MATRUŞKA TARZI YENİ YAZIMDIR!

12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİNDEN HEMEN SONRA SÜLEYMAN DEMİREL'E MORAL KATKISI VEREBİLMEK İÇİN ANKARA GÜNİZ SOKAKTAKİ 31  NUMARALI ADRESİNE MEKTUP YAZDIM VE SAYIN SÜLEYMAN DEMİREL ANINDA TEŞEKKÜR MEKTUBUYLA BU SATIRLARIN YAZARINA CEVAP VERDİ...MEKTUBA İMZALADIĞI SİYAH BEYAZ FOTOĞRAFINI DA EKLEMİŞTİ...KENAN EVREN'İN NEFATİFLERİNİ YAKTIRDIĞI KEMAL TAHİR UYARLAMASI "YORGUN SAVAŞÇI"NIN (1965'TE ROMAN OLARAK YAYINLANDI) YÖNETMENİ HALİT REFİĞ'LE DE HER HAFTA ONUN İSTANBUL CİHANGİRDEKİ EVİNDE BULUŞUYORDUK..."YORGUN SAVAŞÇI" İÇİN METİN ERKSAN VE AZİZ NESİN GİBİ DEHALAR "EN İYİ ON TÜRK ROMANINDAN BİR TANESİDİR"  YORUMUNU YAPMIŞTI...HALİT REFİĞ DE SÜLEYMAN DEMİREL'İ İSTANBUL TUZLADAKİ EVİNDE ZİYARET EDEREK ONUNLA DERTLEŞİYORDU...REFİĞ DE KENAN EVREN MAĞDURUYDU VE AŞIRI STRESTEN DOLAYI ZONA HASTASI OLMUŞTU...DEMİREL YURT DIŞINDAN ZİYARETİNE GELEN GAZETECİLERE VE SİYASETÇİLERE ASKERİ DARBECİLERİ ŞİKAYET ETMİYOR VE ONLARI KÖTÜLEMİYORDU...SAYIN SÜLEYMAN DEMİREL YURT DIŞINDAN GELENLERLE TÜM KONUŞMALARININ DETAYLI TANIKLIK TUTANAKLARINI, ZABITLARINI TÜRKİYE CUMHURİYETİ ARŞİVİNE KALDIRILMASI DİLEĞİYLE FAŞİST CUNTANIN ÖNDE GİDEN GENERALLERİNE YOLLAMAKTAYDI...

UĞUR MUMCU; CUMHURİYET GAZETESİ 8 HAZİRAN 1982 SALI:

"Abdi İpekçi cinayeti henüz aydınlanmış değildir...İpekçi'yi kimlerin öldürttüğü açıklığa kavuşmamıştır...Şimdilik anlaşılan tek gerçek, Türk basınında İpekçi'nin bıraktığı boşluğun büyüklüğüdür...O'nu her gün okumaya alıştığımız köşede bugün daha çok arıyoruz...İpekçi'nin bütün yazılarına katılıyor ve altına imza atıyorum...

UĞUR MUMCU CUMHURİYET GAZETESİ 1 ŞUBAT 1986 CUMARTESİ:

"Mehmet Ali Ağca'nın eski MİLLİ İSTİHBARAT TEŞKİLATI görevlilerinden ŞAHİN TOLUNOĞLU ile ilişkisi vardı...Bu ilişki hem Mehmet Ali Ağca'nın hem de başka ülkücülerin ifadelerinde ortaya çıkmıştı...Bir terörist ile bir MİLLİ İSTİHBARAT TEŞKİLATI görevlisinin bu derece yakın ilişki kurmalarının nedeni ne olabilirdi? Neydi bu ilişki ? Kim sağlamıştı bu ilişkiyi ve kimler eliyle sürdürülmüştü bu ilişki? Bunlar hiç açıklanmadı, açıklanamıyor. Belki bu soruları devletin duyarlı kesimlerinde yanıtlayacak olanlar bulunur!"

1969'DA DA TÜRKİYE İÇ SAVAŞIN EŞİĞİNE GELMİŞTİ...

FAİK BULUT:

8 Temmuz 1969 tarihinde, Kayseri Alemdar Sineması’nda Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) üyeleri ve davetlilerden oluşan 800 aydın, açık tertip ve kışkırtmalarla o zamanın şeriatçıları ve devletin gizli güçlerinin elbirliğiyle yakılmak istendi. Cemselerle il sınırları dışına çıkarılan öğretmenler toplu kıyımdan kıl payı kurtuldu."

Faik Bulut'un "AKP mülteci politikasının Kayseri ve Suriye’deki saldırılara yansımaları" başlıklı yazısından bir bölüm...Araştırmacı, gazeteci yazar Faik Bulut Independent Türkçe için yazmıştı...(12 Temmuz 2024)

2

KORKUNÇ BİR ÇEVİRİ HATASI HEM DE YAPI KREDİ YAYINEVİ KİTABINDA....İNANILMAZ AMA GERÇEK !

The Cold War, The Deals,The Spies, The Lies, The Truth

Soğuk Savaş Pazarlıklar, Casuslar, Yalanlar, Gerçek

Kitabın yazarı: John Lewis Gaddis...Kitabın Türkiye'deki yayınevi: Yapı Kredi Yayınevi...

Ne yazık ki 169'uncu sayfada çok vahim bir çeviri hatası var...

Sovyet diktatör Stalin "The Pope! How many divisions has he got?” dedi...Stalin İngiliz başbakanı Winston Churchill'e Ekim 1944'te Moskova'da "Papa'nın "olmayan" ordusunda kaç tümen var ?" demişti...

Yapı Kredi Yayınevi'nin çalıştığı çevirmen bu soruyu anlayamamış, aynen şöyle ve çok yanlış, bir Türkçe çeviri yapmış (Sayfa 169)

Stalin : "Papa! O'nun kaç bölgesi var?"

3

PAPA SUİKASTİ 1981

31 Ağustos 1997 Pazar günü İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth'in eski gelini Lady Diana Spencer Paris'te trafik kazasında ölünce Fransa Cumhurbaşkanı o gece kaldığı metresinin evinde uyandırıldı ve ona haber ulaştırıldı...

Fransa Cumhurbaşkanın Jacques Chirac'ın metresi ve yasak aşkı film yıldızı Claudia Cardinale'ydi...

Jacques Chirac Mehmet Ali Ağca'nın tetikçi olduğu 13 Mayıs 1981 Çarşamba günü düzenlenen Pope John Paul II suikastinde öldür emrini verdiği iddia edilen Katolik din adamı

Abbé Pierre (1912-2007) için Fransa’nın “muazzam bir figürü, bir vicdanı, iyiliğin vücut bulmuş halini” kaybettiğini söylemişti...

Pierre, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa’da yoksulların ve evsizlerin yardımına odaklanmış, özellikle 1954 yılında başlattığı “Emmaus Hareketi” ile tanındı...Emmaus Hareketi, evsizleri barındırmak ve onlara yardım etmek amacıyla kurulmuş bir sosyal harekettir. Abbé Pierre, bu hareketin öncüsü olarak evsizlikle mücadelede büyük bir rol oynayan, insanlık için önemli bir sosyal adalet savunucusudur.

19 TEMMUZ 2024 HABERİ:

“İyiliğin vücut bulmuş hali” diye anılıyordu: Fransız rahip Abbé Pierre, öldükten 17 yıl sonra cinsel saldırı ile suçlanıyor...Evsizlerin savunucusu olarak bilinen ve Fransa’nın en saygın isimlerinden biri olan Abbé Pierre, ölümünden 17 yıl sonra cinsel saldırıyla suçlanıyor. Pierre Ocak 2007’de 94 yaşında hayatını kaybetti.

Fransız basınında yer alan Abbé Pierre’in 1970 ile 2005 yılları arasında yedi kadına cinsel saldırıda bulunduğu ya da taciz ettiği iddiaları ülkeyi sarstı. İddialar, Pierre’in kurucusu olduğu Emmaus adlı yoksullukla mücadele hareketi tarafından duyuruldu.

Emmaus’tan yapılan açıklamada şöyle denildi:

“Bu ifşaatlar, Abbé Pierre figürünün önemli bir rol oynadığı kuruluşumuzu sarstı. Hepimiz onun hikayesini ve mesajını biliyoruz. Bu eylemler, her şeyden önce yoksulluk, yoksunluk ve dışlanmaya karşı verdiği mücadeleyle tanınan bu adama bakış açımızı derinden değiştiriyor.”

Tad Szluc "To Kill the Pope-Papa’yı Öldürmek" adlı romanında şöyle yazdı: ‘Okuduğunuz bu kitap bir roman. Ancak, gerçek olaylara, bulgulara ve kişilere dayanıyor…

Evet Vatikan Kilisesi Mehmet Ali Ağca'nın tetikçi olduğu suikastin ayak izlerini takip etti...Katolik din adamı Thomas Michel, ABD başkanı Ronald Reagan'ın yakın dostu Fransız istihbaratçı Alexandre de Marenches (1921-1995) ve CIA Central Intelligence Agency birlikte çalışarak suikastin sır perdesini araladı...1981 Papa suikastinin perde arkası  Tad Szluc tarafından yazılan "To Kill the Pope-Papa’yı Öldürmek"adlı romanında anlatılır... Tad Szluc Mehmet Ali Ağca'nın öldürmeye çalıştığı Vatikan Papasının resmi biyografisini yazan kişiydi ve aynı zamanda Papa'nın kankası, sırdaşıydı...

