminin önlenmesi için dava açtı.
Yılmaz Güney’in asistanı, tercümanı ve arkadaşı olan Erdoğan Sezgin de Ahmet San’ın böyle bir projeyi yapmaya hiçbir hakkının olmadığını belirtti:
“Yılmaz Güney’i anlatmak için önce ailesinin rızası alınır. Eğer bir rıza yoksa biz de müsaade etmeyiz. Fatoş Güney, Yılmaz Güney’den bize bırakılan bir hediyedir. Onun kimsenin kalbini kırma hakkı yoktur. Ahmet San, onun hayatını bilmeyen bir kişi olarak filmi yapma hakkı yoktur.”
Yılmaz Güney’in aynı zamanda manevi babası ve abisi olduğunu söyleyen Erdoğan Sezgin, “Yılmaz Güney’i anlatacak şu anda Türkiye’de kimseyi göremiyorum” dedi ve ekledi:
“Birilerinin Yılmaz Güney’den faydalanıp kendilerini gündemde tutmasına müsaade etmeyiz. Yılmaz Güney bir halk kahramanıdır, sinemada bir dehâdır. Hollywood’dakiler bile bunu yapamaz. Yine film çekmek isteyen ve bizlerle görüşenler oldu. Bunlardan birisi de Mahsun Kırmızıgül. Beni aradı ve ailenin rızasını alması gerektiğini söyledim. Birileri çıkıp ailesine rağmen film yaparsa çuvallar.”
Ahmet San’ın Yılmaz Güney’in adını kullanarak gündem yaratmaya çalıştığını iddia eden Sezgin, “Ahmet San, menajerdir. Sinema geçmişi yoktur. Şirketiyle ilgili araştırma yaptım, bir sürü sıkıntı gördüm. Şu an borç batağında. Yılmaz Güney'in adını kullanıp gündem yaratmak çok yanlış. Yılmaz Güney’i yazacak kalem, anlatacak dil yoktur” dedi.
İşinsanı Erdoğan Sezgin, Yılmaz Güney’in asistanı, tercümanı ve yakın arkadaşıydı. Sezgin, “Yılmaz Güney benim manevi babam ve abimdir. Fatoş Güney de bize Yılmaz Güney’den bırakılan bir hediyedir” dedi.
2023'te film eleştirmeni Atilla Dorsay, Yılmaz Güney'in bir hakimi (Sefa Mutlu) 1974'te öldürmesiyle ilgili olarak "Yılmaz Güney bir hakimi öldürdü diye adamı mahkum mu edelim?" ifadelerini kullandı. Dorsay "Yılmaz Güney "Kürttü ve Komünistti..." dedi...
Yılmaz Güney, Sefa Mutlu'yu 13 eylül 1974 günü öldürmüştü. 19 yıl hapis cezasına çarptırılmış ancak cezasını tamamlamadan cezaevinden kaçmıştı...
1981-1995 arasında Fransa Cumhurbaşkanı olarak görev yapan François Mitterand,Yaşar Kemal, Federico Fellini, Eli Wiesel, Joris Ivens ve Yılmaz Güney gibi sanatçılara çok değer vermişti...Hatta onları himayesi, koruması altına almıştı...
Yılmaz Güney'in senaryosunu yazdığı ve 1982 Cannes film festivalinde büyük ödül Altın Palmiye'yi Costa Gavras'ın "Missing"iyle paylaşan "Yol"un Fransa sinemalarında 1982'de 1 milyon 250 bin seyirciye ulaşması ve Los Angeles'ta yılın en iyi yabancı filmi dalında Altın Küre ödülüne aday gösterilmesi kuşkusuz ki Yılmaz Güney'i Türk sinemasının efsanevi ismi haline getirmişti...
Arjantinli yönetmen Fernando Solanas "El exilio de Gardel: Tangos" (1985) adlı filmini Patrick Lemarie ve Yılmaz Güney'e adamıştı...
Başbakan Erdoğan 20 Mart 2010’da Dolmabahçe’de 77 sanatçıya kahvaltı verdiğinde şöyle demişti:
“Eğer bu ülkenin otoriteleri, Yılmaz Güney’in filmlerine kulak vermiş olsalardı, inanın Türkiye bugün çok farklı bir yerde olabilirdi.”
Cumhuriyet Gazetesi yazarı Mehmet Ali Güller:
"Yılmaz Güney’i de öncelikle sanatın ölçüleriyle değerlendirmeliyiz. Ve o ölçüler içinde Yılmaz Güney Türk sinemasının en tepesindedir. Dünyaya etkisi bakımdan kıyaslarsak Türk şiirinde Nâzım neyse, Türk sinemasında da Yılmaz Güney odur.
Kadına şiddet ya da karıştığı cinayet üzerinden Güney’in sanatını küçümsemeye kalkan, kendisini küçültür. Güney çok başarılı bir sanatçıdır. Diğer yandan Güney, çağının ve toplumun çelişkilerini çözümleyerek tutum takınan bir kişi olarak aynı zamanda aydındır.
Özetle sanatçıyı sanatıyla ve sanatın ölçüleriyle değerlendirmeliyiz; kişisel zaafları, hataları ve suçlarıyla değil. Elbette kişisel olanları da eleştirebilirsiniz ama o bir sanat/sanatçı değerlendirmesi değildir. Sanatçıyı sanatının ölçüleriyle değerlendirmediğiniz taktirde, sanatın tarihini de yazamazsınız; çünkü kişisel olan ölçü olursa, dünyadaki pek çok büyük edebiyatçıyı, oyuncuyu, ressamı yok saymak durumunda kalırsınız."
Murathan Mungan, Yılmaz Güney'in ölüm yıl dönümünde, "Yılmaz Güney’in ölümünün 37. yılı. İyi bir yönetmen, iyi bir oyuncu, iyi bir senarist olmasının yanı sıra sinemamızın en iyi yürüyen erkeğiydi. Bir daha kimse onun gibi boynunu hafifçe yana kırarak hüzünle bakarken içimizin en ücra yerine dokunamadı" dedi...
2023'te Bergen ve Bihter filmlerinin oyuncusu Farah Zeynep Abdullah, Yılmaz Güney için "Sinemamızın en iyi yürüyen erkeği ve kadın döven ve şiddet türleri açısından zengin ve etkili silah kullanan diyelim" dedi...
2022'de Yapımcı – senarist ve yönetmen Ali Özgentürk, ‘Endişe’ ile ‘Sürü’nün filmlerinin senaryosunun bilindiği ve afişlerinde yazdığı gibi Yılmaz Güney’e değil kendisine ait olduğunu iddia etmişti...
Haftanın Portresi’nde Türk sinemasının ilk işçi konulu filmi olan ‘Karanlıkta Uyananlar’ın çekim hikâyesi yayımlandı.
HaberTürk’ten Mehmet Çalışkan’ın haberine göre Özgentürk, foto galeride yer alan ‘Endişe’ ile ilgili bir mesaj göndererek şunları dile getirdi:
“Endişe’nin afişini de koymuşsun. Tarihi gerçeği belgelemek gerekir. ‘Endişe’nin senaryo yazarı benim. O günlerde Yılmaz Güney, cinayet nedeniyle hapse girdi. Dağıtımcılar da afişte Yılmaz Güney’in adı olsun diye ısrar ettiler. ‘Senaryo: Yılmaz Güney’ diye yazmak zorunda kaldılar. Filmi Şerif Gören yönetti, ona da sorabilirsin. Hiç değilse hakikat ölmesin.”
