Bundan iki
yıl önce bu aralar e-mail adresime, ODTÜ Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler
Topluluğu ile Bilkent Politik Düşünce Kulübünün, Bilkent Üniversitesi salonlarında
yapacağı iki günlük bir etkinlik davetiyesi geldi. Davet var ama paralı.
Davet
geldi ama bir mevsim bahar iki gün oralarda çekilir mi?
Haydi bir
şekilde idare et, taaa Bilkent Üniversitesi Yerleşkesine git, toplantı yeri ara
falan filan
Bir de etkinlik,
konferans paralı. Hani insanın yanında olur olmaz, bu toplantıyı yapanlara
biraz kızdım, ben şimdi nereden bulup denkleştireceğim on lirayı da, size
girişte ödeyeceğim. Neyse.
Beş yılını
Beytepe sırtlarında geçirmiş birisi olarak, Bilkent sırtları ne ki, gittim.
Daha önceden kayıt yaptırdığım için, hemen Hacettepeli katılımcılar listesinden
adımı buldular ve makbuzu kesip elime verdiler. Meğer öğrenci, akademisyen ve
konuşmacılar dışında ki, tüm katılımcılardan para alınıyormuş. Ona da eyvallah.
Toplantı
başladı, amfide yerimi aldım, her taraf öğrenci dolu ve ön sıralarda bir kaç
hoca var o kadar. Tabi, ilk saat tanışma ile geçti.
Benden
başka dışarıdan gelen olmadığı gibi, adı ve konusu "Türkiye Siyasetini
anlamak" olan deve dişi gibi konuşmacıların olduğu bir toplantı/konferansa
hiç bir siyasinin ilgi duymamasını anlamak, katılmayacağını düşünmek olası
değildi ama yoktu.
Her
konuşma, sunumun arkasından yapılan değerlendirmeler, herkesin birbirini
tanımasına yarıyordu.
İşin
ilginç yönü, sunum yapan akademisyenler toplantı sonunda susuyor, gençler
süreci ele geçiriyorlardı.
Öğrenciler,
akademisyenler değerlendirmeler yapıyorlar, başka bir ses olarak siyasi
bakınıyorlardı ama yurttaş ben ile idare edeceklerdi.
Ben de "Hocam
siz ne düşünüyorsunuz" sorularına yanıt veriyordum.
Eee bizde
derler ki, "Gurbete giden itin kuyruğu, kıçının altında olur.” Hoş benzer
bir atasözünde de, "Garip itin kuyruğu bacağı arasında gerek" derler.
Öğleye
kadar misafirlik geçti, ben de kuyruğumu yavaş yavaş kıçımın altından çıkartıp,
sallamaya başladım.
Şaka bir
yana, konular çok güzel, ister "X", ister "Z" kuşağı deyin,
ne istediğini bilen gençler, hiç de öyle sizin yabana atacağınız tipler değil.
Saygı da yerinde, bilgi de, özgüven de.
Tabi, bir
yandan sunumları, bir yandan katılımcı öğrenci ve akademisyenlerin
değerlendirmelerini dikkatle dinliyor ve görüp, yaşadıklarım ile yoruyor,
harmanlıyordum.
Etkinlik
boyunca çok düşündüm, bu ülkede siyasetin neden çözüm üretemediğini de gözlerim
ile görüp, çok iyi anladım.
Bu yazıyı
yazarken, Ulaş Kubat'ın Elektronik Sosyal Bilimler Dergisinde yayınlanan
"SORU VARSA, ÖĞRENME DE VARDIR" başlıklı bilimsel makalesi aklıma
geldi.
Evet,
öğretmenler sınıfta anlatıyorlar, kitaplarda, dergilerde ve hatta televizyonlarda
saatlerce konular anlatılıyor, tartışılıyordu;
Peki bir
şey öğreniliyor muydu? İşte "zurnanın zırt dediği yer" ve "işin
asıl püf noktası" burasıydı.