ABDİ İPEKÇİ SUİKASTİ

1 Şubat 1979 Perşembe günü Milliyet gazetesi başyazarı ve genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi öldürüldü..."Abdi İpekçi CHP genel başkanı Bülent Ecevit ile Adalet Partisi genel başkanı Süleyman Demirel bir koalisyon hükümeti kursun maksadıyla iki lider arasında arabuluculuk yapmaktaydı"...Bu olaydan (Abdi İpekçi'nin öldürülmesinden) 5 ay sonra Mehmet Ali Ağca "İpekçi'yi ben öldürdüm" itirafını yaptı...Ağca cezaevinden kaçarak 1981'de Vatikan Kilisesi lideri Papa'yı yaralayacaktı...

1 Şubat 1979 Perşembe günü gazeteci Abdi İpekçi Süleyman Demirel'i aradı...İpekçi o gün akşam saatlerinde öldürülecekti...Demirel şöyle dedi İpekçi'ye "Keşke sen ve Milliyet Gazetesi CHP ve Ecevit'e verdiğiniz kayıtsız şartsız, sınırsız, sonsuz desteğin % 1'ini de bana verseydiniz!"...Samimi bir sitemdi...

İpekçi Ecevit'e uzun yıllar boyunca fahri, gayri resmi akıl hocalığı, danışmanlık, halkla ilişkiler müdürlüğü hizmeti sunmuştu...Ecevit'in en büyük, en etkili destekçisiydi...İpekçi en büyük hayali olan Ecevit Demirel CHP Adalet Partisi Milli Koalisyon hükümetinin kurulması için Ecevit Demirel arasında arabuluculuk, çöpçatanlık yaptı...Ancak iki siyasi lider de fazlasıyla şişkin egolara sahip olduğundan, İpekçi Ecevit ve Demirel'i bu konuda ikna edemedi...

1970'lerin ilk yarısında Demirel Ecevit'e "Birbirimizden bir daha görüşmeyecekmişiz gibi ayrılmayalım" derken 3-4 yıl sonra Demirel "Ecevit'le asla kahve içmem " diyecektir...

İpekçi'nin öldürülmesi iç savaş kışkırtıcılığının yeni bir aşamasıydı...Bu cinayetle birlikte adeta Türk Silahlı Kuvvetleri'ne askeri darbe davetiyesi çıkarılmış oldu...Milliyet gazetesi başyazarı öldürülünce kendisi de ölüm tehditleri alan gazetenin sahibi Ercüment Karacan gazetesini Aydın Doğan'a sattı...

Demirel T.C. tarihinin en özgürlükçü anayasasını (1961) yok etmek için var gücüyle çalışmış ve bu konuda tam bir başarı sağlamıştı...

Demirel şöyle demişti:

"ABD Türkiye'de tam demokrasi ve insan hakları olup olmaması konusuna önem ve değer vermez, bunu umursamaz...ABD devleti sadece kendi talimatlarına emirlerine uyacak, değer verecek hükümet ister...ABD Türkiye'de sadece ABD çıkarlarına hizmet eden, ABD bankalarına borçlarını geciktirmeden ödeyen, İsrail ve Yunanistan'la çıkar çatışmasına girmeyen hatta Yunanistan ve İsrail'e devamlı olarak taviz veren, çıkar sağlayan Türk hükümeti ister....Türkiye'de insan hakları çiğneniyormuş, demokrasi askıya alınmış, siyasetçiler yasaklanmış ve yurttaşlar işkencehanelere atılmışsa bütün bunlar için ABD olumsuz bir reaksiyon asla vermez...Türkiye'deki bütün bu insan hakları ihlallerini ABD asla umursamaz...ABD demokratik hükümetleri ve rejimleri savunmaktan çok uzun süre önce vazgeçmiştir..."

Atatürk, İsmet İnönü, Ecevit, Erdal İnönü, Behice Boran ve Demirel Türk entelejansiyasının içinden öne çıkan, sıyrılan en etkili ve en zeki siyasi önderleriydi...

Ancak Demirel'in çok sayıda kusurları, handikapları, ayak bağları, dezavantajları vardı...Celal Bayar gibi Demirel de Komünizm denilince kırmızı görmüş boğa gibi reaksiyon vermekteydi...Kuzey Komuşumuzdan mazallah kutup soğuklarıyla birlikte Komünizm günün birinde Türkiye'ye inebilir endişesi Bayar ve Demirel de çok güçlüydü...Belki de Komünizmle korkutarak aşırı sağ ve merkez sağ seçmeni tavlamak için bu Komünizm öcüsünü hep canlı hep diri tuttular...Süleyman Demirel'in en büyük kusuru Türkiye'nin en özgürlükçü anayasasına yani 1961 anayasasına her fırsatta suikastler düzenlemesiydi...

1965'te Demirel Türkiye İşçi Partisi'ni fiilen Komünist olarak tanımlıyordu...Demirel'in Partisi Adalet 1965'te CHP'nin "Orta'nın Solu Sloganı"na şöyle cevap verdi : "Orta'nın Solu Moskova'nın Yolu"

Demirel her fırsatta Avrupa'daki Komünist Partilerin Moskova'dan uzaktan kumanda ile yönetildiğini, kontrol edildiğini, Moskova'dan emir almadan herhangi bir tavır alamadıklarını , herhangi bir hareket içinde yer alamadıklarını hatırlatacaktı...

Demirel, Ekim 1975'te "dünya nüfusunun % 40'ı Komünizmin pençesindedir" dedi...

Muhakeme, bilişsel, analiz, tahlil yeteneği çok gelişmiş bir insan olan Süleyman Demirel'in Salvador Allende ile ilgili çok acımasız, çok gaddar,çok haksız, çok adaletsiz, çok düşüncesizce, çok vicdansızca değerlendirmeleri bize kanıtlıyor ki Demirel'in empati yeteneği yeterince gelişmemişti ya da az gelişmişti...

İki kez askeri darbeyle başbakanlıktan kovulan Demirel halk oyuyla seçilen Sosyalist Başbakan Salvador Allende'nin Eylül 1973'te ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger'ın teşvik ettiği bir askeri darbeyle devrilmesini, öldürülmesini alkışlamıştı ve çok beğenmişti...Bu konuda Demirel, Allende'ye Richard Nixon'ın, Ronald Reagan'ın, George H. W. Bush'un, Henry Kissinger'ın , Augusto Pinochet'nin bakış açısıyla yaklaşıyordu...Castro, Allende, Ecevit, Ho Şi Minh, Mao Demirel'e göre aynı yolun yolcusuydu...Demirel Allende için şöyle dedi..."Sosyalist başbakan halk oyuyla seçim kazandı...Ancak kısa bir süre sonra halkın sokağa dökülmesine yol açmıştı, yani halk desteğini kaybetmişti...(Allende aleyhine kamyoncular grevini kastediyor)

1973-1990 döneminde Şili ABD'den ithal ettiği bir ekonomik modeli uyguladı...24 Ocak 1980 Demirel Turgut Özal ekonomik kararları da bu modelden esinlenmiştir...Kısaca devlet halka karşı olan sosyal refah görevlerinden tamamıyla vazgeçiyordu...

Demirel'in müktesebatında Laiklik konusundaki geri adımlar da vardır...Suudi kuruluş Rabıta Demirel hükümeti döneminde Türkiye'nin Avrupadaki tüm camilerinin ve diyanet mensuplarının sponsorluğunu üstlendi...Ayasofya'nın Padişah bölümünü ibadete açmak,Topkapı Sarayı'nda 365 gün 24 saat Kuran okunması Demirel döneminde gerçekleşti...11 Eylül 1980'de Demirel "Taksim'de devasa bir cami şarttır" dedi...Demirel din esaslı siyasi propagandayı yasaklayan laikliği koruyan 163. maddeden çok rahatsızlık duyduğunu da her fırsatta ilan etti...

Süleyman Demirel 1969'da ABD Başkanı Richard Nixon'a Beyaz Saray'da şöyle dedi:

"Üç aşağı beş yukarı 6-7 yıl sonra yani takriben 1976 tarihinde, Allah izin verirse Türkiye Cumhuriyeti'nin gelişmiş ülkeler trenine, kategorisine dahil olacağını, katılacağını öngörüyorum, umuyorum, size bunu büyük memnuniyetle ve gururla söyleyebilirim...Umut ediyorum ki, yardım dilenen ülke konumdan o tarihte çıkacağız ve yardıma ihtiyacı olan ülkelere yardım eden ülke konumuna o tarihte ulaşacağız! Şu anda ülke olarak hızla kalkınıyoruz..."