Çalışkan gönderdiği mesajın ardından aradığı Özgentürk’ün “Sizin yazdığınız senaryo, afişte nasıl olur da Yılmaz Güney’e atfedilir?” sorusuna şu cevabı verdiğini yazdı:
“Filmin senaryosunu yazabilmek için 3 ay boyunca pamuk işçiliği yaptım. Zihnimdeki hikâyeyi gözlemlerimle besleyip 3’üncü ayın sonunda senaryoyu tamamladım. Filmi aslında Yılmaz Güney yönetecekti ama cinayetten dolayı hapse girince yönetmenliği Şerif Gören üstlendi. Dağıtımcılar, afişte Yılmaz Güney’in adının olmasıyla filmin daha fazla ilgi göreceğini söyleyince yapabileceğim fazla bir şey yoktu. Hem filmin selâmeti hem de zor durumdaki bir arkadaşa yardım söz konusuydu.”
Özgentürk’ün aynı gerekçeyle ‘Sürü’nün senaryosunun da Yılmaz Güney’e değil, kendisine ait olduğunu söylemişti...
Yönetmen Fatih Akın hayranlarından biri olduğu Yılmaz Güney’i şöyle anlatmıştı:
“Yılmaz Güney, Konya sürgününde tanıştığı ve bir pavyonda şarkıcılık yaparak geçimini sağlayan Can Ünal kendisinden hamile kalınca, kadına eğer çocuk erkek doğarsa kendisiyle evleneceğine dair söz vermişti. Ancak dünyaya gelen bebek kızdı. Bu nedenle Elif Güney Pütün annesi tarafından sevilmeyen bir çocuk oldu…”
“Yılmaz Güney çocuklarını çok sert, hatta neredeyse diktatörce şu düsturla yetiştirmiş: Yaşam çok çetin, yaşam bir kahpe, sen ondan daha sert olmak zorundasın. Çocukları da elbette taş kesilip kalmışlar…Yılmaz Güney üzerine kesinlikle bir film çekmek istiyorum.”
“Duvara Karşı” adlı filmi Berlin Film Festivali’nde büyük ödül Altın Ayı’yı Almanya’ya kazandıran Türkiye asıllı Alman yönetmen Fatih Akın Dostoyevski’nin Rus edebiyatını kastederek “Hepimiz Gogol’ün ‘Palto’sundan çıktık, ” sözlerini hatırlatırcasına Yılmaz Güney’le ilgili olarak “O bir kahramandı. Biz hepimiz, bir şekilde O’nun çocuklarıyız…Yılmaz Güney, “Hudutların Kanunu”nda (1966) birlikte çalıştığı Lütfi Ömer Akad (1916-2011) ile yollarının keşişmesi sayesinde kendi tarzını bulabildi,” diyor.
16 yaşındayken “Yol”u izleyen Fatih Akın, Yılmaz Güney’i yakın arkadaşı olan ve O’nunla “Umut” (1970) ve “Sürü”de (1978) çalışan Tuncel Kurtiz’den (1936-2013) dinlemekten büyük zevk aldığını da söylüyor…
Yılmaz Güney Fatih Akın’ın kendine rol modeli olarak aldığı üç kişiden biri (diğerleri: Emir Kusturica ve Martin Scorsese)
Fatih Akın, “O (Yılmaz Güney) bir maço, silah düşkünü, çapkın, Mao’cu, entelektüel, şair ve filmciydi…Solcular, O’ndan daha öğretici filmler yapmasını istedi; oysa O’nun filmleri zaten bu özelliği taşıyordu.Türk solu filmci olduğu için O’nu ciddiye almadı…Cahiers du Cinema dergisinin yazarları, editörleri O’nu cezaevinde ziyaret ettiklerinde içine kapalı bir entelektüelle karşılaşmayı beklerken karşılarında gangster kılıklı adamı buldu,” diyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Muhalif bir metin yazdığı için ilk kez cezaevine girdiğinde 22 yaşındaydı.Bir ekonomi öğrencisi olarak girdiği cezaevinde gangsterlerle haşır neşir oldu.Sonrasında cezaevi, evi ve yazıhanesi olmuş gibiydi.Orada bir ofisi vardı.Cezaevi dışında, O’nu öldürmek isteyenler bulunuyordu ve cezaevinde hayatının güvende olduğuna inanıyordu.”
“Yılmaz Güney, Can Ünal’dan doğan kızı olan kızı Elif’in ikinci eşi Fatoş tarafından kabul edilip benimsenmesine çabaladı.Fatoş zengin bir ailenin kızıydı ve Yılmaz Güney’den Yılmaz adında bir oğlu vardı.
“Fatih Akın; Sinema Benim Memleketim, Filmlerimin Öyküsü” adlı kitaptan (Doğan Kitap Yayınevi ) ve (Alman Die Welt Gazetesi’nden Hanns-Georg Rodek’in -1957 doğumlu- Fatih Akın’la yaptığı söyleşiden) birer bölüm.
Halit Refiğ Ayrıcalıklı Mahkûm Yılmaz Güney’i Anlatıyor:
“Türk sinemasında hem oyuncu, hem siyasetçi, hem fikir adamı kişiliği Yılmaz Güney’le başlar. Yılmaz Güney yetenekli ve yaratıcı bir insandı.”
“Yılmaz Güney’in 50’li ve 60’lı yıllardaki filmlerine yurt dışından bir talep olmadı. O filmlere dünyada ilgi gösterilmedi. Yılmaz Güney yurt dışından ilgi görmeyen o filmleriyle yurt içinde kendi seyircisini oluşturdu.”
“’Alageyik’ ve ‘Karacaoğlan’ın Karasevdası’nda çalışırken Yılmaz Güney’in Kürt olduğunu bilmiyordum. ‘Sürü’ye kadar Yılmaz Güney’in filmlerinde Kürt meselesine dair doğrudan bir şeye rastladığımı hatırlamıyorum. Ben Kürt konusuyla Yılmaz Güney’in doğrudan ilgisini ‘Sürü’ filmi dolayısıyla gördüm. Tabii bu Kürt meselesi benim açımdan dışarıdan tezgâhlanan bir meseleydi. Yani uluslararası bir meseleydi. ‘Yol’ filmi izne çıkan mahkûmların karşılaştıkları manzarayı anlatıyordu, dışarıdaki Türkiye’yi içerdekinden daha büyük bir hapishane olarak göstererek. Bugün itibariyle Batı dünyasında kabûl gören bütün filmler, anti ulusalcı filmlerdir. Bugün Batı dünyasında ulusalcı diye değerlendirilen tek sinema örneği yoktur.”
“Bana göre ulusal sinema fikriyatı, en büyük darbeyi ‘Yorgun Savaşçı’nın Silâhlı Kuvvetler tarafından yakılmasıyla yemiştir. Benim açımdan, ulusalcı zihniyete en büyük darbe 12 Eylül askeri darbesi tarafından vurulmuştur. Ondan sonra zaten ulusal sinemanın lâfı edilmez hale gelmiştir. Türkiye’de Ulusal Sinema fikrine sahip çıkanlara indirilen en büyük darbe ve verilen en büyük ceza benim filmim ‘Yorgun Savaşçı’nın yakılmasıdır. Üstelik bu filmi çekmemi TRT bana teklif etti. Zamanın Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve dönemin TRT Genel Müdürü’nden aldığım onayla ve çok büyük bir devlet desteğiyle ‘Yorgun Savaşçı’yı çektim. Askeri binalar tahsis edildi. Birçok müzeden toplar, makineli tüfekler çıkarıldı. Bülent Ecevit hükümeti dönemindeki yöneticilerin yapımını kararlaştırdığı, Süleyman Demirel hükümeti yöneticileri tarafından çekimi sürdürülen, 12 Eylül 1980’den sonra da her türlü askeri yardım ve devlet desteği devam ettirilen ve 1983’te gösterime hazır hale getirilen bu filmimin yakılması tipik ve klâsik bir sansür olayı, sansür meselesi değildi. Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne, zamanın askeri yöneticilerine kurulmuş bir tuzaktı. Başta Kenan Evren olmak üzere, zamanın askeri yöneticileri bu tuzağa düştüler.”
