Yunan deyişi.

Geçen hafta ki konumuz Büyük Savaş (1914-1918) denen melanetin ne kadar uyduruk bir bahane yüzünden patladığı idi. ‘Bahane’ uyduruk olabilirdi ama savaş için gereken enerji her iki tarafta da epeyce birikmişti.

Tarihi bilmeyen onu tekrar yaşamaya mahkumdur diye aşağı yukarı her milletin kültürel birikiminde bir anlayış var. Peki o zaman neden insanlığın burnu boktan çıkmıyor. Çünkü yaşamımıza egemen olan iç güdünün kültür falan gibi üst değerlerle pek arası yok.

Asıl derdimiz; çok para kazanmak falan değil.

Asıl derdimiz; başkalarına zulüm edebilmek ve bunu uygun bir inancın arkasına saklanarak yapmak.

Kısaca soranlara ‘vakit öldürdük, kaza süsü vermeye çalışıyoruz!’ diyebilmek.

Bu kadar sofistike izahat yeterli ise gelelim asıl konumuza:

Büyük Savaşın çıkması için gereken ortam hazırdı ama bahanesi yoktu demiştik. Çünkü o yıllarda medeniyetin merkezi olarak bilinen Avrupa kıtasında refah yüksekti, yaşam kalitesi iyiydi, fabrikalar çalışıyor, tarlalar ekiliyordu. Kolonizasyon zirvesindeydi. Asya’nın Atlantik’e doğru uzanan bu küçücük burnu, tüm dünyaya bir şekilde egemendi. Ama kendi geçmişinden kaçan, bu yaşlı kıta, kendi geleceğinden de ölesiye korkuyordu. Mezarlıktan geçerken ıslık çalan bu psikolojik durum, çok geçmeden iflas edecekti.

19. Asır kapışmalarının ana karakteri, seçilmiş bir savaş alanında askeri güçlerin boylarının ölçüsünü almaktan geçiyordu. Toplumun geri kalanını çok da fazla ilgilendirmiyordu bu vaziyet. Muharebe meydanın hemen dışında tarım da ticaret de devam ediyordu.

Avrupa’nın ortasında yepyeni bir kuvvet merkezi olan Prusya ve onun kontrolünde ki Alman prenslikleri kendilerine yeterince değer verilmediği gibi anlaşılması tuhaf bir ruh hali içindeydiler. Adamlar  önce Avusturya gibi dev bir ülkeyi tek bir meydan savaşında mağlup etmişlerdi, ardından Fransa da ağzının payını almıştı. Hatta o kadar almıştı ki Alman imparatorluğu Versay sarayının ünlü aynalı salonunda ilan edilmişti.

2. Wilhelm tahta geçince bu aşağılık duygusu tavan yapmak üzereydi. Avrupa da dengeler yeniden inşa ediliyordu. Fransa ve Rusya ortak hareket ediyorlardı. Bismarck’ın çabaları ile kurulan ve dünyada eşi benzeri olmayan Avusturya-Macaristan imparatorluğu güç bela ayakta duruyordu.

 Osmanlı artık bir tehdit değildi. Yıkılması an meselesiydi ancak sahip olduğu coğrafyaya ne olacaktı, batılı başkentler henüz buna karar veremediği için bir süre daha devamında fayda görülmüştü.

Almanya ise hız kesmeden büyümeye devam ediyordu, sanayi almış başını gitmişti, üniversiteler birer bilim yuvası olmuştu, askeri gücü her geçen gün artıyordu, üstelik şimdi imparator hazretleri ‘güneşte bir yer!’ siyasi sloganı ile İngiliz hakimiyetini sarsmak gibi bir niyetin içindeydi.

Adamın tek derdi ‘niye beni sevmiyorlar, sevsinler işte!’ diye ağlamaktan ibaretti. Üstelik bu adam birkaç dil konuşabilen hatırı sayılır bir eğitim almış, diplomalı falan biriydi. Dünyanın en sayılı refah ülkelerinden birinde hükümdardı.

İyi ata binen, attığını vuran, denizden ve kadından anlayan bir adamdı. Eğitilmiş insanı devletinin en önemli sermayesi olarak görürdü. Hani zır cahil, kompleksli biri değildi.