Richard Nixon Demirel'e sordu: Komünizm tehlikesi, riski sizce nasıl önlenebilir, bertaraf edilebilir?

Demirel cevap verdi: "Komünizmin ilacı ülkelerin hızla büyük oranlarda kalkınmasıyla önlenebilir...On milyonlarca insanı yoksulluktan kurtardığınızda Komünizm tehlikesi, riski önlenmiş olur..."

Hulusi Turgut, Yavuz Donat, Tanıl Bora, Cüneyt Arcayürek'in harika belgesel yakın tarih kitapları okunduğunda Süleyman Demirel hakkında çok şey öğreniyorsunuz... Ancak her şeyi yine de öğrenemiyorsunuz! Çünkü, Süleyman Demirel Türkiye'nin flight recorderıydı...Fiziksel olarak İtalyan lider Benito Mussolini'ye çok benzeyen Demirel, T.C.'nin tüm karanlık sırlarını ne yazık ki beraberinde mezarına götürdü...

Aralık 1966'da Sovyetler Birliği lider Kosigin Türkiye'ye yatırım yapmak ve Türkiye'ye düşük faizli kredi vermek için geldiğinde Ahmet Ersin Yücel adlı yurttaşın Kosigin'i yuhalaması Demirel'i çok üzmüştü...Kosigin 1975'te de Türkiye'ye gelecekti...

Mayıs 1976'da Demirel Filistin sorununun çözülmesi için Türkiye'nin Arap ülkeleriyle birlikte hareket edeceğini ilan etti...

1990'da Demirel şöyle dedi: "Türkiye ABD'nin 53. eyaleti değildir..."

Demirel 1998'de yaptığı açıklamalarda Napoleon Bonaparte, Charles deGaulle ve Konrad Adenauer gibi Avrupalı liderlerin beyninde doğan Avrupa Birliği'nin yani La Grande Europe projesinin içinde Türkiye'ye yer açılmasını istedi...1975'te Yunanistan Avrupa Birliği'ne tam üyelik başvurusunu yaptığında Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliğine karşı çok kararlı ve çok inatçı bir muhalefet, bir direnme odağı, bir karşı duruş, yürütmüşlerdi, geliştirmişlerdi...

Yunanistan ve Güney Kıbrıs'ın Avrupa Birliği üyeliğini kazanmasıyla birlikte Türkiye'nin Avrupa Birliği rüyası sona erecekti...

Atlantik okyanusundan Urallara uzanan bu dev projede Demirel'e göre Türkiye de tam üyelik hakkına sahip olmalıydı...Demirel Le Monde gazetesine verdiği demeçte Balkanlarda son bulan küçük Avrupa yerine Kafkasya ve İran'a kadar uzanan devasa Avrupa'nın çok daha güçlü ve etkin olacağını söyledi...Demirel'e göre "Fransız Napoleon Bonaparte, Fransız Charles deGaulle'ün, Alman Konrad Adenauer'in büyük hayali olan La Grande Europe Türk halkının Müslüman olmasından dolayı Türkiye'ye tam üyelik hakkını vermezse bu yanlış, bu hatalı karar fundamentalizm anlamına geliyordu..."

Demirel: "Osmanlı Bizans'ın Doğu Roma imparatorluğunun mirasçısıdır...Halkıma Avrupa Birliği'ne tam üyelik hakkını istiyor musun? diye sorulsa 100 kişiden 60 kişi bile bunu istemez! Çünkü halkım Avrupa Birliği'nin Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlük ilkesinden vazgeçmesini istediğinden kuşkulanmaktadır...Türkiye Avrupa Birliği'nin içinde yer almak uğruna bölünmez bütünlük ilkesini bedel olarak ödemez! (...)

Ben ülkemin, vatanımın ulusal menfaatlerini her şeyin üzerinde tutarım...Büyük devletlerle münasebet zordur...Büyük devletlerle komşuluk zordur...Sovyetler Birliği'nin Türkiye'deki yatırımları ve Türk Sovyet ticari ilişkileri ABD'ni daima çok rahatsız etmiştir...ABD'ne ait U2 casus uçaklarının Türkiye'den havalanarak Sovyetleri gözetlemesine de, fotoğraflar çekmesine de ben başbakan olarak yasak koydum...Bunu Sovyet lider Kosigin Türkiye'yi ziyaret ettiğinde kendisine söyledim...Bu kararım ABD'ni çok rahatsız etti...1975'te başbakanlığım döneminde Türkiye'deki ABD askeri üslerine el koymamız da ABD'ni çıldırtmıştır!"

Süleyman Demirel, başbakan İsmet İnönü’nün 12 Eylül 1963 tarihinde Türkiye ile Ortak Pazar arasındaki ortaklık ilişkisini kuran Ankara Antlaşması’nın imza töreninde yaptığı konuşmadan şu alıntıyı aktarmıştı:

“Ortak Pazar tarihi boyunca insan zekâsının vücuda getirdiği en cesur eserdir. Milletler topluluğu için yeni bir dönem başlamaktadır. Bu, müstakbel nesillere bırakılacak en büyük mirastır. Bu antlaşma Türkiye ve Avrupa’yı ebediyete kadar bağlamaktadır.”

1963'te ismet İnönü'nün başbakanlığı döneminde Türkiye ABD'nin isteği üzerine Türkiye'deki haşhaş üretimini çok kısıtladı...ABD Türkiye'nin bütün haşhaş üretimini satın alma talebini iletti...1969'da Başbakan Demirel'e ABD Başkanı Richard Nixon "Türkiye'deki haşhaş ekiminden elde edilen ürünler, rekolte uyuşturucu madde haline getirilerek halkımızı, çocuklarımızı, gençlerimizi fena halde zehirliyor...Türkiye'deki haşhaş ekimini tümüyle yasaklayın...ABD hazinesi çiftçinizin haşhaş ekmemekten dolayı oluşacak maddi zararını tümüyle tazminat adı altında size ödesin" teklifini iletti...Demirel teklifi reddetti...Demirel'e göre uyuşturucu bağımlılığı bir zengin hastalığıydı...Demirel'e göre Türkiye tarlalarındaki yıllık haşhaş üretimi dünyadaki yıllık haşhaş ihtiyacına bir hafta bile yetmezdi...

12 Mart 1971'de Demirel hükümetini deviren askeri cunta ABD'nin isteğini yerine getirerek Türkiye'de haşhaş üretimini yasakladı...1974'te Ecevit'in başbakanlığındaki hükümet bu haşhaş yasağını kaldırdı…

Mario Puzo "The Godfather" (1969) adlı romanında Türkiye'de üretilen haşhaşın Amerikan halkını zehirlediği iddia edildi...

Süleyman Demirel 1969'da ABD Başkanı Richard Nixon'a Beyaz Saray'da şöyle dedi:

"Üç aşağı beş yukarı 6-7 yıl sonra yani takriben 1976 tarihinde, Allah izin verirse Türkiye Cumhuriyeti'nin gelişmiş ülkeler trenine, kategorisine dahil olacağını, katılacağını öngörüyorum, umuyorum, size bunu büyük memnuniyetle ve gururla söyleyebilirim...Umut ediyorum ki, yardım dilenen ülke konumdan o tarihte çıkacağız ve yardıma ihtiyacı olan ülkelere yardım eden ülke konumuna o tarihte ulaşacağız! Şu anda ülke olarak hızla kalkınıyoruz..."

Richard Nixon Demirel'e sordu: Komünizm tehlikesi, riski sizce nasıl önlenebilir, bertaraf edilebilir?

Demirel cevap verdi: “Komünizmin ilacı ülkelerin hızla büyük oranlarda kalkınmasıyla önlenebilir...On milyonlarca insanı yoksulluktan kurtardığınızda Komünizm tehlikesi, riski önlenmiş olur...”

Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı...Yani Türkiye 1976'da gelişmiş ülkeler kategorisinden çok ama çok uzaktaydı...

1951'de Dünya Bankası heyeti Başbakan Adnan Menderes hükümetine Türkiye'de incelemeler yaptıktan sonra, "Siz hafif sanayi konsunda uzmanlaşın...İleri teknoloji, ağır sanayi yatırımı asla yapmayın...İleri teknolojiye ağır sanayiye ihtiyacınız asla yoktur...Mütevazı sanayi kollarında, branşlarda ilerlemeniz ısrarla tavsiye olunur" raporunu sunmuştu...

Başbakan Menderes 300 milyon dolar bulmak için Moskova'ya gitmek üzereyken ABD destekli 27 Mayıs 1960 askeri darbesiyle tutuklanırken, 1971 askeri darbesiyle Başbakan Demirel'in kovulmasının perde arkasında da ABD vardı...ABD Demirel Türkiye'sinin Sovyetler Birliği ile ticari ilişkilerinden, Türkiye'deki Sovyet yatırımlarından çok rahatsız olmuştu...Üstelik Demirel hükümeti Arap ülkelerine Sovyetler Birliği uçaklarıyla İsrail aleyhine kullanılmak üzere yollanan askeri malzeme, cephane ve mühimmatın Türkiye hava sahasından geçmesine izin vermişti...ABD Demirel'den hiç memnun değildi...