“Ulusalcı düşüncelerin tam karşıtı olan ‘Yol’un Cannes’da ödüllendirilmesi çok dikkat çekicidir. Her fırsatta ‘Yaşasın Vatan!’ diyen benim filmim Cumhuriyet Gazetesi yazarı İlhan Selçuk’un teşvikleri ve kışkırtmaları sonucunda devlet tarafından yakıldı. Öte yandan, ‘Yol’ filminde olduğu gibi ‘Kahrolsun Türk devleti’ diyeceksin sana dünyadan ödül yağacak. Attila İlhan gibi aydınlarsa ‘Yorgun Savaşçı’yı savunan yazılar yazmıştı.”
“1957’de yönetmen Atıf Yılmaz’a ‘Yaşamak Hakkımdır’da yönetmen yardımcılığı yaptım ve Atıf Yılmaz ile senaryo yazımına katıldım. ‘Yaşamak Hakkımdır’, Fritz Lang’ın yönettiği ‘You Only Live Once’ adlı filmin bir uyarlamasıydı. Bu filmden sonra Almanya’ya gittim. Dönüşümde Atıf Yılmaz ustamı Sarıyer’deki yazlık evinde ziyaret ettim. Oturma odasında daktilonun başında genç bir adam vardı. Atıf Yılmaz bizi tanıştırdı, ‘Yılmaz Güney’ dedi.1958 yaz ayları. ‘Bu Vatanın Çocukları’nın hazırlıkları içindeydiler. Yılmaz Güney bu filmde hem yönetmen yardımcısı, hem de oyuncu olarak görev alacaktı. Benim Almanya’da olduğum sürede Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney’le çalışmış; yeni bir kabiliyetli genç bulmanın mutluluğu içindeydi. Akşam Sarıyer’deki Atıf Yılmaz’ın yanından Yılmaz Güney ile birlikte ayrıldık. Sarıyer’den Taksim’e giderken yolda Yılmaz Güney, ‘Atıf Yılmaz söyledi. Sende Sergei Eisenstein kitapları varmış, onları okumak istiyorum,’ dedi. Kitapların Türkçe olmadığını İngilizce olduğunu söyledim. Yılmaz Güney de İngilizce bilmediğini söyledi ve ‘Ziyanı yok. Yine de sen kitapları bana ver, İngilizce bilmesem de ben anlarım!’ dedi.”
“Yönetmen Atıf Yılmaz’ın Yaşar Kemal uyarlaması ‘Alageyik’ Yılmaz Güney’in oyuncu olarak ikinci ama başrol oynadığı ilk filmdi. Yılmaz Güney’in ata binme konusundaki ustalığı ve deneyimi bu rol için en büyük avantajıydı. ‘Alageyik’ alelacele yapımına girişilmiş bir filmdi. Atıf Yılmaz ‘Alageyik’e yeterince hazırlanacak bir zaman bulamamıştı. Yaşar Kemal’in senaryosundan kaba hatlarıyla olay hattı ortaya çıkartılmıştı. Sahne sıralaması da kaba hatlarıyla hazırlanmıştı. Ben de Atıf Yılmaz’ın yönetmen yardımcısıydım, senaryoyu da Atıf Yılmaz ve Yılmaz Güney’le birlikte yazmıştık. Güney aynı zamanda ‘Alageyik’in ikinci yönetmen yardımcısıydı. Yaşar Kemal, Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney ve ben birkaç gün bir araya gelip sahne sıralaması yaptık. Bu film için elde tamamlanmış bir senaryo olmadan çekime çıkıldı. Diyalogları olmayan bir senaryoyla Antalya’ya gittik. Çekimler için Antalya’da doğru dürüst bir mekân araştırması bile yapılmamıştı. ‘Alageyik’i çektiğimiz yer bugün Antalya’nın en turistik semti haline gelmiş bulunuyor. Diyalogların bir kısmı sette yazılmaktaydı. Yarın şurada şu sahneyi çekelim diye karar veriyorduk. Ertesi gün ki çekimde Atıf Yılmaz birtakım kâğıt parçalarına yazılmış diyaloglar çıkartıyor, oyuncular ne söyleyeceklerini sette öğreniyorlardı. Benim ‘Alageyik’ setinde Türk sinemasındaki çekim şartları hakkında öğrendiklerim, ‘Yaşamak Hakkımdır’dan kat be kat fazla oldu. ‘Alageyik’ Türk sinemasında bile çok sık rastlanmayan şartlarda yapılan bir filmdi. O filmde Atıf Yılmaz’ın işin pratiğini götürmedeki olağanüstü yatkınlığını gördüm. İnanıyorum ki, o şartlarda Atıf Yılmaz’dan başka kimse eli yüzü düzgün bir film yapamazdı. Bu şartlar içinde Atıf Yılmaz hiç paniklemeden, telaşa kapılmadan, son derece soğukkanlı sadece durumu idare etmiyor, filmi de yönetiyordu. Film montajlandığında hazırlıksızlığın sonucu göze çarpan hiçbir aksaklık yoktu. Hatta bir geyik avcısının hikâyesini anlatan, adı ‘Alageyik’ olan bu filmde hiç geyik görüntüsü olmaması bile ölümcül bir eksiklik meydana getirmiyordu. Yılmaz Güney’li siyah beyaz ‘Alageyik’ sinema seyircilerinden müthiş ilgi gördü. Oysa ‘Alageyik’in Cüneyt Arkın ve Mine Mutlu’lu on yıl sonraki renkli çevrimi sinema seyircilerinden fazla ilgi görmeyecekti.”
“Yılmaz Güney’le bir diğer ortak çalışmamız ‘Karacaoğlan’ın Kara Sevdası’dır. Bu filmde de ben Atıf Yılmaz’ın yönetmen yardımcısıydım, Güney yönetmenin ikinci yardımcısıydı. Yaşar Kemal’in eserinin uyarlama senaryosunda Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney ve benim imzam vardı. Ruhi Su’da filmin türkülerini seslendirmişti. Film belki de içerisinde yeterince macera unsuru olmadığından ya da başroldeki Devlet Tiyatrosu oyuncusu Nuri Altınok halk tarafından benimsenmediğinden tam bir gişe felâketi yaşadı.”
“1979’da Yılmaz Güney kendisiyle aram pek iyi olmamasına rağmen beni İzmit Cezaevi’ne davet etmişti. Cezaevine gittiğimde gördüm ki, burada Yılmaz Güney’in büro gibi kullandığı özel odası vardı, cezaevinde resmen bir ofisi vardı, misafirlerini orada kabûl ediyordu. Görüştüğümüz mesele için birkaç kez daha ziyaretine gittim sonradan. Yılmaz Güney, ‘Yol’un montajı için ya da filmin iş kopyaları basılırken de hapishanede olması gerekirken Balmumcu’daki Mimar Sinan Üniversitesi Sinema TV Merkezi’nde çalışıyordu. Keza oğlunun sünneti için de cezaevinden çıktı. Yılmaz Güney’in o dönemde TRT’yle bir sorunu vardı, benim ise ‘Yorgun Savaşçı’ henüz yakılmadığından TRT’yle aram henüz bozulmamıştı. Yılmaz Güney, hem bu sorunu için yardım istedi, hem de filmlerini emanet ettiği, itimat ettiği, güvendiği arkadaşlarından alacaklarını tahsil edemediğinden yakındı. İlişkilerimi kullanarak Güney’in bazı filmlerinin TRT’de gösterilmesini sağladım ve Yılmaz Güney’de bu satışlardan para kazanmış oldu.
Agah Özgüç (1932-2022) Yılmaz Güney’i anlatıyor:
“Kendi kendini yaratan, ustası olmayan Yılmaz Güney “Umut”la aydınların kalbini ve desteğini kazandı.Atıf Yılmaz’ın asistanlığını yaptı ama onu taklit etmedi.Taklit etmeye çalışsaydı çuvallardı.Yılmaz Güney’in son filmi “Duvar”a kadar devamlı ve istikrarlı bir yükselişi vardır.”
(Agah Özgüç’le yaptığımız söyleşiden).
