"İFTAR" DEĞİL, "İFTİHAR" YEMEĞİ
İyi giyimli bir kişiyi içeri buyur
ettiğimde rahatladı. Elinde ince bir dosya: Edirne’deki büyük fabrikanın
enerjiyle ilgili teknik bir değişiklik isteği varmış; yıllardır yazışıp dururlarmış.
Dosya teknik bilgiden ve inisiyatiften
yoksun yöneticilerin arasında süren yazışmalarla doluydu. Fabrika sahibine boş
kağıt uzatarak dilekçe yazmasını istedim. Dilekçeyi aldım:
“Bir hafta içinde sorun çözülecek.”
“Bu kadar mı?”
“Bu kadar, teknik
kurallara ve yönetmeliklere göre çözülecek!”
Bir hafta geçti. Bölge müdürünün
odasındayız. Aynı kişi geldi:
“Çok sağ olun! Yıllarca beklemiştik.
Teşekküre geldim.”
“Biz bunun için mühendisiz; işimizi
yaptık.”
Birkaç sözden ve elbette ülke
sanayisinin durumunu da görüştükten
sonra fabrika sahibi ayrıldı. Birkaç dakika geçmişti ki, toplantı masasındaki
güzel kaplı bir kutuyu ayrımsadık. Makam şoförü Hüsnü Bey’i çağırdım:
“Biraz önce gelen
Bey, paketini unutmuş, hemen kutusunu yetiştir!”
Hüsnü Bey bir süre sonra geldi; yetişememişti.
Sekreter Hanımı çağırdım, kutuyu açtı: Ünlü markanın çikolata kutusuydu. Ne
yapacağımızı bilemedik. “Belki bir daha arar ya da biz adresine göndeririz”
dedim.
O sırada Başteknisyen Orhan Başak
geldi, “Ne iş!” dedi, “Bize verin de bari şu mübarek ramazanda arkadaşlar
çikolata tatsınlar!”
“Al” dedim, “Ne yaparsan yap! Bizi
karıştırma!”
Kim bilir kaç kez benzeri olaylarla
karşılaştık. Yılbaşında gelen şirket takvimlerini de asmazdık duvarımıza, çünkü
devlet bize Maarif Takvimi verirdi. İşimiz gereği özel sektöre gittiğimizde
yemek çağrılarını zamanımız olmadığını söyleyerek kibarca geri çevirirdik.
*
Çok değil aradan üç-beş yıl geçti.
ABD’nin çıkarlarını sağlama almak, bağımsızlık isteklerini bastırmak için
Pentagon Paşaları yönetime el koydular. Wall Street-Lugano-Londra bankerlerinin
has ahbaplarından Turgut Özal yönetimdeydi.
O yıllarda eski kurumum TEK'e uğradığımda
mühendisler, yöneticiler, filanca müteahhidin akşam iftar yemeği vereceğini,
hep birlikte gideceklerini söylediklerinde nasıl da şaşırmıştım!
Üstelik bu arkadaşlar oruç da
tutmuyorlardı… Öğrendim ki, müteahhitler, kuruma malzeme satanlar kuyruğa
girmişler, işverenlerine yemek yediriyorlardı.
Olağan günlerde işadamlarıyla yemek
dikkat çeker, söz olurdu; ancak “İftar” denince iş değişiyordu. Anladım ki,
“Allah” diyerek yiyince yemekler kutsallaşıyor, boğazlardan yağ gibi akıyordu.
*
O “iftar” yemekleri bile ne kadar
masummuş.
Şimdilerde devleti yönetenler, hükümet
partisi yöneticileri, devlet kasasından (Meclis'te grubu bulunan öteki partiler
de hazineden para alıyor) toplu şatafatlı lüks otel lerde “iftihar” deyip
topluca yiyiyorlar.
Bırakın oruç tutmayanları, İstanbul
Rum Hıristiyanları, Yahudiler, Ermeniler de iftardalar. Mikrofonu kapan siyasal
nutuk atıyor! Kendilerine "sanatçılık" yakıştıran çalgıcılar, şarkıcılar
da "Ramazan" sofrasındalar.
*
Semt pazarında yıllardır karpuz satan
yaşlı bir ahbabım var.
Bakmayın “satıcı” dediğime, uzun
yıllardır pazarcılar, semt pazarı ağalarına yevmiyeyle çalışıyorlar. Yine
uğradım bizim yirmi yıllık ahbaba, hal hatır sordum; bir karpuz aldım.
Ayrılırken kolumdan tuttu:
“Hatırladın mı bizim yoksul damadı?”
Hatırlamaz olur muyum; askere
gitmişti. Yaşlının pos bıyığı gözünden inen yaşla yaldızlanmıştı. Elimi omzuna
attım… O başını eğdi; sesi boğuluyordu:
“Şırnak’ta şehit düştü... Arkasında üç
yetim… Hani Ramazan ya… ”
Daha konuşmasına izin vermedim,
“Haftaya uğrayacağım sana, hem yuva kavunu da gelmiş olur” dedim. Arkamdan “He
ya! Baba adamsın vallah" dediğini duymazdan geldim.
*
Çanakkale gazisi, Aydın Kuva-yı
Milliyecisi, Sakarya gazisi, yörenin ünlü din adamı Veli Yıldırım dedemin yer
yaygısındaki iftar sofrasını anımsadım: Birkaç yeşil zeytin, bir tabak sulu
yemek, bir çanakta üzüm hoşafı...
Büyük annemin kimseler görmesin diye
beze sardığı küçük tencereyi elime tutuşturup yoksul eve gönderirken
fısıldayışı:
"Kimseler
görmesin. Dikkat et oğlum, dökülmesin!”
Şimdi mi? Baksanıza Cumhuriyet
Kurucusı sıfatlı partinin başkanı bile “projeyi” kopyalamış; Boğaz’da bir
teknede “iftar” yemeğiyle iftihar ediyor!
Sanıyor ki halk bunu yutar!
Son söz bizim çocuk parkı bekçisinin:
“Onlar Müslüman’sa, ben Hıristiyan
olmaya dünden razıyım!”
*
Çoğu 16-19 yaşında askerler. Afyon
dağlarının eteğinde dikenlerin içine uzanmışlar. Önceki akşam paylaştılar kuru
yufkaları ve işareti beklediler karanlığın ötesindeki yüksek dağın
Kocatepe’sindeki Başkumandan’dan.
Az sonra Afyon’u kurtaracaklar ve
parçalanmış postallarını çaputla bağlayarak Akdeniz’e koşacaklar.
Bugün işte o günün (26 Ağustos 1922)
yıldönümü!
Kumandan’ın askerleri nerede?
Ellerini uzatıyorlar kelepçelere,
gizli mikrofonlar uzanmış karargâhlarına!
Haydi, şimdi gel de bayram kutla!
Ankara, 26 Ağustos
2008
[Kaynak: The General, Ulus Dağı Yayınları, Ankara, 2011]