28 Ağustos 1970 tarihinde Süleyman Demirel başbakanlığındaki hükûmet tarafından Kara Kuvvetleri Komutanlığına atanan Faruk Gürler'in Cumhurbaşkanı olma sevdasıyla, isteğiyle, teşebbüsüyle başlayan süreç, 12 Mart 1971 askeri darbesiyle Demirel'in silah zoruyla başbakanlıktan kovulması, Nihat Erim, Ferit Melen ve Naim Talu gibi halkın seçmediği, generallerin tayin ettiği kişilerin başbakanlığa getirilmesiyle birlikte Türkiye Cumhuriyeti'nin tüm dengeleri alt üst oldu...Mesela Naim Talu ABD hükümetinin özel isteğiyle Ekim 1973'te Sovyetler Birliği'nin İsrail ile savaşan Arap ülkelerine yolladığı ağır silahları taşıyan Sovyetler Birliği uçaklarının Türk hava sahasından geçişine izin vermedi...

1973-1974 döneminde Suudi Arabistan önderliğindeki petrol üreticilerinin petrol varilinin fiyatını 4 dolardan 12 dolara fırlaması Türkiye dahil  ülke ekonomilerini çökertti...Bu fiyat artışı sonrasında ekonomisi yoğun bakıma kaldırılan, entübe edilen ilk ülke de 1964-1973 arasında Kıbrıs'a askeri çıkarma, askeri müdahalede bulunabilme hazırlıkları için büyük miktarda harcama yapmış olan Türkiye oldu...

Kıbrıs'ın Yunan adası olmasını önlemek için gereken teçhizatın ( tank taşıyabilen 100 çıkarma gemisi, 15.000 paraşüt, 100 helikopter ) oluşturulması 1964-1974 arasında ancak mümkün olabildi...

12 EYLÜL 1980 DARBESİNE ULAŞAN KAN GÖLÜ VE İÇ SAVAŞ

28 Ağustos 1970 tarihinde Süleyman Demirel başbakanlığındaki hükûmet tarafından Kara Kuvvetleri Komutanlığına atanan Faruk Gürler'in Cumhurbaşkanı olma sevdasıyla, isteğiyle, teşebbüsüyle başlayan süreç, 12 Mart 1971 askeri darbesiyle Demirel'in silah zoruyla başbakanlıktan kovulması, Nihat Erim, Ferit Melen ve Naim Talu gibi halkın seçmediği, generallerin tayin ettiği kişilerin başbakanlığa getirilmesiyle birlikte Türkiye Cumhuriyeti'nin tüm dengeleri alt üst oldu...Mesela Naim Talu ABD hükümetinin özel isteğiyle Ekim 1973'te Sovyetler Birliği'nin İsrail ile savaşan Arap ülkelerine yolladığı ağır silahları taşıyan Sovyetler Birliği uçaklarının Türk hava sahasından geçişine izin vermedi...

1972-1973 döneminde 189 gün Genelkurmay başkanlığı yapan 15. Genelkurmay başkanı Faruk Gürler Türkiye'nin altıncı Cumhurbaşkanı olmak istemiş ancak Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel'i bu konuda ikna edemememişti...

17. Genelkurmay başkanı Kenan Evren ise ülkedeki iç savaş ortamının askeri darbe fırsatı olduğunu bilecek kadar akıllıydı...Kan gölleri ve suikastler silsilesi, zinciri askeri darbe yolunu açtı ve Kenan Evren askeri darbenin lideri olarak silah zoruyla kendini Cumhurbaşkanı seçtirdi...

Askeri darbeyi getiren en büyük suikast Abdi İpekçi suikasti oldu...

Askeri darbeyi Kenan Evren'den daha fazla arzulayan ise ABD devletiydi...

12 Mart 1971 darbesinden sonra ABD hükümeti 12 Mart 1971 öncesinde İsmet İnönü'ye ve Süleyman Demirel'e kabul ettiremediği her şeyi 12 Mart 1971 askeri darbesini yapan generallere kabul ettirmişti...

Demirel ve İnönü ABD'ne Türkiye'de haşhaş ekimini yasaklamayacaklarını bildirmişti...

Generaller ise ABD'nin isteğini emir telakki ederek haşhaş ekimine yasak koydu...

Generaller Sovyet uçaklarının Arap ülkelerine Türkiye hava sahasını kullanarak silah sevkiyati yapmasını da yasakladı...Bu da ABD tarafından talep edilmiş generaller bu talebi hemen yerine getirmişti...

12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Demirel ve Ecevit, Demirel hükümetinin Temmuz 1975'te el koyduğu askeri üsleri ABD'ne geri vermeyi kabul etmiyordu...

Yine Demirel ve Ecevit 1974'te NATO'dan ayrılan Yunanistan'ın NATO'ya dönüşüne onay vermiyorlardı...

Kenan Evren ve diğer darbeciler 12 Eylül 1980 darbesini yapar yapmaz 1975'te Türkiye'nin el koyduğu askeri üsleri ABD'ne geri verdiler...

Yine Kenan Evren ve diğer generaller karşılığında Yunanistan'dan hiçbir taviz ve jest almadan Yunanistan'ın NATO'ya dönüşüne ABD'nin isteğini yerine getirerek onay verdiler...

12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinden en çok kazançlı çıkan ABD devleti oldu...

ABDİ İPEKÇİ TARAFINDAN YAPILMIŞ BİR SÖYLEŞİ:

Halit Refiğ’le “Aşk-ı Memnu” Üzerine Bir Söyleşi:

Bülent Ecevit, Halit Refiğ ve Abdi İpekçi daima birbirlerine yakınlık duyan, birbirlerine destek olan insanlar olmuştu. Halit Refiğ Bülent Ecevit’in Başbakanlığı sırasında “Aşk-ı Memnu” ve “Yorgun Savaşçı”yı TRT için filmleştirmekle görevlendirildi. Aşağıda Abdi İpekçi’nin Halit Refiğ’le “Aşk-ı Memnu” üzerine yaptığı ve Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan söyleşiyi bulabileceksiniz.

Refiğ: TRT, “Aşk-ı Memnu”nun, devletin itibarına yaraşır bir film olması için bize imkân verdi. Filmin çekiminde ticarî amaçlar değil, kültürel amaçlar birinci derecede rol oynadığı için, biz filmi belli zaman süreleri veya belli bütçe kısıtlamaları içinde değil, hikâyenin gerektirdiği, hikâyenin olabileceği derecede elimizdeki imkânlarla, gerek eleman, gerekse malzeme imkânı bakımından ne yapılabilirse bunun sınırlarını zorlamaya çalıştık. “Aşk-ı Memnu” bir sinema filmi tavır ve düşüncesiyle çekilmedi… Bazı kalemlerde bir sinema filmine harcanan paradan çok daha az para harcandı. Meselâ oyuncu kadrosunda… Tasarruf edilen para filmin kıyafetlerine, dekoruna harcandı.

Refiğ: Filme başlamadan önce üç ay araştırma ve hazırlık dönemi geçirdik. Boğaziçi yalıları, Büyükada’daki eski konaklar, Beyoğlu’nun eski hâli, Göksu gibi, Halit Ziya’nın romanının geçtiği mekânları araştırdık ve inceledik. Bu filmin en büyük şanslarından biri Yeniköy’de, Cemil Mahiç Bey yalısının, Halit Ziya Beyin anlattığı yalının aşağı-yukarı eşi olmasıydı. Abut Efendilerin Kandilli’deki yalısında da çalıştık. Kostümlerin çeşitli kaynaklardan yararlanılarak hazırlanması aşağı-yukarı üç-dört ay sürdü. Eleştirilen damalı çarşaf meselesi, tarihî hakikâtlere ve bir moda kıyafeti olarak hikâyeye de uygundur.

Refiğ: Filmin gösterilmesi İsmail Cem’in görevden ayrıldığı dönem rastladı ve özellikle Aşk-ı Memnu’nun birçok sahnesi kesildi. Kesintiler yapılmadan önce bana haber vermeleri gerekiyordu, vermediler. Benim üzüntüm, sansür ve fikir üzerindeki bakışından dolayı küçümsediğimiz 2. Abdülhamid dönemini aratacak bir sansür zihniyetinin 1975 Türkiye’sinde hortlamış olmasıdır. TRT’nin yeni Genel Müdürü, Türk eserlerinden televizyon filmi yapılma projesinin sürdürülmesi niyetinde olduklarını söyledi; yeni mevsim için ne yapmak istediğimizi sordular. Kemal Tahir’in “Devlet Ana” eserini yapmak istediğimizi söyledim… Kararlarını bekliyorum.

İpekçi: Halit Bey, televizyonda yayınlanan, “Aşk-ı Memnu” filminiz büyük ilgi ve takdir topladı sanıyorum. Bu filmin başarısını hangi nedenlere bağlayabilirsiniz?