1970 yılının olayları
20 Ekim 1970: Nadir Nadi’nin Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısında “Umut”u övgülere boğmasıyla Yılmaz Güney Cumhuriyet Gazetesi ve Sinematek Derneği çevresinde toplanan aydınların tam onayını ve desteğini kazandı.
3 Kasım 1970: Yılmaz Güney Kabadayı İdris Özbir’e kumarda 50 bin lira kumar borcu için bir belge imzaladı.Yılmaz Güney Adanalı hemşerisi İrfan Atasoy’la partisi 80 bin liradan tavla oynuyor ve yenilince de Atasoy’un filmlerinde bedava oynamak zorunda kalıyordu.
Halil Ergün, Yılmaz Güney’i anlatıyor:
“Yılmaz Güney benim fakülte arkadaşlarımdan ve devrimci harekete katılmasının müsebbiplerinden biri de benimdir. Mahir Çayan’lar, Yusuf Küpeli’ler gibi devrimcilerle tanıştıran bendim.”
(Halil Ergün’le Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi’nde 5 Mart 2008’de yapılan halka açık söyleşiden).
Yılmaz Güney kendisini anlatıyor:
“1971 yılı Mart ayında bazı işlerim nedeniyle Ankara’daydım.Sinemacı arkadaşım Mustafa Alabora, bazı öğrencilerin benimle görüşmek istediklerini söyledi.Gençlik liderlerinden Deniz Gezmiş’in evine gittim.Burada Kazım Özüdoğru,Yusuf Küpeli ve Ertuğrul Kürkçü adında üç genç daha bulunuyordu.Gençlerle toplumsal çelişkileri açımlayan filmler üzerine konuştuk.Birkaç hafta sonra, Yusuf Küpeli, Ulaş Bardakçı’yla birlikte, İstanbul’da evime geldi.Ulaş Bardakçı, öğrenci hareketleri için, benden iki bin lira para istedi.Parayı verdim.”
Kardeşi Yaşar Pütün, Yılmaz Güney’i anlatıyor:
“THKP-C’nin önderlerinden Ulaş Bardakçı abimlere gelip gidiyordu. Geldiğinde abim onu çalışma odasına alıyor, saatlerce konuşuyorlardı.”
(Ahmet Kahraman’ın “Yılmaz Güney Efsanesi” adlı kitabından).
Sıkıyönetim Dönemi
12 Mart 1971:
27 Mayıs 1960’dan sonraki ilk askeri darbe gerçekleştirildi. Bu kez Parlamento kapatılmadı.Türk Silahlı Kuvvetleri, öğrenci hareketlerinin silahlı eylemlere dönüşmesi üzerine muhtıra verdi.Bunun üzerine Başbakan Süleyman Demirel istifa etti.Partiler üstü ilk hükümeti kurma görevi 19 Mart’ta CHP Kocaeli Milletvekili Profesör Nihat Erim’e verildi.Nihat Erim bunun üzerine partisinden istifa etti.7 Nisanda hükümet hem Adalet Partisi, hem de CHP milletvekillerinden güvenoyu aldı.
7 Mayıs 1971: Sıkıyönetim Kanunu kabul edildi.
17 Mayıs 1971: İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim(Ephraim) Elrom, Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir ve Oktay Etiman tarafından kaçırıldı.Çayan THKP-C Örgütü kurucusu ve merkez komite üyesiydi.Teröristler 12 Mart darbesini yapmış olan komutanlarla bir pazarlık için Elrom’u kullanmak istemişlerdi.Askeri yönetim teröristlerle pazarlık yapmadığı gibi Orgeneral Faruk Türün’ün yönettiği “Fırtına Bir” operasyonuyla Elrom kurtarılmak, kaçıranlar da yakalanmak istendi. Önce İstanbul’da sokağa çıkma yasağı ilan edildi ve ardından 25 bin asker ile polis kentte bu cinayetten sorumlu olanları yakalayabilmek için genel arama yaptı.
(Tarkan Tufan’ın “Mahir Çayan’ın Hayatı ve Fikirleri” ve Ahmet Kahraman’ın “Yılmaz Güney Efsanesi” adlı kitaplarından).
EPHRAIM HOFSTADTER ELROM (1911 POLONYA DOĞUMLUYDU) NE YAZIK Kİ 22 MAYIS 1971'DE İSRAİL'İN İSTANBUL BAŞKONSOLOSU OLARAK GÖREVLİYKEN TERÖRİSTLERCE ÖLDÜRÜLDÜ...ELROM VE EŞİNİN ÇOK ÜZÜCÜ BİR ÖYKÜLERİ VAR.ÇÜNKÜ ELROM'UN ÖLDÜRÜLMESİNDEN BİR SÜRE ÖNCE ELROM ÇİFTİNİN OĞLU BİR UÇAK KAZASINDA HAYATINI KAYBETMİŞTİ...
Tepeden tırnağa silahlı kişiler Yılmaz Güney’in evinin tavan arasında saklanıyor
Ahmet Kahraman, “Yılmaz Güney Efsanesi” adlı kitabının 286, 287 ve 288. Sayfalarında, Yılmaz Güney’in 22 Mayıs 1971 Cumartesi gecesini 23 Mayıs 1971 Pazar gününe bağlayan ve devletin güç gösterisiyle İstanbulluları evlerine kapattığı gece THKP-C önderlerini evinde sakladığını açıklamıştır.
“İsrail Konsolosu Elrom’u kaçıran Mahir Çayan, Oktay Etiman,Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir örgütün üst düzey elemanlarından Saffet Alp’in Fatih’teki evinde bir araya gelip geceki sokağa çıkma uygulamasından kurtulmanın çaresini tartışmaya başladılar.Saffet Alp’in evinin güvenli olmadığı sonucuna vardılar.Çıkış yolunu tartışırken Yılmaz Güney’e başvurmaya karar verdiler.Sokağa çıkma yasağına bir saat kala Yılmaz Güney’e başvurdular. Acaba, onları barındırıp, saklayabilecek miydi? Yılmaz Güney: Hayır, bu tehlikeli bir iş. Yakalanırsam mahvolurum,” diyemedi. Çaresiz bu isteğe “evet” dedi. Ancak, Yılmaz Güney’den istekleri sadece evinin kapısını açmasıyla sınırlı değildi. Teröristleri Fatih’ten Levent’e nakletmesi de isteniyordu.Yılmaz Güney gece saat 23:00’te Birinci Ordu ve polis mensupları İstanbul’a dağılıp tüm kenti abluka altına almadan önce otomobilinin direksiyonuna geçerek Fatih’e gitti. Mahir Çayan, Oktay Etiman, Hüseyin Cevahir ve Ulaş Bardakçı’yı buradan otomobiline alarak Levent Mektep Sokak’taki evine hareket etti.Ulaş Bardakçı Fatih’ten ayrıldıktan bir süre sonra yolda otomobilden inmişti.
Sonrasını Güven Şengil şöyle anlatmıştı:
“Yılmaz Güney konumundaki bir adamın hem kendini, hem eşini, hem doğacak çocuğunu bile bile riske atması görülmüş şey değildir. Mahir Çayan ve arkadaşları silahlıydı.Her şeyi göze almış insanlardı.Varolma savaşı veriyorlardı.Yakalandıklarını anladıkları an, teslim olacak adamlar değillerdi.Çatışacakları kesindi.
”23 Mayıs 1971 Pazar günü Levent Mektep Sokak’taki evine teröristleri aramak için gelen askerlere Yılmaz Güney eliyle tavan arasını göstererek “şakayla karışık”, “Yukarıdalar!” dedi. Arama için gelen askerlerin başındaki subayın aldığı bu yanıtla tavan arasını arattırmaktan vazgeçeceğini iyi hesaplamıştı.Levent Mektep Sokak’taki aramadan sorumlu subay bu sözleri, evin sahibinin çok şakacı olduğuna yorarak ciddiye almadı ve tavan arasına hiç çıkılmadı. Oysa İsrail Konsolosu Elrom’u kaçırıp birkaç saat önce öldürenler gerçekten de tavan arasında saklanıyordu.Üstelik tepeden tırnağa silahlıydılar. Ellerinde silahları, parmakları tetikte bekliyorlardı.Arama o kadar üstün körü yapıldı ki Yılmaz Güney’in evde sakladığı iki tabancayı da, tavan arasındaki teröristleri de askerler bulamadı.
