Gerçekten masal ülkesi olduk. Hiç kimse bu dünyada yaşamıyor, herkes bir başka dünyada yaşıyor ve kimse ayaklarının yere basıp basmadığı ile ilgilenmiyor, çünkü uçmak çok güzel.

  

Çalışanların maaş/ücretleri genellikle yılbaşında belirlenir.  Yıl içinde de ikinci yarıda enflasyon ek artışları ücretlere yansıtılır.

  

Gel gör ki öyle bir ülke olduk ki, neyin nasıl ve niçin yapıldığının hiç bir önemi kalmadı.  Ücretler artar, bir gün sonra zamlar başlar. Ücretler belirlenir, iki gün sonra bir başka düzenleme yapılır.

   

Bu ülkede, siyasi partiler, sendikalar, meslek odaları, sivil toplum kuruluşları hatta uluslararası kuruluşlar bile vardır. Yetmedi, Üniversiteler, meclis, yargı kurumları, yani yok yoktur.

   

Ve oturunca da herkes bir şeylerden şikayet eder durur.

   

Her şey sorgulanır, her şeye edilecek iki kelam vardır. Üstelik edilen laflar da hiç de azımsanmayacak kadar da kallavidir. "Dirhemini yiyen it kudurur". Ama gel gör ki, sonuç değişmez.

    

AA'nın geçtiği habere göre neden ve niçin öyle yapıldığı pek de belli olmayan, ülkemiz sahillerinde bile kalıp kalmayacağı belli olmayan, sefa sürülen LÜKS YATLARA satılan mazotun litresinin ortalama fiyatı 4 TL'den satılırken, üreticilerimizin kullandığı traktörlere satılan mazotun ortalama litre fiyatı ise 8 TL dolayındadır.

  

Üretim için canını dişine takan üretici yakıtı için Özel Tüketim Vergisini (ÖTV) öderken, Lüks yatlar bundan muaf.  Gübreye her türlü vergi ödenirken, pırlantaya ödenmemesini de es geçelim.

  

Hani deveye demişler, boynun neden eğri, o da nerem doğru ki demiş ya, ülkede işler artık bu boyutta.

   

Tolstoy'un dediği gibi: "Bir insan acı duyabiliyorsa canlıdır. Bir insan başkasının acısını duyabiliyorsa insandır."  Kişisel sorunlara haksız ve hukuksuz yapılsa da toplum genelinde pek ses çıkmıyor tamam, iyi de toplum çoğunluğunu ilgilendiren sorunlara neden bu kadar sessiz. Yetmede duyarsız, daha da yetmedi, seçimi neden bu kadar adaletsizlikten yana.

  

Hele hele bu günler bir de 3.600 ek gösterge söylemi var ki, asla söylendiği gibi yapılması olanaksız olan, neren ile gülersen gül.

   

İşte sorun eğitim ve öğretime gelip dayanıyor.

    

Örnek, Boğaziçi Üniversitesine atanan kayyum rektöre Üniversite hala direnirken, (ki direnişleri kişisel değil, ülkenin aydınlık geleceği için), seçimlerden hemen sonra hiçbir eylem ve işlem yapmalarına fırsat bile verilmeyen bir çok muhalif belediyeye kayyum atanmış, ancak bırakan yöre halkını, oy veren seçmen tabanından bile yeterli ses gelmemiştir.

  

Fransa'nın başkenti Paris bile bu aralar yeniden yeniden "Sarı Yelekliler " gösterileri ile çalkalanıyor.

   

Peki bu insanlar istiyorlar. Hepsinin eleştirdiği temel nokta ise Macron'un zenginleri kayırdığını düşündüğü ekonomi politikaları, sosyal ve ekonomik hak istekleri.

   

Sarı Yelekliler hazırladıkları 42 maddelik istek listesinde engellilere desteğin artırılmasından emeklilik yaşının düşürülmesine; enerji dönüşümü adına, çevreyi en fazla kirlettiklerini düşündükleri büyük şirketlere vergi konusunda kolaylıklar getirirken kendileri için yaşamsal olan akaryakıt zammından tutun da hükümet birçok ekonomik ve sosyal politikasına yönelik bir öfkeleri bulunuyor.