Refiğ: Birkaç maddede toplayabiliriz başarı sebeplerini. Film bir aile hikâyesidir. Televizyon seyircisinin çoğunluğunu aileler oluşturmaktadır. Bu bakımdan, TRT benden klâsik bir Türk romanı filme çekmemi isteyince, hem klâsik değeri olan bir romanı seçmek, hem de TV seyircisinin sadece kültür açısından değil, fakat temaşa açısından da ilgisini çekecek bir roman olmasını düşündüm. Sanıyorum ki, bunların temelde büyük ölçüde faydası oldu. Bizim seyircimiz Türk filmleri hakkında çoğu zaman ikinci elden edinilmiş, bazı zaman da kendi tecrübeleriyle tesadüf ettikleri kötü filmlerle genel olarak kötü bir kanaate sahiptir. Bu film, özenle çekilmiş bir filmdir. TRT bu filmin düzgün, devletin itibarına yaraşır bir film olması için bize imkân verdi. Filmin çekiminde ticarî amaçlar değil, kültürel amaçlar birinci derecede rol oynadığı için, biz filmi belli zaman süreleri veya belli bütçe kısıtlamaları içinde değil, hikâyenin gerektirdiği, hikâyenin olabileceği derecede elimizdeki imkânlarla, gerek eleman, gerekse malzeme imkânı bakımından ne yapılabilirse bunun sınırlarını zorlamaya çalıştık. Öyle sanıyorum ki, hikâyenin bünyesinden gelen aileyi ilgilendirme özellikleri yanında, filme sarf edilen bu emek de seyirci tarafından değerlendirildi. Bu da seyirciyi etkileyen bir unsur oldu tahmin ediyorum.

İpekçi: Aslında normal olarak sinemalarda gösterilen filmlerde sarf edilenin çok üstünde bir para mı harcandı bu işe?

Refiğ: Aşk-ı Memnu, bir sinema filmi, tavır ve düşünceyle çekilmedi. Bazı kalemlerde bir sinema filmine harcanan paradan çok daha az para harcandı. Meselâ oyuncu kadrosunda. Başlangıçta TRT ile ismi olan meşhur pahalı oyuncular yerine, pahalı olmayan ama rolü ifade edebilecek, hikâyeyi değerlendirebilecek oyuncular kullanma ve ordan tasarruf edilecek parayı, filmin görüntü değerine katma konusunu konuşmuştuk. Görüntülere, dekorlara, kılıklara, kıyafetlere ve çekim zamanına önem verecektik. Nitekim filmin maliyeti, piyasa şartları içinde çekilse de, aynı maliyete çıkardı. Fakat ödeme nispetlerinde bir değişiklik olacaktı. Bazı kalemlerde çok daha fazla, bazı kalemlerde daha az ödemeler yapılmış olacaktı. Bizim özellikle tasarrufumuz, oyuncu ücretlerinde oldu. Bu tasarrufu kılık kıyafetler, dekor ve daha itinalı bir zamanda çekilebilmesi şartlarına ayırdık. Harcamalar konusunda sinema için yapılan filmle, televizyon için yaptığımız bu film arasında bence başlıca ayırım noktaları bunlar.

İpekçi: Bu açıklamalarda bulunurken üzerinde özellikle durmak istediğim bir noktaya da değinmiş ve açıklamış oldunuz. Biraz daha o konuda konuşmak istiyorum; oyuncular konusunda. Gerçekten de oyuncuların hepsi değilse de büyük çoğunluğu tanınmamış, daha önce film yıldızı olmamış kimselerdi. Benim sormak istediğim hususlardan biri de şu: Hiç tanınmamış ve bu alanda tecrübe sahibi bulunmadıkları sanılan, bilinen bu kişiler, bana oldukça başarılı gibi gözüktüler. Siz de bu görüşe katılır mısınız?

Refiğ: Başarılı gözükmeleri için elimizden gelen gayreti gösterdik. Filmde oyuncuların bir kısmı gerçekten mesleklerinde son derecede değerli kimselerdi. Meselâ Şükran Güngör gibi, Çolpan İlhan gibi, Neriman Köksal gibi, Suna Keskin gibi birtakım tiyatro ve sinemamızın gayet tecrübeli elemanları vardı. Fakat bu oyuncular, sinema piyasasının tâbiri ile afiş isimleri değillerdi. Hâlbuki televizyonda önemli olan oyunun bizzat kendisi idi. Bunun dışında iki eleman ilk defa sinemada oynadı. İkinci başrolü oynayan genç hanımlar…

İpekçi: Ben de özelliklerini kastederek bu soruyu sordum.

Refiğ: Ben “Aşk-ı Memnu” da rol bölümünü yaparken özellikle Halit Ziya Uşaklıgil’in romanında kahramanlarının fiziğini nasıl tasvir etmişse ona uyacak kimseler bulmaya çalıştım. Rol bölümünde aman tiyatrodan olsun, aman sinemadan olsun veya dışardan olsun diye bir kayda girmeden, Halit Ziya, kitabında nasıl insanlar tarif etmişse o tiplere en uygun kimler olabilir hesabından yola çıktık. Halit Ziya’nın tasvir ettiği Bihter ve Nihal tiplerine uygun tecrübeli eleman yoktu. Bu bakımdan bu iki rolü tanınmamış, sinemada tecrübesi olmayan insanlar arasından seçmek gereği hasıl oldu. Nihal rolü için birkaç namzet vardı. Bir test yaptık stüdyoda. Itır Esen yedi kişinin arasında en uygunu oldu. Müjde Ar’a gelince, bir takım adayları iyice düşünüp taşındıktan sonra Müjde Ar, filmin en son kararlaştırılan oyuncusu oldu. Yani kostümleri en son dikilmeye başlanan oyuncu oldu. Başlangıçta tecrübesiz oluşu beni ürkütüyordu, fakat gayet hırslı ve azimli olduğunu fark ettim ve bazı eksikliklerini azmi ve hırsı ile kapatabilirdi. Bu konuda görüntü yönetmeni İlhan Arakon bize epey yardımcı oldu. İlk günler, tecrübeli oyunculara göre tecrübesizler kameranın karşısına ilk defa çıkmanın, ışıkların karşısında ilk defa durmanın acemiliklerini gösteriyorlardı. Fakat bizim acelemiz yoktu. Belli bir haftaya filmi yetiştirmek gibi bir durumumuz yoktu. Uğraştık mektepte uğraşır gibi uğraştık. Bu arada tecrübeli oyuncuların da daha tecrübesizler üzerinde dostça ilgileri oldu. Ve sanıyorum ki, tecrübeli oyuncularla tecrübesiz oyuncular arasında belli fark ortaya çıkmadan Halit Ziya Uşaklıgil’in tarif ettiği tiplere, insanlara uygun görüntüler meydana getirebildik.

İpekçi: Her ikisinin de ilk tecrübesi miydi bu?

Refiğ: Evet

İpekçi: Nasıl bulabildiniz? Bir testten, denemeden söz ettiniz…

Refiğ: Şöyle oldu: Nihal rolü için muhtelif namzetler oldu…

İpekçi: O namzetleri nasıl sağladınız?

Refiğ: Bir kısım namzedi İstanbul Konservatuarından sağladık. Nihal, biliyorsunuz piyano çalıyordu, bence bu rolü oynayacak kızın piyano bilmesi de gerekliydi. Fakat Konservatuvar namzetleri arasında Nihal rolünü oynayabilecek ve piyano çalmasını bilen bir iki hanım vardı. Itır Esen, dublaj yönetmeni Hayri Esen’in kızıdır. Onu filmin TRT adına yöneticisi olan Tekin Özertem getirdi. Fizikman gayet uygundu. Benim dışarıda tanıdığım bir iki namzet vardı. Meselâ Ankara İktisat Fakültesi’nde okuyan gayet aklı başında bir hanım vardı. Hepsini ayrı ayrı denedik ve Itır Esen’in en iyi olduğu sonucunda birleştik. Zaten bu rolü oynayacaklara bir deneme yapmak istediğimizi, dört saat sürecek bir filmin bütün yükünü, hiç olmazsa görüntü olarak devamlı seyirci karşısında bulunma riskini bazı deneylerden geçirmeden kimseye veremeyeceğimizi bildirmiştik. Film deneyleri sonunda Nihal rolüne en yatkın insan olarak Itır Esen ortaya çıktı.

İpekçi: Piyanoyu kim çaldı?

Refiğ: Eşim Gülper Savaşçın Refiğ çaldı. Eşim Hamburg Müzik Akademisi mezunudur. Bana filmin müziğinin yapımında da danışman olarak ve müziklerin hazırlanmasında bilfiil çalışarak epey faydası oldu. Kendisi Itır Esen’i belli parçaları hiç olmazsa sese uygun parmak hareketlerini uyduracak şekilde çalıştırdı. Filmdeki piyano müzikleri onun tarafından stüdyoda seslendirildi.

İpekçi: Müzik de gerçekten çok başarılı idi. Orijinal miydi besteler?