İyi ki de bulamadı.Yoksa ortalık kan gölüne dönüşecekti!
23 Mayıs 1971 Pazar: İsrail'in İstanbul'daki diplomatı Ephraim Elrom’un öldürülmüş olarak bulundu.
Yılmaz Güney bu olayı “farklı” anlatıyor:
1971 Mayıs’ıydı. Kapım çalındı.Ulaş Bardakçı ve üç arkadaşıydı gelenler. Polis tarafından arandıklarını söyleyerek kendilerini saklamamı istediler. Karım Fatoş Güney’in hamile olduğunu söyleyerek kendilerini geri çevirdim.Konuklarım hiç gücenmediler. Gittiler. Aynı yılın ekim ayında oğlumun doğumunu kutlamak için Ulaş Bardakçı, Mustafa Alabora aracılığıyla bana, armağan olarak 7,65 çapında bir tabanca gönderdi.Buna karşılık olarak ben de 38 kalibrelik bir tabanca ve öğrenci hareketlerine katkı amacıyla dört bin lira armağan gönderdim.”
“Mayıs 1971’de on binlerce aydın, sanatçı, yazar gibi ben de gözaltına alındım. Hakkımda hiçbir delil yoktu. Sadece kuşku. Bir hafta gözaltında tutulduktan sonra serbest bırakıldım; resmi olmayan bir emirle, sözlü bir emirle ve tehditle Nevşehir'e üç aylığına yine sürgün edildim. Bu kez polise imzaya gitmiyordum, polis beni dıştan kolluyordu.”
Yılmaz Güney tutuklanarak cezaevine atılacağını önceden haber almıştı
Ahmet Kahraman’ın “Yılmaz Güney Efsanesi” kitabında (Sayfa: 279-280) Yılmaz Güney’in tanıdığı bir albaydan ve polislerden tutuklanacağı haberleri aldığını yazmıştı. Bunu önlemek için de çaresizce bazı girişimlerde bulundu. Bu girişimlerden biri de yaptığı çok yüklü bağıştır. Aynı kitaptan bir bölüm şöyle: “Yılmaz Güney Ankara’da Orduevi Sineması’nda bir filmin galasına katıldı.Kuvvet komutanlarının katıldığı galadan sonra, Hava Kuvvetleri’ni Güçlendirme Vakfı’na o dönemin parasıyla astronomik bir rakam olan 750 bin liralık bir bağış yaptı.”
Yılmaz Güney göz altında
27 Mayıs 1971 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin birinci sayfasının sol tarafındaki manşet: “Güvenik güçlerince evlerinde yapılan aramada DEV-GENÇ’e yardım ettikleri anlaşılan Yılmaz Güney ile beş filimci göz altında…Haberin içeriğinde filmcilerin DEV-GENÇ’e para yardımı yaptığının belgelendiği duyuruluyordu.
Yine aynı gün Hürriyet Gazetesi’nin birinci sayfasının sağ tarafındaki manşet: “Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Türün suallerimizi cevaplandırdı: İstanbul’daki tutuklu sayısı 132. Elrom’un öldürülmesiyle ilgili olarak aranan 2 kişi yakalandı.
30 Mayıs 1971: Efraim Elrom’u öldürdükleri gerekçesiyle aranan teröristlerden ikisi İstanbul Maltepe’de gizlendikleri evden kaçarken polisle karşılaşınca Binbaşı Dinçer Erkan’ın kızı Sibel’i rehin aldı.
1 Haziran 1971: Rehin alınan Sibel Erkan, güvenlik güçlerinin düzenlediği operasyonla kurtarıldı.Operasyonda polisle çatışan teröristlerden Hüseyin Cevahir öldürüldü, Mahir Çayan’sa yaralı olarak ele geçirildi.
3. Adana Film Festivali
Eylül 1971: 3. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz Güney “Ağıt”la erkek oyuncu, senaryo yazarı ve yönetmen dallarında ödüllendirildi. Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı, yönettiği ve yapımcılığını üstlendiği “Ağıt” festivalde birincilik ve görüntü yönetmeni ödüllerine de layık bulundu.
27 Kasım 1971: Ölüm cezası talebiyle yargılanan Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve arkadaşları Maltepe Askeri Cezaevi’nden tünel kazarak firar etti.19 Şubat 1972: İstanbul Maltepe’deki Askeri Cezaevi’nden kaçan Ulaş Bardakçı ölü, Ziya Yılmaz ise yaralı olarak ele geçirildi.
Yılmaz Güney kendisini anlatıyor:
“Ulaş Bardakçı, 19 Şubat 1972’de öldürüldü.17 Mart’ta da devrimcilere yardım gerekçesiyle tutuklandım. Mahkeme sonucu 10 yıl ağır hapis ve sürgün cezasına çarptırıldım. Ecevit hükümetinin 1974 genel affıyla serbest bırakıldım.”
Yılmaz Güney, Mahir Çayan’a yardım etmekle suçlanıyor
17 Mart 1972: Yılmaz Güney, yasa dışı THKP-C Örgütü’ne (Mahir Çayan ve arkadaşlarına) para, yataklık, saklamak dahil her türlü yardımı ettiği gerekçesiyle ve örgütün üyesi olduğu iddiasıyla tutuklandı. İki yılını Selimiye Kışlası, Bayrampaşa ve Toptaşı Cezaevleri’nde geçirecekti.Tutuklandığında Fatoş Hanımdan olan oğlu Yılmaz henüz altı aylıktı.
26 Mart 1972:
Mahir Çayan Ünye Hava Radar Üssü’nde görevli iki İngiliz ve biri Kanadalı teknisyenin kaçırılması eyleminde yer aldı. Eylemi Dev-Genç düzenledi.Mahir Çayan öldürüldü...
30 Mart 1972: Tokat, Niksar, Kızıldere köyünde askerler üç teknisyeni kurtarma operasyonu düzenledi.Teknisyenler öldürülmüş olarak bulundu.Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Saffet Alp,Ömer Ayna,Hüdai Arıkan, Sinan Özüdoğru,Nihat Yılmaz ve Selahattin Kurt adlı teröristler çatışmada öldürüldü.Dev-Genç genel başkanı Ertuğrul Kürkçü ise sağ olarak ele geçirildi.
Aralık 1973: dünya çapında ünlü 160 sanatçı Yılmaz Güney’in serbest bırakılmasını istedi...
Sinema yazarı Zahit Atam :
1970’li yıllarda Türkiye Sinemasının dışa açılan yüzü Yılmaz Güney’di. 1972’de tutuklandığında dünya genelinde 160’dan daha fazla sanatçı toplu bir imzayla Türkiye Cumhuriyeti’ne bir dilekçe vermiş ve Güney’in serbest bırakılmasını istemişti. Sonra 1970’lerin sonlarında “Sürü”, “ Düşman”, 1982’de “Yol” dünya sinemalarına çıktığında Üçüncü Dünya’nın en önemli temsilcilerinden birisi olduğu kabul edilmişti. Halen dünya genelinde en yaygın olarak gösterilen filmimizdir, “Yol”.