 İngiliz kralı 7. Edward’ın cenazesine gittiğinde İngilizlerin hoşuna gitmek için o günlerin bir adeti olarak bir İngiliz amirali üniforması giymişti. Ana kraliçenin atlı arabası geldiğinde kendi atından şimşek hızıyla inip görevlilerden önce arabanın kapısını açmıştı, ne var ki kadın diğer kapıdan inmek üzereydi, derhal -yine- görevlilerden önce koşup diğer kapıyı açacaktı. Oysa bu kadın eski bir Danimarka prensesi idi ve Almanya’nın Holstein eyaletini Danimarka’dan zorla koparmasını hiç af etmemişti. Koca Alman imparatoru yine de bu maskaralığı yapmıştı. Ama İngiliz halkı üstünde bu jestlerin etkisi oldukça fazlaydı.

Ne var ki İngiliz devlet anlayışının jestlerle etkilenemeyeceği tarihi gerçeği unutulmuş gibiydi.

1890 lardan beri Prusya kurmayları, Avrupa da ki bu yeni dengelerin gücünü ölçmeye çalışıyor ve bu iş eğer sıcak bir çatışmaya varacak olursa -ne yapılacak?_ sorusuna bir cevap arıyorlardı.

Son asırda İngiltere Napolyon dışında Avrupa kara savaşlarına katılmamıştı, bir tek Kırım savaşlarında o da Fransa ile birlikte fiilen çatışmıştı ama o zaman da Prusya, evet vardı ama şu  ‘Büyük Almanya’ henüz yoktu.

Prusya, Avusturya’yı saha dışına iterken, Alman imparatorluğu kurulurken (1860-1870 ler arası) Londra dengeli sessizliğini hep korumuştu.

Prusyalı askerler arasında ünlü Kartaca generali, Hanibal hayranlığı öteden beri bilinirdi.

Hele o görkemli Roma ordusunu Canae dene bir yerde yok etmesini yazan her askeri eseri adeta hatim etmişlerdi.

Evet, işte düşman böyle yenilecekti.

Ama 20. Asırda öyle birkaç yüz bin asker savaşmayacaktı ki, artık meydan muharebelerinin dönemi bitmişti. Rusya , mesela, beş milyon askeri silah altına alabiliyordu, keza Fransa üç-dört milyon, Almanya en az iki milyon. Bu kadar adam hangi savaş meydanına sığardı?

O zaman demişti Alman askeri uzmanları, savaşı bir meydan muharebesi mantığı ile yaparız!

Asıl düşman Fransa idi, ortağı Rusya yedi-sekiz haftadan önce seferberlik hazırlıklarını tamamlayamazdı. İngiltere gene sessiz kalacaktı, Viyana ise haliyle Berlin ile beraber olacaktı çünkü Rusya onların bir numaralı düşmanıydı.

 O zaman Fransa bir iki hafta içinde kesin olarak savaş dışı kalmalıydı. Bunun içinde stratejik bir Canae formülü aranıyordu. Fransız orduları her iki yandan kuşatılacak ve imha edilecek!

 Ama, nasıl?

Ünlü paşalarından biri Belçika üstünden Fransa’ya yürüyebiliriz demişti. Güney Belçika ovaları milyonlarca askerin hareket etmesine imkan veriyordu, buradan ileri bir harekat yapılır ve tam bir çark ile güneye ilerlenirse Paris düşerdi, Paris düşünce Fransız ordusu başsız kalır  ve kati olarak yenilirdi. Hatta Fransız ordusu için de bir tuzak düşünülmüştü; 1870 de kaybettikleri Alsas- Loren coğrafyasında ki Alman kuvvetleri kasıtlı bir şekilde zayıf tutulacak ve bu durumdan Fransızların haberi olması sağlanacaktı.  Böylece ileri atılan Fransız ordusu  iki taraftan da sıkıştırılmış olacaktı.

Bütün planlar bir saat imalatçısı titizliği ile hazırlanmıştı.

İki şeyi unutmuş görünüyorlardı;

Rusların askeri kapasitesini,

ve Belçika diye devletin oraya niye yerleştirildiğini.

 Ha elbette bir de tarihi yeterince iyi okumamış gibiydiler ; tamam Hanibal Roma ordusunu Canae muharebesinde yok etmişti de 

Roma-Kartaca savaşını kim kazanmıştı?.