Refiğ: Filmi yaparken, bu filmin belli bir çağda geçtiğini düşünerek, bu çağın sanatçılarının yarattıkları eserlerden, onların heyecanlarından, onların duyuşlarından yararlanmayı düşündüm. Meselâ özellikle kılık kıyafetlerde, saç-sakal şekillerinde, Halit Ziya Beyin çağdaşı olan Osman Hamdi Beyin resimlerinden büyük ölçüde yararlandım. Müzik konusunda ilk düşüncem, o devrin tanınmış bir bestecisi olan Şevki Beyin eserlerinden yararlanmaktı. Şevki Bey bir aşk şarkısı bestecisi olarak ve müziğinin genel atmosferi, genel karakteri de “Aşk-ı Memnu’nun havasına çok uyan bir besteci olarak benim dikkatimi çekti. Yalnız şöyle bir müzik problemi ortaya çıkıyordu; geleneksel Türk müziği dramatik bir ifadeye bünyesinde yer vermemiş. Aslına bakarsanız Wagner gelene kadar, Batı müziğinde de böyle bir şey yok. Türk müziği, temsil sanatı olmadığı için, bu konuda dramatik bir özellik kazanmamış. O bakımdan biz fon müziği olarak belli heyecanları ifade etmek bakımından, belli dramatik anları vermek bakımından güçlüklerle karşılaştık. Buna karşı yüzde yüz bir Batı müziği tarzında müzik bestelenmesi de özellikle filmin geçtiği tarihsel dönem açısından bana uygun gelmedi. O zaman şöyle bir formül düşündük: Şevki Bey’in melodilerini alıp bu melodileri ham malzeme olarak kullanıp zaman zaman gerekli yerlerde bunları aslına uygun olarak dramatize etmek. Gerekli yerlerde bu melodileri dramatik müzik olarak kullanabilmek… Benim fon müziği konusunda ilk tasavvurum buydu. Fakat filmin fon müziğini bestelemek üzere çalıştığımız besteci Yalçın Tura böyle bir çalışmanın geleneksel Türk müziği çevrelerinde tepki ile karşılanacağını belirtti ve “Şevki Beyin havasına uygun, Şevki beyin stilinde ben beste yapayım” teklifinde bulundu. “Böylece hiç olmazsa hem devrin karakterini ve duyuşunu yakalamak imkânını sağlarız, hem de Türk müziği çevrelerinin muhtemel tepkilerine de hedef olmayız.” Yalçın Tura’nın bu teklifi bana uygun geldi. Özellikle melodi ve müzik karakterinin hikâyeye uygunluğu açısından ben bu müziği çok sevdim. Tahmin ediyorum seyircide de bilinçaltı müsbet etkisi olmuştur.

İpekçi: Bence müzik kadar güzel yanı görüntüleriydi filmin. Görüntü bakımından da çok başarılı gözüktü bana. Ne dersiniz?

Refiğ: Tabîî bu konuda en büyük hizmeti geçen görüntü yönetmeni İlhan Arakon’un adını anmak isterim. İlhan Bey, görüntü yönetmenlerimiz arasında en saygıdeğer biridir. Kendisi ressam Nazmi Ziya Beyin yeğenidir ve klasik Türk sanatları hakkında belli bir kültürü ve bilgi zenginliği vardır.

İpekçi: Affedersiniz bilmiyordum Arakon’un Nazmi Ziya’nın yeğeni olduğunu ve gerçekten de filmde Nazmi Ziya’nın romantizmi vardı.

Refiğ: İlhan Beyin teknik bilgisine, tecrübesine çok büyük saygım ve inancım olmakla beraber, Nazmi Ziya ile birlikte ailesinin böyle klâsik Türk resim ve görüntü sanatlariyle yakın ilgisi bulunması, bu filmin görüntü atmosferinde kendisiyle çok anlaşmalı bir atmosfer kurabileceğimiz inancını vermişti. Ben elimizdeki teknik imkânlar nipbetinde buna ulaştığımızı sanıyorum. Bilhassa İlhan Beyin görüntü başarısı yalı aydınlatması, yani mum ışığı aydınlatması çok başarılı oldu. Filmde merkezin daha aydınlık, çevreye gittikçe daha karanlık ve kenarların oldukça karanlık olduğu bir aydınlatma sistemine gittik. Bu aydınlatma sistemi, belli bir dramatik atmosfer sağladı bize. Tabii görüntü kalitesinin tutturuluşunda İlhan Beyin teknik bilgisi ve tecrübesi yanında, estetik birikiminin de çok yardımcı olduğunu sanıyorum.

İpekçi: İzin verirseniz biraz dekorlardan ve kostümlerden de söz edelim. Dekorlarınızın ve kostümlerinizin o dönemin gerektirdiği özelliklere tamamen uygun olması için ne gibi araştırmalar yaptınız. Konakları nasıl buldunuz, kostümleri nasıl hazırladınız? Bunları anlatır mısınız?

Refiğ: Filme başlamazdan önce üç ay araştırma ve hazırlık dönemi geçirdik. Boğaziçi yalıları, Büyükada’daki eski konaklar, Beyoğlu’nun eski hali, Göksu gibi Halit Ziya’nın romanının geçtiği mekânları araştırdık ve inceledik. Maalesef eski yapılar, özellikle Boğaz’daki eski yapılar süratle ortadan kayboluyor. Bunların içinde çalışabilmeye müsait çok az yalı kalmıştı. Bu filmin en büyük şanslarından biri Yeniköy’de Cemil Mahiç Bey Yalısı’nın Halit Ziya Beyin anlattığı yalının aşağı yukarı eşi olmasıydı. Bu yalı romanın geçtiği alafrangalaşma döneminin çok tipik örneklerinden biriydi. Bu yalı, eski Tıbbiyeyi, bugünkü Haydarpaşa Lisesi’ni, bugünkü İstanbul Lisesi’ni yapan yabancı mimarların, özellikle Valeri’nin tesirinde yapılmıştı. Cemil Mahiç Beyin yalısı ise yabancı tesirlerle geleneksel motiflerin birbirine karıştırıldığı çok enteresan bir örnekti. Cemil Mahiç Bey yalısını bundan önce filmcilere vermediği halde, TRT’yi bir devlet müessesesi gördüğü için hiçbir ücret talep etmeden 60 gün bizim burada çalışmamıza imkân sağladı. Yalı boştu. İçinde oturulmuyordu. Yalının bir kısmı da oldukça yıpranmış durumdaydı. Yalı sahiplerinin ifadesine göre tamir için bir milyon liraya ihtiyaç vardı. Biz olanaklarımız ölçüsünde, yalıdaki hasarları onararak, yalıyı Halit Ziya’nın romanını esas alarak, o eşya stilinde antikacılardan kiraladığımız eşyalarla süsledik, filmin bütçe olarak en büyük masraflarından biri de, yalıya hiçbir para verilmediği halde kiralanan eşyalara verilen paradır. Aynı şekilde Abut Efendilerin Kandilli’deki yalısında çalıştık. O da o tarihten kalma ve halen o tarihin özelliğini koruyan ender yalılardan biridir. Sahipleri çok anlayışlı davrandılar. Zaten sanatkâr bir ailedir. Mehmet Abut bestecidir, Şehir Tiyatrosunun kadrosundadır. Onlar da yardım ettiler. Büyükada’da daha büyük kolaylıkla karşılaştık. Çünkü Büyükada’daki eski yapılar, Boğazdaki kadar tahribata maruz kalmamışlardı. Mekânları bu şekilde sağladık.. Kostümlere gelince; kostümleri çok çeşitli kaynaklardan, dergilerle hazırladım ve kostümlerin hazırlanması aşağı yukarı üç dört aya yakın bir zamanımızı aldı. Yüzden fazla kostüm. Halit Ziya romanında karakterlerin kostümlerini en ince detaylarına kadar tarif etmekte idi. Onun tarif ettiği kostümlere büyük ölçüde uygun olarak hazırladık. Bir kısım kostümleri ve özellikle saç-sakal-bıyık şekillerini Osman Hamdi Beyin tablolarından, çağdaş fotoğraflardan elde ettik. Sanıyorum ki belgesel olarak kostümlerde kendi zamanının gerçeğine çok yakın bir sonuç elde ettik.