(Birgün Gazetesi, 12 Ağustos 2009)
Yılmaz Güney’in affını isteyen sanatçılar
Yılmaz Güney’in tutuklu olarak yargılanmasına itiraz edenler arasında Elizabeth Taylor, Alida Valli, Richard Burton, Melina Mercouri, Costa-Gavras, Jean-Luc Godard, Jules Dassin, Tony Richardson, Peter Brook, Jean Paul Sartre, Francesco Rosi, Marco Ferreri, Lotte Eisner, Agnes Varda, Jacques Demy, Jean -Pierre Gorin, Jean- Louis Barrault, Jack Lang, Paul Seban, Marcel Bluwall, Henri Langlois, Roger Planchon, Jean-Marie Serreau, Pascal Ortega,Loleh Bellon, Jacques Debary, Philippe Laik, Claude Otzenberger, Klaus Eder, Edgar Reitz, Elio Petri, Thorold Dickinson,Andre Delvaux, Michel Fano, Marc Delouze, Regis Hanrion, Ulrich Gregor, Yvette Biro gibi sanatçılar ve aydınlar vardı.
4. Adana Film Festivali
28 Eylül 1972: 4. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz Güney “Baba”yla erkek oyuncu ödülüne layık bulundu. Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı ve yönettiği “Baba” da festivalin birincilik ödülünü kazandı.Bir gün sonra seçici kurul yeniden toplanarak bu ödülleri geri aldı.Yılmaz Güney bu olaydan sonra hiçbir filminin ulusal festivallere katılmasına izin vermedi.
Agah Özgüç, Yılmaz Güney’in hasılat rekorları kıran “Baba”sıyla (1972) Cannes Film Festivali’nde yönetmen ödülünü kazanan “Üç Maymun” filmi (2008) arasında benzerlikler olduğunu söylüyor.
Agah Özgüç, ” ‘Üç Maymun’un öykü gelişimi ve finali farklı da olsa temel öyküsü, çıkış noktası, konusu ve karakterleri Yılmaz Güney’in “Baba”sına çok benziyor” diyor ve sözlerini sürdürüyor: “İki film arasındaki temel fark, ikinci filmde kocası cezaevinde olan kadının zengin adama aşık olmasıdır.”
Yılmaz Güney’i Yılmaz Güney yapan filmlerden biri olan, “Baba”nın kadrosu aşağıdadır:Yönetmen ve Senaryo: Yılmaz Güney ; Görüntü Yönetmeni : Gani Turanlı; Müzik: Metin Bükey; Oyuncular : Yılmaz Güney, Müşerref Tezcan, Kuzey Vargın, Yıldırım Önal, Ender Sonku, Nedret Güvenç, Feridun Çölgeçen.
Ecevit-Erbakan koalisyon hükümeti
13 Ocak 1974: CHP (Bülent Ecevit)-MSP(Necmettin Erbakan) koalisyonuna ilişkin anlaşma sağlandı.7 Şubat 1974: CHP-MSP koalisyonu Meclis’ten 235 oyla güvenoyu aldı.Koalisyon hükümetine 136 ret oyu verildi.
10 Nisan 1974: Hükümetin genel af teklifi Meclis’te kabul edildi.27 Nisan 1974: Genel Af Kanunu teklifi Cumhuriyet Senatosu’nda da kabul edildi.
18 Mayıs 1974: Af Kanunu Resmi Gazete’de yayınlandı.Aftan yararlananlar tahliye edilmeye başlandı.Yılmaz Güney iki yıl iki ay hapis yattıktan sonra af yasasından yararlanarak cezaevinden çıktı.
20 Mayıs 1974: THKP-C davasında yargılanan, örgüt üyelerine yardım ve yataklık yapmakla suçlanan ve iki yıl iki aydır tutuklu bulunan Yılmaz Güney genel aftan yararlanarak tahliye edildi.Güney 17 Mart 1972’de tutuklanmıştı.
Yılmaz Güney’in Nebahat Çehre’nin Başının Üzerindeki Bardağı Gerçek Mermiyle Vurmasının öyküsü...
2013'te “Yeşilçam Sinemasına Saygı Günleri” düzenleyen İstanbul Klâsik Otomobilciler Derneği Başkanı Serkan Okay, Yılmaz Güney’in başrolünde olduğu “Eşrefpaşalı” ve “Bir Çirkin Adam” filmlerinde kullanılan otomobil Buick Riviera’yı bulmuş ve sergilemişti. Yılmaz Güney bu otomobili sonradan Hasan Kazankaya’ya satmıştı. Yılmaz Güney’in 1963 Oldsmobile, 1962 Mercury ve 1965 Ford Mustang otomobilleri de vardı.
“Eşrefpaşalı” filminin dünya sinema tarihine geçen çekim serüvenini aşağıda anlatıyorum:
Önce Özet: Yıl: 1966… Yer: Nazım Kalkavan’ın Beylerbeyi’ndeki Yalısıdır… Filmin harici bir gece sahnesi yalının bahçesinde çekilmektedir. İçkili Yılmaz Güney bu sahnede Nebahat Çehre’nin başı üzerine bir bardak koyup tüfeğini ateşleyecektir. Ancak bardağı hakiki bir mermiyle vurmak niyetindedir. Filmin yönetmeni Erdoğan Tokatlı (1939-2010) Yılmaz Güney’in bu çılgın tavrına karşı çıkar. Tokatlı, Güney’e “Hayır olmaz! Karını öldürmeye mi niyetlisin?” diyecektir.
Ancak Erdoğan Tokatlı Yılmaz Güney’i kararından vazgeçiremez, döndüremez. Ölümle yaşam arasında gidip gelen Nebahat Çehre bir kurbanlık koyun gibi başının üzerinde bardak kaderini bekler. Yılmaz Güney spot lambalarının aydınlığında yirmi metre öteden silâhını doğrultup tetiğe basar. Tek bir kurşunla bardak tuzla buz olmuştur. Kıl payı ölümden dönen Nebahat Çehre korkunç olaydan sonra sinirsel bir boşalmayla Yılmaz Güney’e sarılarak ağlamıştır.
Nebahat Çehre’nin Ölümden Dönmesinin Ayrıntıları:
Yazar William Burroughs Eylül 1951’de ikinci karısı Joan Volmer’ı Guillame Tell’cilik oynarken öldürmüştü; olay şöyle gelişti: William Burroughs karısının başının üzerine bir bardak cin yerleştirdi ve iki metreden tüfekle ateş etti… Kurşun kadının başına saplandı ve ne yazık ki kadın öldü… 15 yıl sonra 1966'da bu olayın bir benzeri Türkiye’de yaşandı ve şükürler olsun kurşun kadının vücuduna saplanmadı. O kadın Nebahat Çehre kendisine ateş edense kocası Yılmaz Güney’di...
Yılmaz Güney, Nebahat Çehre’nin Başına Hedef Koyup Hedefe Ateş Etmişti!
Yılmaz Güney’in, Türkiye eski güzellerinden olan ve her Türk erkeğinin en az bir kere aşık olduğu karısı, Nebahat Çehre’nin başına şişe ya da bardak (tanıkların farklı farklı ifadeleri var) koyup ateş ettiği film olan, “Eşrefpaşalı”daki korkunç olayı önce Giovanni Scognamillo’nun sonra da Erol Günaydın ve Agâh Özgüç’ün anlatımıyla gözünüzün önünde canlandırmaya çalışacağım...
Giovanni Scognamillo (1929-2016) Nebahat Çehre’nin Kafasının Üzerine Ateş Açılmasını Anlatıyor:
“‘Çirkin Kral’la ikinci karşılaşmamız Erdoğan Tokatlı’nın yönettiği “Eşrefpaşalı”nın setinde oldu: O dönemde adeta “ulusal set” haline gelmiş olan Kalkavanlar’ın köşkünde ortada dolaşan şirin bir küçük kız vardı, adı Billur olan. Erdoğan Tokatlı beni sabah erkenden aramıştı; filmde küçük bir rol vardı, bir Amerikalı işadamı, oynar mıydım? Figüranlık yapmaya alışmıştım, setler hep ilginç oluyordu, üstelik güzel bir yaz günüydü. Neden olmasın? dedim...Vardığımda set kalabalıklaşmıştı. Yılmaz Güney, Nebahat Çehre, Feridun Çölgeçen, Renan Fosforoğlu, Sevinç Pekin ve değişik bir figürasyon olarak, bir dizi hippy, kimi Fransız, kimi İngiliz. Sabah ön bahçede çalışıldı, öğlen her zamanki gibi “hafif” bir şeyler yenildi, salatalık, domates, beyaz peynir, ekmek türünden. Öğleden sonra çekimler devam etti ama bizim sahne hep ertelendi, nasıl olsa bir dahili idi! Ve çene çaldık, hippy kızlarla sohbetlere daldık, hava kararınca da Yılmaz Güney’in canlandırdığı karakterin yabancı işadamlarıyla görüşme sahnesi çekildi. Çekimin asıl olayını daha önce gerek Agâh Özgüç, “Arkadaşım Yılmaz Güney” adlı kitabında, gerekse Ahmet Kahraman, “Yılmaz Güney Efsanesi” adlı kitabında uzun uzun anlattılar.