   

Ki, bu ülkelerde insanların kişisel ve toplumsal yaşamları her anlamda güvence altındadır. İstekleri, daha iyi bir yaşam koşulu. Oysa bize herkes çöplerde, pazarlarda artık ve atıkları toplarken bile mutlu ve mesut. Ne enteresan demeyeceğim.

   

Sakallı Celâl'in (Celal Yalınız 1886-1962) söylemi ile "Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür''. Evet, toplum uzun yıllardır eğitilerek bu noktaya getirilmiş ve dilini yutmuş; her şeyin de kader olduğunu kabul eder hale getirilmiştir.

  

Bütün bunları yapmak içinde bir siyaset ve iktidar gereklidir.

 

 Peki halkımızın doğru seçimler yapmadığını ben de kabul ediyorum ama, peki seçtiğimiz aydın, önder dediklerimiz gerçekten aydın ve önder kişiler midir. Seçimler ile kendilerine verilen rol ve görevleri gerçekten anlamış ve kavramışlar mıdır, yoksa nasıl olsa halk unutur diye verilen sözleri bile görmezlikten mi gelmektedirler.

  

Oysa politika ya da siyaset, devlet işlerini düzenlemek ve yürütmekle ilgili yapılması gereken iş ve işlemler olmalıdır.

   

Peki, o kadar çok toplum kesimi olduğuna göre, seçilene kadar söylemi öyle ya da böyle olanların seçildikten sonra tavırları ve davranışları kimden yana oluyor, hiç baktık mı?

  

Aristo, Platon ve Eflatun'dan tutun bütün siyaset bilimcileri devlet yönetimleri, yönetenlerin tercihlerine göre böyle tanımlamışlardır:

Ortak iyiliği amaçlayan tek adam yönetimi: Monarşi

Ortak iyiliği amaçlayan azınlık bir grubun yönetimi: Aristokrasi

Ortak iyiliği amaçlayan çoğunluğun yönetimi: Politeia

Tekin çıkarını amaçlayan tek adam yönetimi: Tiranlık

Zenginlerin çıkarını amaçlayan azınlık yönetimi: Oligarşi

Yoksulların çıkarlarını amaçlayan çoğunluğun yönetimi: 'Demokrasi.

   

Hal böyle iken, günümüzde bile ülkemiz de dahil birçok ülkede, toplum ve bireyler bulundukları sosyal konumların ötesinde bir yere ait oldukları algısı ile yaşatılmaktadır. Bu konuda da, basın ve yayın organlarının rolünü azımsamamak gerekir.

  

Oysa siyaset sadece deri koltuklarda, masalarda, takım elbiseler içinde önemli sayılan mevki ve makamlarda yapılan iş değildir. Atanmışlar ve seçilmişler arasına da sıkıştırılamayacak kadar da yaşamımızın içinde ve açlıktan kokan nefesimizdedir.

  

Bu yüzden siyaseti Bernard Crick: farklı çıkarlar arasında bölünmüş toplumların, şiddet içermeyen özgür tartışma yoluyla yönetilmesi,

     

Mao Zedung: kan dökülmeyen savaş, savaş ise kan dökülen ise siyaset,

   

Harold Lasswell: kimin neyi, ne zaman ve nasıl elde ettiğidir,

diyerek tanımlamışlardır.

  

Şimdi gel de olay bu, halkın algısı bu iken, ayıkla siyaset pirincinin taşını. Çıkış yok mu? Elbette ki var, halkın bıçağın kemiğine dayandığının farkına varması, siyasilerin de, bindikleri atın elin atı olduğunu fark ederek, o attan nasıl inileceğinin farkına varmaları. Yoksa, ipin ucu kaçıyor, sonra ipin ucunun kimin elinde olduğunu sormalarının ve anlamalarının bir anlamı kalmayabilir.