Sağlığım yerinde (aman "maşallah" deyin de, nazar olmayayım), şimdilik soğanın "cücüğüne" kadar gelmedik ama ekonomik olarak da durumu idare ediyorum. Yazın "yine" ya da her yaz gibi güneydeyim.  "Yemem, içmem iyi ve geleni, gideni de tanıyorum"

    Eeee o zaman, neden keyfim yok ya da yerinde değil. Hoş aramıyorum da, nasıl olsa bir gün gelir. Ben den daha iyisini de bulacak değil ya.

    Evet bunların hepsini şaka olarak yazsam da doğru.

    Yani, şimdilik "ahaliye dar gelen bana bol geliyor"!..

    Ama bu bir yaşam biçimi, süreç olmaz ki.

    Bu Ülkede, beni benim dışında olan şeyler rahatsız ediyor. Keyfimi kaçırıyor.  Henüz mutsuz edemiyor ama huzursuz ediyor.

   Derler ya, "perşembenin gelişi, çarşambadan belli olur" diye.

   Bürokraside sağ iktidar gelse de, sol iktidar gelse de hep "çirkin ördek yavrusu" olduğum için, her şeye herkesten farklı bakıp, yapmak zorundaydım. Yoksa, yolun sonunu zevkle gösterecek, o kadar hazırda bekleyen vardı ki!..

    Sorumluluk!..

    Evet, sorumluluk duygusu biraz farklı gelişmiş.

    Bir örgüt, grup içinde isem tercihim "ben" değil, hep "biz" olmuştur. Çünkü, yapılan işin azı, çoğu, küçüğü, büyüğü olmaz. İş, iştir ve bir ekibin elinden çıkar. Bir eksik ise, iş de eksik çıkar. Ya da birisinin çok büyük özveri göstermesi gerekir.

    Bir gün, geçmiş dönem CHP Ankara Milletvekilliği de yapmış olan birisinin yeğeni, bakan da tanıdığı olunca, bize tepe yöneticisi geldi.

   Ki, ona sorarsanız en "kıyak solcu" kendisi ama nedense "çirkin ördek yavrusu", solcu olduğum herkesçe bilinmesine karşın, bana karşı biraz tedirgin ve güvensiz idi.

    Çalıştığım birimin işletmelerinden dolayı parası var idi ama bazı teknik  sebeplerden dolayı bir bina akamıyorduk.  O aralar Adakale sokakta altı depo olan beş katlı bir binanın tamamında, büro, depo, satış yeri olarak oturuyoruz.

    Lacivert bir Mercedes makam aracımız var.

    Caddeye bakan da, odalar. 

   Tepe yöneticimiz, önce her şeyi dinliyor, sonra da öğrendiklerini, dinlediklerine talimat olarak söylüyordu.

    Anadolu'da, "tereciye tere satmak" denilen iş.

     Bazı karmaşık işlerin olduğu durumlarda, iş bölümü gereği, kendilerinin sorumlu olduğu konularda kararsızlık geçiren arkadaşlar benim yüzüme bakarlar, ben de bir şekilde söze girer, durumu düzeltirdim.

    Zamanla bunu anlayan tepe yöneticimiz, bir gün telefon etejerinin üstüne, kırtasiyeciden satın aldığı bir notu iliştirmiş.

    "NE KADAR ÇOK KONUŞURSAN, O KADAR ÇOK BAŞIN BELAYA GİRER"!..

    Eeeee "arif olan  anlasın idi"!..

   Derken, daha sonraki toplantılarda ben pek fazla kağıtlara bakar, insanların yüzüne ve konuşulanlara bakmaz oldum.  Konuşmam gereken konular ile ilgil konuşuyordum.

    Daha sonra da arkadaşlarıma söyledim, neden sustuğumu.

    Dört, beş ay sonra bakanlık teftiş kurulundan müfettişler, yapılan bir iş ile ilgili soruşturmaya gelince, tepe yöneticisi, bana "ne yapmamız gerek" diye sorular sormaya başladı.

    Ben de, ".... Bey, etejerinizde duran notu merak ettim, acaba, çok konuşanının mı, yoksa gereksiz konuşanın mı başı belaya girer", merak ettim, demiştim.

     Aradan bir yıl geçmeden bizim tepe yöneticisi, emekli olup, ayrılmak zorunda kalmıştı.

    Vicdanı mı sızlamış yoksa aklımı başına gelmiş bilemiyorum ama bir gün, Sakarya caddesinde at yarışı oynanan bir büfenin önünde bir yandan at yarışı kuponu dolduruyor, diğer yandan da beni görünce, "......, bir daha bir göreve gelirsem, en güvendiğim kişi sen olacaksın" deyince, ben de tebessüm ederek, ..... bey, ben sizin gibi birisini yanımda çalıştırmam" deyince, yüzü renkten renge girmişti.

     Bu aralar ülkede siyasi, ekonomik, sosyal ortam çok kötü değil ama karışık. "Tuzu kuru olanlar" da var, sokakta yatan da, çöpten yiyecek toplayan da.

    İşin enteresan tarafı, İktidar partileri yandaşları devletin temel kurum ve kuruluşları, muhalefet partisi yandaşları ise, yerel yönetimlerin kurum ve kuruluşları ile pek içli dışlı ve mutlular.

    Sokaklar mı, boşverin söylenenleri. Sanal ortam abartıyor.

     İktidar, 6'lı masa, uluslararası kurum ve kuruluşlar, partilerin tepe yöneticileri ile seçmen saydıkları tabanları, her şey allak bullak.

    Bakmayın reklamlara.

    Devlet yönetimleri ideoloji ile yapılır, yöneticilerin gönüllerince değil. Son 20 yıldır "Ak Parti, Erdoğan iktidarı" deniliyor. Sanıyor musunuz bu, CB Erdoğan'ın gönlüne göre yaptığı bir yönetim.

    21'inci yüzyılın dünyasında, (sömürge Afrika ve Güney Amerika Devlet/cik/lerini yok saymıyorum ama boş veriyorum) Sosyalist sitemin üstüne çöreklenen Putin yönetimi ve onun yandaşları ile Kemalist Atatürk Cumhuriyetinin KİT'leri, arazileri ve kurumları üstüne çöreklenen islamcı sermaye yandaşlarını her yerde altlarında lüks jipler ve sitelerde rezidanslarda bolca görünce;

    Sosyalist dönemde, emekçilerin emekleri oluşan yapılar, sermaye ve birikimlerin Gorbaçov ile başlayıp Putin ile de, talanın nasıl sürdüğünü, yollarda "rus", "UA/Ukrayna" plakalı lüks araçlar;

   Güneyde de, yolu, elektriği ve suyu bu ülkenin yurttaşlarının paraları ile yapılan lüks semtlerde, ceplerinde dolarlar ile gelen bu ülke insanlarının nasıl para sayarak satın alıp, konfor içinde yaşadığını görmemek için kör olmak gerek.

    Atatürk Cumhuriyeti döneminde oluşturulan, devlet ve "Milli Burjuvazinin" kurum ve kuruluşlarının da, nasıl islamcı sermaye yaratmak için sunulduğunu görmemek için kör olmak gerektiği gibi.

   Ben yine çok konuştum galiba!.. Sizin, o kadar siyasileriniz varken!..