Bense o gece yaşadıklarıma oldukça şaşkın ve bir hayli tedirgin tanık oldum. Gece idi, Yılmaz da oldukça içkili. Çekilecek son bir sahne vardı: Yılmaz Güney on metre ötede olan, Nebahat Çehre’nin başına dikilen bir şişeye ateş edip parçalayacaktı. Erdoğan Tokatlı sahneyi bölmek, kırılan şişe efektini yakından ve ayrıntı olarak çekmek istedi. Yılmaz Güney direndi, tek plânda çekilsin diye. Direnmekle kalmadı elindeki tüfeğe kurşun sürdü. Set bir anda boşaldı, bir görüntü yönetmeni Mustafa Yılmaz, bir de Tokatlı ile iyi anımsıyorsam, yönetmen yardımcılığını yapan Yücel Uçanoğlu sette kaldı.
Yılmaz lâf dinlemiyor, içkili ve saldırgandır, Tokatlı ikna edemiyor onu, Çehre ise ha bayıldı ha bayılacak. Yılmaz’ın ne denli iyi silâh kullandığını herkes iyi biliyor ama… Sonuçta her şey bir anda oldu: Yılmaz “motor” diye bağırdı, silâhını ateşledi, şişe parçalandı ve bir alkış koptu… Yılmaz Güney’di bu ve başka şekilde hareket edemezdi, içine işlemişti artık, bir melek-şeytan karışımı gibi. Bir gece, bir lokalde servis yapan garsonun boynuna sarılır, bin lira (ki bayağı büyük paraydı) bahşiş verir, biraz sonra ise haklı ya da haksız, çıngar kopartırdı.”
Erol Günaydın (1933-2012) Nebahat Çehre’nin Kafasının Üzerine Ateş Edilmesini Anlatıyor:
Emine Algan’ın “Erol Günaydın Kitabı: İki Kalas Bir Heves” adlı kitapta (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) Erol Günaydın “Eşrefpaşalı” setinde yaşanan olayı şöyle anlatır:
“İlk kızım Ayşe 1966’da doğmuştu. İşte ben Ayşe doğduğu zaman İzmir’den ‘Eşrefpaşalı’nın çekimleri için geldim. Bir kısım sahneler İstanbul’da geçecek. Kalkavanların köşkünde çalışıyoruz. Yılmaz Güney’de içkili birazcık. Bir sahne var. Yılmaz birdenbire, ‘Şu şişeyi al da karşıma geç’ dedi. ‘Ne olacak?’ dedim. ‘Ateş edeceğim, vurur muyum ben seni’ dedi filân. Ben şişeyi tuttum, tak diye ateş etti. Ben şişeyi bırakıp kaçıyorum. ‘Aydemir’ diye çağırdı. Aydemir Akbaş’ta şişenin kalan yarısını aldı. Aydemir’in elinde de yarısını kırdı. Arkadan karısı Nebahat’a, ‘Başına bardağı koy’ dedi, ‘ateş edeceğim.’ Kadın ‘Olmaz, yapamam, edemem…’ dedi. Yılmaz Güney ‘Seni vururum’ dedi, ‘Yok bunun yolu!’ Kadın başına bardağı koydu Yılmaz dan diye ateş etti. Bardak kırıldı ama Nebahat Çehre korkudan yerlerde.”
Hakan Sonok: 21 Ağustos 2009’da bir araya geldiğimiz ve söyleştiğimiz Erol Günaydın’a bu olayı bir kez daha anlattırdım.
Günaydın, Güney’in keskin nişancılığından dolayı bu olayda kimsenin yara almadığını, Nebahat Çehre’nin ise korkudan bayıldığını söyledi.
Agâh Özgüç, Nebahat Çehre’nin Kafasının Üzerine Ateş Edilmesini Anlatıyor:
Agâh Özgüç ise bu olayı bize anlatırken Erdoğan Tokatlı’nın “Eşrefpaşalı” setinde Yılmaz Güney’i durduramadığını söyledi.
Özgüç sözlerini şöyle sürdürdü: “William Tell (Giyom Tell) nasıl usta, keskin nişancı okçusuysa Yılmaz Güney’de kendini onun yerine koyuyordu. Yılmaz Güney’in setlerinde ne yazık ki silâh atışları hakikidir, gerçek mermi kullanılmıştır. "
Agâh Özgüç, Cüneyt Arkın’ın içki içtikten sonra Giyom Tell olduğunu zannettiğini önüne gelene, kendisine ve Hamit Yıldırım’a kafasının üzerine gelecek şekilde ok attığını/yağdırdığını da yaptığımız söyleşide anlattı.
Nebahat Çehre, Yılmaz Güney’le aralarındaki sevgi ve tutkuyu, korkunun bitirdiğini itiraf etti. İpek Tuzcuoğlu'nun programına konuk olan Çehre, Yılmaz Güney’in kafasına koyduğu bardağı gerçek kurşunla vurmasının ilişkilerini değiştirdiğini açıkladı:
“İki kere boş geçiyor, üçüncüde vuruyor. Korkudan çığlık attım. Çok insan seti terk etti. O anda biraz kırıldım. Sevgi, tutku, korkuya dönüştü. O sevginin korkuya dönüşmesi tehlikeli bir şey.”
Güney’in kendisine yazdığı mektuplar yayınlanınca üzüntüden ağladığını ve bunun çok çirkin bir şey olduğunu söyleyen Çehre, henüz Yılmaz Güney’in mezarına gitmediğini ve bir gün mutlaka gideceğini söyledi. Muhteşem Yüzyıl’da rol arkadaşı Meryem Uzerli ile yaşadığı hamilelik polemiğine ilişkin konuşan Çehre; “Ben anne ve baba ile mutlu bir yuvada yaşayan çocuk yetiştirmek isterdim. Bunu yapamadığım için çocuk yapmadım dedim. Benim bu yorumum çarpıtılıp Meryem’e söylemişim gibi kullanıldı. Meryem’e doğan çocuğu için tebrik mesajı yolladım ama o geri dönmedi. Belki söylenenlere inanmıştır” şeklinde konuştu.
Atın canına kıyılan film: “Yol”
Amerikan Western filmlerinin ve Oscar ödüllü Sovyet Rusya filmi “Savaş ve Barış”ın çekimleri esnasında bu filmlerde kullanılan atların pek çoğunun hayatını kaybettiği biliniyor.
Türk sinemasında da hayvanlara istemeyerek ya da kasten zarar verilen pek çok film, ne yazık ki var. Bunlardan biri de Cannes Film Festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye’yi Costa- Gavras’ın “Missing-Kayıp” adlı filmiyle paylaşan “Yol”dur.”Yol” Los Angeles’ta dağıtılan ve en az OSCAR ödülleri kadar saygın Altın Küre ödülüne de yabancı film dalında adaylık elde etmiştir.
Başlangıçta “Bayram” adıyla Erden Kıral’ın çekmeye başladığı “Yol”da Yılmaz Güney yönetmeni işten atmış ve yerine Şerif Gören’i getirmiştir.Erden Kıral’ın çektiği bölümler filmde kullanılmamıştır.
