Amerikan yerlilerine ait bir deyiş.
General De Gaulle ile devam ediyoruz. Malum ya umutsuz da
olsa -adam- olmayı öğretmeye çalışıyoruz.
Ne diyorduk; Fransa 1940 haziran ayında utanç verici bir
şekilde yenilmişti. Utanç verici kısmı, Nazilerle işbirliği yapanların çok
olmasıydı, hatta çok fazla olması. (Savaş sonrası açıklanan kayıtlara göre
Fransızlar, işgal altında olup da
Nazilerle işbirliği yapan milletler arasında birinci geliyor!!)
İşte böyle bir durumda ABD ve SSCB ve hatta kenarından
köşesinden İngiltere bile bu işbirlikçi rejimi resmen tanırlarken, taze bir
Fransız tuğgeneralinin;
‘Biz bir muharebeyi
kaybettik, savaşı değil!’ demesinin ne anlamı olabilirdi ki.
Savaşın o kanlı yılları boyunca De Gaulle, hem düşmanla ve
hem de kendi işbirlikçi yurttaşları ile savaşmıştı. Üstelik ne Amerikan Başkanı
ne de Stalin onu Fransa’nın resmi lideri olarak benimsemiyordu. Adam her kritik
toplantının ısrarla ve itinayla dışında tutuluyordu. ABD Başkanı Roosevelt ise
öteden beri üniformalı olanları sevmezdi açıktan bu adamı değiştirebilmek için
yapmadığı numara kalmıyordu. Savaşın en
büyük çıkarma harekatı bile (Normandiya çıkarması. 6 Haziran 1944) generale son
anda haber verilmişti. Düşünün ki koca müttefik orduları Fransa kıyılarına
savaşın ve tarihin en önemli askeri operasyonunu hazırlıyorlar ve bizimkine
-komi- muamelesi yapıyorlardı.
Eisenhower olmasa adamımız başkentini bile kurtaran birlikler
arasında olamayacaktı. Ne var ki Churchill bu askeri ‘kaderin adamı’ diye
nitelemiş ve De Gaulle’un bütün huysuzluklarına
rağmen kol-kanat olmuştu. Paris kurtulduğunda henüz başkentte hala
hatırı sayılır, Alman askeri ve Fransız işbirlikçi milis kuvvetleri vardı ve
sokak çatışmaları devam ediyordu. Bizimki, kişisel güvenliğine öteden beri pek
aldırmazdı, tüm karşı tavsiyelere rağmen ulu orta ortalarda dolaşıp duruyordu.
Nitekim bir keresinde üstüne ateş açılmıştı ama dam sigarasını tüttürmeye devam
etmişti. O anlara tanık olanlar gözünde Charles De Gaulle, artık Fransa’nın
tartışılmaz lideriydi. Ama Roosevelt hala onu -lider- olarak tanımıyordu.
Generalin Amerika ziyaretinde şerefine atılan top atışları 17 de duracaktı.
Oysa herkes bilir ve umardı ki Devlet Başkanı olarak 21 pare atışla
karşılansın.
Savaşın sonunda ki Yalta ve Potsdam da ki toplantılara da
davet edilmemişti. Ki orada Avrupa ve dünyanın gelecekte ki coğrafyası
paylaşılıyordu. Londra-Washington ve Moskova karar alıyorlar ama Paris sahada bile
olamıyordu.
Roosevelt, işi o kadar ileri götürmüştü ki; Fransa da işgal
yasaları geçerli olsun demekteydi, yani, her kurtulan Fransız toprağı
Amerikan-İngiliz subayları tarafından işgal kanunları ile idare edilecekti.
Oysa De Gaulle çoktan sade bir Fransız kasabası olan Bayeux şehrini daha
çıkarmanın hemen ardından geçici başkent
ilan etmişti. Bazı yerlerde Fransız askerleri Amerikan askeri idaresini süngü
zoruyla atmıştı. Roosevelt bu adama sinir oluyordu. ‘Hele De Gaulle, Gittiği
her yerde Paris’i Parisliler, Fransa’yı Fransızlar kurtardı’ demiyor mu.
ABD Başkanı deli
oluyordu. Bakın araya bir de baba-oğul hikayesi sıkıştıralım da bazı oğullar ve
babalar örnek alsın:
Paris kurtarıldığında daha silah sesleri kesilmeden General,
oğluyla karşılaşmıştı. ‘e, adam demez mi; şu bizim oğlana bir izin falan verin
de hasret giderelim, ailesine çok düşkün ve oğlunu özleyen De Gaulle de oğlunu
biraz daha uzun bir süre görmek isteyecekti, ama halen subay olan çocuğun
cevabı kesindi; ‘Henüz görevim bitmedi baba, üsse dönmeliyim!’
Savaş sonrası Fransa kaos içindeydi, Komünistler iyi
organize olmuşlardı hani bir seçim olsa alıp götürecek gibiydiler. Beri yanda
Nazi işbirlikçileri hala etkili ve silahlıydılar. Fransa da aşırı sağ her zaman
kapışmaya hazırdı. Ne var ki konjonktür onlara karşıydı Faşizmin Kabeleri Roma
ve Berlin düşmüştü. Fransız sağı tarih önünde sorumlu ve hatta suçlu
görülüyordu. Öte yanda haklarını vermek gerekirse Komünistler, yani Fransız
Komünistler çok az savaş suçu işlemişlerdi. Halk nezdinde itibarları çok
yüksekti. Tek sıkıntı; Stalin ne derse onu yapıyorlardı.
De Gaulle, sıkıntının farkındaydı. Yeni kurulan dördüncü
Cumhuriyetin demokratik lükse tahammülü yoktu. Savaş sonrası tesis edilecek
idare denetim mekanizmaları eşliğinde olabildiğince -otoriter- olmak
zorundaydı.
Boşuna değildi bu talep, Fransa’nın hala dünyanın dört bir
yanında sömürgeleri vardı, hepsi de savaş sonunda -ulusal- beklentiler
içindeydi. Komünistler bu isteği olabildiğince ateşe yakın tutuyorlardı.
Beri yanda ülke de sanayi tesisleri yanmış-yıkılmıştı, tarım
hala ayaktaydı ama mahsul tarlada kalıyordu çünkü ülkenin ulaşım sistemi
çökmüştü. Demiryolları yok edilmişti, kara yolları ise acil onarıma ihtiyaç
duyuyordu. Elde lokomotif veya kamyon yok denecek kadar azdı. Şehirler yiyecek
yokluğu çekiyordu, oysa Nazi işgali sırasında bile bu kadar eza çekilmemişti.
De Gaulle, ayakları yere basan bir muhafazakardı, için-için
monarşiyi özlediği rivayet ediliyordu. Ama şu anda katı bir Cumhuriyet
yanlısıydı. Ülkeler geçmişe dönük hayaller ile değil, günün gerçekleri ile
idare edilirdi.
1946 senesi geldiğinde görüş ve düşüncelerinin rağbet görmemesi üzerine başbakanlığını üstlendiği geçici hükümetten istifa edecekti. Tekrar Paris’e dönmesi için 12 yıl gerekecekti.