Öğrenme ne
zaman başlıyordu?
Ülkenin en
seçkin öğrencilerinin katıldığı ve yine seçkin akademisyenlerin sunum
yaptıkları bir yerde bir şeylerin anlaşılmaması olası mıydı?
Ya da bu
toplantı, bir siyasi partinin üye ve katılımcılarına yaptığı bir etkinlik
olsaydı, sorular ne olurdu, değerlendirmeler ne olurdu.
Gördüklerim
ile birlikte öğrendiklerimi kafamda harmanlayınca, akılıma deli deli sorular ve
yanıtları geliyordu.
Öğretmen,
sınıfta mükemmel dersini anlatmış olsa da, öğrencinin bir altyapısı ve üstüne
de bir çalışması olmazsa, öğretilenler ile ilgili sınavda soracağı sorulara
doğru yanıt vermek olası değildi ki!
İşte sorun
buradaydı. Türkiye'de o yüzden siyaset anlaşılmıyordu. Çünkü ortalıkta
"siyasi" olarak dolaşanların çoğu, olabilecek soru ve sorunlara
abilerinin ellerine verdikleri kopya notlar ile yanıt veriyorlardı. O yüzden de,
halkın, seçmenin, ülkenin sorunu başka iken, siyasilerin sorunu ve sorunlara
verdikleri yanıtlar bambaşkaydı.
O yüzden
yurttaş, seçmen kendi sorunlarına çözüm arayacak siyasi parti ve politikacı
bulamama derdinde. Herkesin her şeyi apaçık yazdığı, söylediği, neyin nerede ne
olduğu belli iken, yurttaşın, seçmenin muhatap siyasi bulmamasını, seçmen
kesiminin neredeyse üçte birinin kararsız olmasını nasıl açıklarsınız.
Tamam,
siyasiler kötü. Tamam siyasi partiler kötü. Haydi hep birlikte taşlayalım. Ama
ilk taşı kim atacak?
Şimdi
desem ki, bu farkındalığın içinde olan seçmen var mı?
Eş dost,
"adamım, yoksa madamım" modu dışında bir seçmen ve siyasi ilgi tabanı
var mı allah aşkına.
Ortalıkta,
kendi sorunu çözdürmek için siyasilerin k..., peşinde dolaşanlar var ya,
söylediğim kriterler ve süreçlerin dışında adam gibi adam, işin hakkını
verecekleri bulup seçseler var ya, ne bilmem nereyi yalama gerek olur, ne de
yalakalık yapmaya.
Çünkü
siyaset halkın, yurttaşın sorularını çözme işidir. Kendisine güruh yaratma yeri
değil.
Seçmen ya
da partili siyasi de, kendi kişisel çıkarında çözüm arayacak kişiyi değil, toplumsal
bir sorunu çözecek kişileri seçtiği zaman, kendisi de dahil herkesin sorunun
çözüleceğini bilen, düşünen kişi olmalıdır.
Bu yüzden,
bu ülkede öğrenme doğru dürüst olmuyor, bu yüzden siyaset, anlaşılması
gerektiği gibi anlaşılmıyor.
Çoğu kişi,
doğru kişiyi değil de, "adamım, yoksa madamım olsun"u seçme derdinde.
İyi de,
her seçim dönemi, niçin elim kırılsaydı" ya da, seçtiklerinize eleştirel o
"....."lı sözcükleri kullanıyorsunuz?
Şimdi gel
de Nazım Hikmet'i anmadan sözü bitir.
"Koyun
gibisin kardeşim, gocuklu celep kaldırınca sopasını sürüye katılı verirsin
hemen ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın
en tuhaf mahlûkusun yani, hani şu derya içre olup deryayı bilmeyen balıktan da
tuhaf. Ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende. Ve açsak, yorgunsak, alkan
içindeysek eğer, ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat
senin, — demeğe de dilim varmıyor ama — kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”.