“Yol” Altın Palmiye sahibi ve Altın Küre adayı tek Türkiye yapımı olarak bugüne kadar sinemamızda başka hiçbir filmin ulaşamadığı bir zirveye ulaşmıştır. Cannes’da film eleştirmenleri ve sinema yazarlarının ödülünü de kazanan ”Yol” Fransız OSCAR’ı Cesar’a da aday gösterilmiştir…
Şerif Gören yönetmen olarak en yüksek, en üstün ve en iyi performansını “Yol”un senaryosunu beyazperdeye aktarırken gösterdi. Ortaya gerçekten etkileyici bir film çıktı.
Türkiye’nin özellikle kadın yurttaşlarına cehennem hayatı yaşatan, dev bir açıkhava cezaevi ve toplama kampı olarak fotoğrafını çeken / resmeden “Yol”; Türkiye’nin aynı zamanda 28 Aralık 2011’de Uludere / Roboski de öldürülen sınır kaçakçıları gibi sınır kaçakçılığından başka hiçbir geçim / gelir kaynağı (çaresi; çıkış yolu) olmayan insanların ülkesi olduğunu dünyaya gösteriyordu.
Yarı belgesel havası taşıyan filmin senaryosunda yer alan (gerçekten yaşanmış bir olaya dayanan) ancak filmin kendisine çeşitli nedenlerle bir türlü aktarılamayan bir bölümde cezaevinden evine bayram izniyle giden mahkumlardan biri yoksulluğundan dolayı belediyelerin sokakta yaşayan hayvanları zehirlemek için orta yere bıraktığı zehirli kıymayı alarak ailesine bir ziyafet çekmek isteyecek ve çok kalabalık aile tam bir katliam kurbanı olacaktı.
Türkiye’nin bir bölümünün Kürdistan olarak gösterildiği ve Türkiye sinemalarında 17 yıl gecikmeyle 12 Şubat 1999’da gösterilmeye başlanan, Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı ve Şerif Gören’in yönettiği “Yol”un bir sahnesi için güzeller güzeli, zavallı, gariban bir atın canına kıyılmıştı.
Hatta başlangıçta bunu (atı öldürmeyi) Tarık Akan’ın yapması istendi. Vicdanlı bir insan olan Tarık Akan son anda ata gerçek kurşunları sıkmaktan vazgeçti. Onun yerine setteki başka bir insan (!) masum, çaresiz, biçare atı acımasızca öldürdü.
Yılmaz Güney’in yazdığı senaryonun sözünü ettiğim sahnesi şöyledir: Seyit karakteri (Tarık Akan) donmak üzeredir; donmamak için önce atının kafasına kurşun sıkar, sonra da ölen atın henüz sıcacık durumdaki karnını yararak ellerini ve ayaklarını onun içine sokar.
Tarık Akan Can Yayınları tarafından 2002 yılında basılan ve gelirleri yazarı tarafından Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’na bağışlanan “Anne Kafamda Bit Var” adlı anılarında bu olayı şöyle anlatır:
“Başçavuştan alacağımız silahla filmdeki atımı öldürecektim.(…) Çekim boyunca atla aramda inanılmaz bir bağ kurulmuştu…Ömrümün sonuna kadar unutamayacağım çok farklı bir arkadaşlık yaşamıştık. Bana duyduğu sevgi ve bağlılığı atın gözlerinden okuyordum.Kar fırtınasında yanıma gelip kafasını paltomun içine sokuyor, gözlerini gözlerime dikiyordu…Çekim sırasında üstünden düştüğümde burnuyla beni itiyor, kokluyor, sanki canımın yandığını anlamış gibi üzülüyordu, bir de beni avutmaya çalışıyordu.Onu hiç yularından tutup çekmem gerekmemişti.İş (çekim) bittiği zaman arkama takılıp bir köpek gibi beni izliyordu.Filme başlamadan önce “Yol”un yönetmeni Şerif Gören’e “Meraklanma, bu sahnede atı öldürebilirim.O Kadar cesareti bulabilirim, yapabilirim,” dediğimi anımsıyorum.
Atı vuracağım sahne çekilirken hayvancığa uyuşturucu iğne yapıldı.At yere yığıldı.Yakın planların hepsi çekildi: Donmuş bir el, ısıtılmaya çalışılan bir el, ateş edemeyen bir el ve atın yakın planları aradan çıktı.Sıra öldürme planının çekimine gelmişti.Kamera uzağa gitti, genel bir plan çekilecekti.Silah elimdeydi ve içinde tek bir kurşun vardı.Başçavuş bir kurşundan fazla vermiyordu.Şerif Gören,”Kamera!” diyecekti ve ben kısa bir süre sonra atın kafasına bir kurşun sıkacaktım.Karların ortasında ben ve yerde yatan atım trajik bir şekilde yerlerimizi almıştık.Kamera uzakta hazırlanırken at gözlerini açıp bana yalvarır gibi baktı.Kafasını kaldırmak istedi.Sanki bana doğru gelmek istiyormuş gibime gelmişti.
Bu arada Yönetmen Şerif Gören “Kamera!” diye bağırdı…Bekledi.Burada tabancamı çekmeli ve kurşunu atın kafasına sıkmalıydım.Ama yapamıyordum işte.”Ateş etsene! Ateş et!” diye bağırdı Şerif Gören.”Yapamayacağım Şerif, stop!” diye seslendim.Atın başından ayrıldım.”Ben bu atı öldüremem,” dedim ve sözlerimi sürdürdüm:
”Yakın plan başkasının elini çek.Kusura bakma, ben yapamayacağım,” dedim. Yılmaz Güney’in yeğeni araya girdi: “Ben yaparım.Atı öldürürüm,” dedi.Paltomu kendisine verdim.Kamera hazırlandı.Yılmaz Güney’in yeğeninin el planı çekildi.Derken bir silah sesi…”At öldü, gel Tarık,” dediler. Koşarak gittim.Paltomu giydim, daha sonraki planlara geçmek üzere çalışmaya başladık.Kamera hazırlanıyorken at gene kafasını kaldırıp bana baktı.Ayağa kalkmaya yelteniyordu. Ölmemişti.
Başçavuşa gittim: ”Mermi ver, at ölmemiş,” dedim. Başçavuş, kendini tiksinti verici bir şekilde naza çekiyordu. Yalvarta yalvarta bir kurşun daha verdi. ”Başçavuşum, ver birkaç tane daha, bak at can çekişiyor,” dememe karşın onu bir tek kurşundan fazlasına razı edememiştim.
Yılmaz Güney’in yeğeni o tek kurşunu da atın kafasına sıktı.Sonra ben tekrar sahne aldım.Tam çekime geçilecekken, at gene gözünü açtı, bakışlarıyla beni arıyordu.Bayılacak gibi olmuştum, çıldıracaktım…Bir kez daha başçavuşun yanına gittim: “Mermi ver!” dedim. Başçavuş,”Mermi yok!” dedi.
O anda yakasına yapıştım: “Senin de, merminin de,” dedim.Küfrettim.Yöre halkı başçavuştan yalvara yakara üç mermi daha almıştı.Yılmaz Güney’in yeğeni kurşunları boşalttı, at bu kez gerçekten öldü.Paltomu giydim, bir sonraki sahneye geçtik.Senaryoya göre donmak üzereydim; atın karnını kesecektim, ellerimi, ayaklarımı atın karnına sokup donma tehlikesini bir süre geciktirecektim. Ne yazık ki bu sahneyi kötü bir zamanda, hava kararmak üzereyken çekmiştik.Ertesi güne bırakamıyorduk; çünkü gece boyunca kurtların atın ölüsünü parçalayacağını biliyorduk. Sonuçta akşam üstü çekilen sahnede renkler çok koyu çıktığı için Yılmaz Güney “Yol”un kurgusunda bu bölümü çıkarmak zorunda kalacak, bu da onu hem üzecek, hem de sinirlendirecekti.”