İpekçi: Bu arada bazı eleştiriler de oldu…

Refiğ: O eleştirilerin üstünde de durmak isterim. Bihter’in giydiği bir damalı çarşaf bazı eleştirilere sebep oldu. Biz, kılık-kıyafetler konusunda ve bilhassa çarşaflar konusunda bu işe girişirken bütün kılık-kıyafet tariflerini, eldeki belgeleri hiç şüphesiz bu üç, dört ay içinde devamlı olarak gözden geçirdik. Nurettin Sevin’in “Türk Kıyafet Tarihi” adlı kitabında tafsilâtlı olarak belirttiğine göre Türkiye’de çarşaf ilk defa 1892 yılında giyilmiş ve öyle bir moda olarak gelmiş ki, her renkten, her desenden, her çeşit kumaştan çarşaf yapılmış. Ancak şu renkten, şu desenden veya şöyle bir kumaştan yapılır diye katiyen bir kayıt yok. Bütün sosyal sınıflar kendi durumlarına göre, çeşitli değerlerdeki kumaşlardan çarşaflar yapmışlar. Sonradan çarşafın rengi gitgide kararmış, günümüze kadar “karanlık” şekilde gelmiş. Ama çarşaf ilk geldiği yıllarda, 1892 yıllarında bir moda kıyafetiydi ve Bihter’in “Melih Bey takımı” diye tanınan bir ailenin mensubu olduğu ve bu ailenin zamanın modasını en aşırı şekilde tatbik etme çabasında olduğu düşünülürse, Bihter’in kıyafetinin bugün günümüzde bile göze çarpmış olması bence Bihter’in moda anlayışını ortaya koyar. Halit Ziya’nın kitabı dikkatle okunursa çok çeşitli desenlerde çarşaflardan bahsediliyor. Gerçi damalı tâbiri ile kullanılan bir çarşaf yok. Fakat benekli, çizgili, çeşitli desenli çarşaflar mevcut. Ama damalı çarşaf yok demek değildir. Nitekim, Sayın Şevket Rado bana bazı resimler gösterdi, bu resimlerin arasında damalı çarşaf örneklerine de rastladık. O bakımdan damalı çarşaf meselesi tarihi hakikatlere ve bir moda kıyafeti olarak bence hikâyeye de uygundur.

İpekçi: TRT’ye bir film hazırlamanın, normal bir ticari şirkete film hazırlamaktan farklı bir nitelik taşıması gerekiyor kanımca. Acaba bu farklılık olumlu ve olumsuz ne gibi şekillerde ortaya çıktı?

Refiğ: Önce ağır basan olumlu yönünü belirteyim. “Aşk-ı Memnu” TRT devlet kuruluşu olduğu için devlet eliyle yapılmış bir filmdir. Devlet eliyle yapıldığı için de ticarî amaçlar yerine kültürel amaçlar ve bir millî kültür hizmeti olarak düşünülmüştür. Bu açıdan filmin yapılışı son derece olumlu bir olaydır. Bunu ticarî bir sinemada, bu biçimde yapmak imkânsızdı. Aşk-ı Memnu bu haliyle, bu biçimiyle ticarî sinemada yapılamazdı. Her şeyden önce ticarî sinemada bir millî kültür olayı olarak ele almak mümkün değildi. Aşk-ı Memnu’un en olumlu yönü, millî kültür eseri olarak düşünülmesi ve yapılmasında… Olumsuz yönlerine gelince; aslında bunlar ilerde halledilebilecek unsurlar. Bunda da devlet mekanizmamızın, bu tarz işlere alışık olmayan bürokratik yapısıdır. Aşk-ı Memnu bir seri içindeki filmlerden biridir. Diğer filmler, Metin Erksan ve Lütfi Akad’a sipariş edilmişti. Üçümüzden aynı anda Türk klâsik edebiyat eserlerini televizyon yoluyla halka tanıtmayı amaçlıyan bir dizi yapılması istendi. İşin hukuk konusu uzun zaman aldı. Bu filmler hangi kanuna göre yapılacaktı? Konuda bir şey yoktu. O zamanki Genel Müdür İsmail Cem millî kültür hizmeti olarak, televizyonun sadece yabancı dizilere, yabancı sinema filmlerine, yabancı kültüre açık bir televizyon olmamasını istiyordu. Televizyonun millî kültür hizmeti bulunduğu, Türk televizyonunun yerli eserler de yapma zorunluluğu üstünde israrla durdu. Başlangıçta bu eserlerin filmlerinin yapılmasında epey bürokratik zorluklarla karşılaştık. Filmin bütçesi tasdik edildikten sonra filmin çekimi gayet rahat, problemsiz gitti. Fakat filmin gösterilmesi karışık döneme rastladı. Bu İsmail Cem’in görevden ayrıldığı döneme rastladı ve özellikle Aşk-ı Memnu’da birçok sahneler kesildi. Üzerinde çok dikkatle durulması gereken yanlışlıklar oldu. Aşk-ı Memnu’un senaryosu hazırlanmıştı, ciltlenmişti ve filme başlanmadan önce İdareye gönderilmişti. Bu senaryoyu bize çekin, kabûl edilir dendikten sonra bir takım sahnelerin kesilmesi, bu filmde gerek aylarca süren bazı çalışmaların, emeklerin ve gerek devletin parasının israfına sebep oldu.

İpekçi: O sahnelerin kesilmesinde bir gerekçe yok muydu?

Refiğ: Sahnelerin çıkarılmasında, TRT’nin bir gerekçe göstermesi lâzımdı önce bana karşı. Benimle bir anlaşmaya girmişti, benden bir eser alıyordu. Kesintiler yapılmadan önce bana haber vermeleri gerekirdi, vermediler. Filmi bir çağa oturturken 1895 -1898 yılları arasında geçen bu olayı Türkiye’deki ve dünyadaki tarihî olayları, filmin ne zaman, ne şekilde geçtiğini belirten bir tarih perspektifi içinde vermek istedik. Halit Ziya tarih perspektifini romanında vermiyor. Romanın Abdülhamid zamanında ve Abdülhamid sansürünün en şiddetli olduğu bir devirde yazıldığını unutmamak gerekir. Nitekim Halit Ziya, daha sonra yazdığı ’40 Yıl’ adlı hatıralarında sansürden dolayı yazamadığı noktaları uzun uzadıya anlatır. Bunlar arasında Girit meselesi büyük yer tutmaktadır. Halit Ziya’nın “40 Yıl” hatıralarında belirttiği gibi, sansür yüzünden romanına koyamadığı Girit meselesini, bugün artık tarihimize daha uzun bir perspektifle bakma imkânına sahip olduğumuzu düşünerek bugünün seyircisine, romandaki olayların hangi tarihte, nasıl bir devirde geçtiği konusunda daha somut örnekler vermek için, romandaki kişiler arasındaki ilişkilerde hiçbir değişiklik yapmadan, sadece bazı konuşmalarda bu tarihsel perspektifi yerine getirmeye çalıştık. İlk üç bölümde, Girit meselesinden bahsedilmiyor, sadece Girit’te karışıklık çıktı. Girit’te Rum çetecilerin Türkleri öldürdüğü söyleniyor. Girit’te bir Türk – Yunan harbinin çıkması ihtimallerinden zaman zaman söz ediliyor. Bundan sonraki bölümlerde, 1897 Türk – Yunan harbi çıkıyor ve Dömeke Savaşı kazanılıyor. Bu tarihî olaylar romanın geçiş süresi olan yıllar içinde konuşmalarla bize aksediyordu. Filmden bu konuşmaları çıkartmışlar. Benim üzüntüm sansür ve fikir üzerindeki baskısından dolayı küçümsediğimiz Abdülhamid dönemini aratacak bir sansür zihniyetinin 1975 Türkiye’sinde hortlamış olmasıdır.

İpekçi: Çok mu tutuyordu bu kesilen sahneler?

Refiğ: Kesilen sahnelerin miktarı zaman olarak her halde 5 – 6 dakikayı geçeceğini sanmıyorum. Fakat tavır önemli.

İpekçi: İzin verirseniz daha genel sorular sormak istiyorum. Önce şu noktayı tespit etmek ilginç olacak. Televizyon filmciliği ile sinema filmciliği arasında ne gibi ayrılıklar var? Başka bir deyimle, televizyon filmciliğinin ne gibi özellikleri olmak gerekir?

Refiğ: Televizyon filmciliği ile sinema filmciliği arasındaki temel ayırım şudur: Sinema başlıca bir temaşa sanatıdır. Televizyon ise, enformasyon aracıdır. Bu durumda sinema filmlerinin temaşa değerlerine daha fazla ağırlık veren, seyircinin ilgisini çeken filmler temaşa değeri yüksek olan filmler olmasıdır. Buna karşılık, televizyon ekranının küçüklüğü sebebiyle televizyon filmleri sinema filmleri kadar büyük bir temaşa özelliğine ihtiyaç göstermiyor.

İpekçi: Ama aslında televizyonu sadece bir haberleşme aracı olarak kabul etmek ve temaşa zevkinin dışında tutmak doğru bir değerlendirme olur mu?

Refiğ: Efendim, bunu kesin olarak ortaya koyarsak pek tabiî doğru bir değerlendirme olmaz. Bu kesinlikle böyledir dersek olmaz. Ama sinemada temaşa değeri çok yüksek olan filmler, televizyona geldiği çoğu zaman, sinemadaki etkilerini kaybederler, sinemadaki kadar etkileyici olmazlar. Buna karşı televizyonda ilgimizi çeken bir çok program var. Belgesel filmler gibi, haber filmleri gibi, kültür programları gibi… Bunlar sinemaya konuldukları takdirde, seyirci bulamazlar. Bunlar iki aracın hakim vasıfları hiç şüphesiz. Sinemada ağır basan temaşa özelliklerinin yanında haberleşme ve kültür aracı olarak bu karakterlerin de zaman zaman daha dereceli şekilde ağırlık kazandığı durumlar oluyor. Televizyonda da temaşa programları var. Müzik, tiyatro, film gibi… Fakat bütün bunlara rağmen televizyonun haberleşme aracı olması, informatif karakteri ağır basıyor. O bakımdan meselâ ben Aşk-ı Memnu’u televizyon filmi olarak düşündüğümde bu eserin informatik karakteri, belli bir devir hakkında belli bir fikir vermesi, o devirdeki sosyal yaşayış hakkında bir bilgi vermesi bakımından ilgi toplayacağını düşündüm. Aşk-ı Memnu filmini sinema filmi olarak düşünmek durumu olsaydı, televizyon için yazılan bu Aşk-ı Memnu’dan çok daha başka türlü, temaşa unsurları daha ağır basan bir eser ortaya çıkmış olurdu.

İpekçi: Bu film sinemada oynasaydı, televizyon için çevrilmiş haliyle aynı ilgiyi toplamaz mıydı?

Refiğ: Bu film dört saate yaklaşan bu haliyle sinemada oynadığı zaman seyirci sabrını taşıracağını sanıyorum. Bu filimden sinema seyircisi için ilgi çekici iki saatlik bir film yapılabilir. Bu filmin, televizyon düşünülerek ve siyah – beyaz olduğu için bence sinemada oynaması dezavantajdır.

İpekçi: Televizyon ve sinema filmciliği arasında temaşa unsurunun dışında başka farklı hususlar var mı?

Refiğ: Tabii perde meselesi. Televizyon perdesinin küçük olması, sinema perdesinin çok daha geniş olması, sinema seyircisinin koltuğa hapsedilmesi, televizyon seyircisinin evinde rahat olması, onlarda değişik psikolojiler meydana getirmektedir. Sinema seyircisi koltuğuna hapsedildiği devamlı bir noktaya bakmak zorunda bırakıldığı için dikkati devamlı bir noktada toplanmıştır. Sinema seyircisini siz bu hale soktuğunuz zaman onun her arzusunu değerlendirmek zorundasınız. Sinema seyircisi televizyon seyircisi kadar toleranslı değildir. Para verip gelmiştir, belli hürriyetleri yoktur. O bakımdan filmi seyrettiği zaman, filmin her anının onu meşgûl etmesini, heyecanlandırmasını, her an ona bir şey vermesini bekler. Bunu bulamadığı zaman reaksiyonu daha negatiftir. Ama televizyon seyircisi sinema seyircisi kadar sınırlandırılmış, hareketi baskı altına alınmış, devamlı olarak bir noktaya bakmak zorunda bırakılmış bir seyirci değildir. Psikolojisi daha dağınık kişidir. Yanındakiyle meşgûl olabilir, içki alabilir, bir şey yiyebilir, komşusuna kapıyı açabilir. Bu bakımdan TV filmi ve sinema filmi yaparken bu iki seyircinin ayrı psikolojilerini de hesaba katmak gerekir.

İpekçi: Televizyon filmi için bunları hesaba kattığımız zaman, farklı hususlar neler oluyor pratikte?

Refiğ: Bunu çok somut şekle indirmek imkânsız. Her sanatçının kendine göre bir sezişi, kendine göre duyuşu ile halledilebilecek bir mesele. Fakat mutlaka şematik bir genellemeye gitmek gerekirse, televizyonda konuları pek fazla sıkıştırmamak gerekir.

İpekçi: Hareketin daha yavaş…

Refiğ: Konuların, temaların zaman zaman yeniden neyi anlattığını hatırlatacak şekilde olması gerekiyor. Televizyon perdesinin ufaklığı gözönünde tutularak, daha yakın resimler çekmek gerekiyor. Sinemada bu kadar çok yakın resim çekilirse, seyirciyi sıkabilir. Ayrıca tekrarlar sinema seyircisi için rahatlık vermez. Fakat yine de bunları belli kalıplar haline getirmek imkânsızdır. Bu bir duyuş meselesidir. Bunu her yapımcı, kendi hissettiği, kendi sezdiği şekle göre yapar. Bence bir kalıp formüle bağlanamaz.
İpekçi: Son olarak şunu sormak istiyorum: Televizyon hızla yaygınlaşıyor Türkiye’de. Bir çok şeyi belki de başında sinemaları etkiliyor. Televizyonun Türk filmciliğine getirdiği olumlu ve olumsuz etkileri nasıl açıklayabilirsiniz?

Refiğ: Televizyon Türkiye’ye sosyal değişmelerle birlikte geldi. İlk defa 1975’de Türk ekonomisinde sanayi sektörünün payı, zıraî sektörü geçmiş. Bu çok önemli bir değişiklik. Bu ekonomik değişme bence Türkiye’deki sosyal olayların en temel sebebi. Böyle bir dönemde televizyon geldi. Sinema seyircisi değiştiği halde Türk sineması değişmemiştir. Türk sineması televizyonun geldiği dönemde, 10 yıldan beri süregelen klâsik bir “üçlü yapım” formülüne bağlanıp kalmıştır. Bu formül sinemaların belli şirketler tarafından tutulması, seyirci tarafından beğenilen oyuncuların tutulması ve daha önce hangi filmler tutulmuşsa onlara benzer hikâyelerin yapılması… Bu üçlü formül 10 seneye yakın süre bu işi tatbik edenleri memnun eden bir şekilde sürdü. Fakat Türkiye’deki büyük sosyal değişmeler, Türk filmleri seyircisinde belli bir değişme getirdi. İşte televizyon sinemanın kalıplaşmış filmlerine kanıksamış sinema seyircisi için son derecede cazip bir oyuncak olarak geldi. Ayrıca sinemaya gitme zorluklarını ortadan kaldıran, aileyi evine bağlayan, konuyu komşuyu yeni sosyal ilişkiler içinde birbirine yaklaştıran bir olay olarak ortaya çıktı. Bu bir yenilikti ve Türk sinemasının tıkanıp kaldığı bir noktada bu tıkanıklığın iyice ortaya çıkmasına ve bu sistemin yıkılmasına yardımcı oldu. Bu bakımdan bence televizyon son derecede müsbet bir rol oynadı. Şimdi geleceği ne olacak sinemanın? Yine aynı tarihsel olayları yaşamış Amerika ve Avrupa’daki duruma bakarsak, sinema yeniden çok büyük önem kazanmış durumda. Bu önemde televizyonun payı çok büyük. Seyirciye yeni bir gerçek duygusu aşılanmış; filmlerde çok daha başka değerler ve bunların yanında, onu televizyondan ayıracak çok daha büyük bir temaşa ustalığı getirmiştir. Tahminim Türk sineması kısa bir süre içinde bu döneme girecektir. Bu döneme girmesi, bu tarz bir iki filmin, başarı kazanması ile mümkün olacaktır. Geçen yıl Yılmaz Güney’in yaptığı “Arkadaş” filmi bunun küçük bir örneğiydi. Kendi gerçeklerimize kişisel görüş noktasından da olsa gerçeklere başka türlü bir yaklaşma unsuru ile temaşa özellikleri göz önünde tutularak yapılan bir çalışma, küçük bir örnek olarak gösterilebilir. Bir çok kimseler, Yılmaz Güney’in seyirci, gözündeki özel durumunun bunda bir rol oynadığını da düşünebilirler. Hiç şüphesiz bunun çok büyük bir payı vardır. Ama Yılmaz Güney’i Yılmaz Güney yapan unsurlar arasında ayrıca cüretkâr davranışı da bulunmaktadır. Bence sinema, televizyonun bu darbesinden sonra bu tecrübeyi geçirmiş diğer ülkelerdeki gibi çok daha sıhhatli, çok daha sağlam, çok daha canlı başka bir sinemanın doğumuna şahit olacaktır.

İpekçi: Daha çok televizyona mı film yapacaksınız bundan sonra, yoksa sinemalara mı?

Refiğ: Ben çalışmamı sadece televizyon veya sadece sinema diye kısıtlamak istemiyorum. Sinemada yapmak istediğim iki proje var; bunların gerçekleştirilmesi için çalışmaktayım. TRT’nin yeni Genel Müdürü Nevzat Yalçıntaş, kendisinden önceki idarenin başlattığı Türk edebiyat eserlerinden televizyon filmi yapılma projesinin müspet bir davranış olduğunu ve millî kültür hizmeti olarak kendi idarelerinin de buna devam niyetinde olduklarını bildirdiler ve yeni televizyon mevsimi için ne yapmak istediğimizi sordular. Benim düşüncem, Kemal Tahir’in “Devlet Ana”sını televizyon için yeni bir seri olarak hazırlamak…

İpekçi: Bu konuda varılmış bir karar var mı?

Refiğ: Ben Genel Müdüre sadece, “Devlet Ana”yı yapmak istediğimi söyledim.

İpekçi: Onay aldınız mı?

Refiğ: Kendisi şahsen tasvip etti. Temaslara başlandı. Daha resmî birşey şu anda yok.

İpekçi: Başarılar dilerim.