Kimi toplumlar gibi…

Biz burada ne anlatmaya çalışıyoruz? Bir kere daha anlatalım; İçinde bulunduğuz kâinatı yaratan yüce Tanrı, bir ‘ulu mimardır’ öyle herkes için ayrı bir kader falan belirlemez, ilk birkaç milyarı ayrı coğrafyalarda aynı düzene tabi tutar. Sonrakilerde, eh işte keyfi yerindeyse hatırlı yerlerde ve gün görebilecekleri bir zamanda bu dünyaya yollar.

Onun için tarih bilgisi ışık gibidir. Farklı zamanlarda farklı yerlerde ki insanoğlu denen altta bir delik, üstte bir delik yaratmayı becerebilirlerse tarihten ders alırlar.

Ki;

Aynı ahmaklığı tekrar-tekrar yaşamasınlar.

Hani bizde tarih içinde ki bazı olayları aktarırken aklımızca demek istiyoruz ki;

Dünyanın en akıllı insanları olamayız ama en dingili de olmak zorunda değiliz.

Onun için mesela İtalyan tarihinde kısa bir gezinti yaptık.

Anladın mı? Arka sıradaki apalak çocuk?

Şimdi gelelim konuya;Bu sefer aynı şeyleri yaşayan başka bir millete.

Kime? Almanya!

Büyük Savaşın son yılı 1918’de çatışmalara tüm şiddetiyle sürüyordu. Almanya yenilgiden çok uzak görünüyordu, evet abluka yüzünden halk acından ölüyordu ama liderleri,

‘savaşı kazanıyoruz ya az biraz da aç kalın ulan!’ diyordu. Onların anlattıklarına göre düşmanın durumu daha feci idi. Mesela Fransızlar ekmek bulamıyordu, İngiltere de raflar bomboştu.

 Falan-filan.

 Üstelik bu yalanlar askerlere de söylenmişti. ‘Az daha dişinizi sıkın, zafer yakın’ deniyordu. Dört yıllık savaşın ardından yorgun ve bitik askerler son bir taarruz için ikna edilmişti.

Nitekim öyle de olacaktı. Alman ordusu 1918 Mart-Nisan aylarında büyük bir saldırıya geçmiş ve düşman cephesini yarmıştı, muhteşem topları Paris şehrini 100 km mesafeden dövüyorlardı.

Ana o da ne! Düşman hatları arkasına sarkan Alman ordularının erat ve subayları görmüşlerdi ki, düşman hiç de onlara anlatıldığı gibi perişan değil. Fırınlar çalışıyor, tarlalar ekiliyor, fabrikalar üretiyordu, hele düşman ordularının hiçbir eksiği yoktu. Garibim Alman askerleri dört yıl boyunca mahrum kaldıkları her şeyi tonlarca görünce haliyle yağmaya başlamışlardı. Çoğu zaman ekmek- tereyağı ve salam taşımak için üstlerinde ki cephaneyi atıyorlardı.

Taarruz bir müddet sonra kuvvetini kaybetmişti. Bu arada toparlanan müttefik güçleri karşı taarruza geçmiş ve Alman orduları Ekim ayında hükümeti ‘barış isteyin’ diye sıkıştırmaya başlamışlardı.

Amma velakin askerin de aklı başına gelmişti, bu korkunç kapışma çoktan kaybedilmişti ama politikacılar onlara YALAN söylemişti.

1918 Kasım Ayı’nın 11’inde saat 11.00’de ateşkes imzalanıp memlekete dönünce kapatacakları bir hesap olacaktı.

Böylece önce kanlı bir iç savaşa, sonra da Adolf Hitler’e kadar uzanan bir yolculuk başlayacaktı.

Şimdi bir anekdot ile ara verelim isterseniz devam ederiz. Hikaye şöyle: Sovyetler çözülme aşamasındayken Gorbi ile Reegan konuşuyorlar. ABD Başkanı reformlar için bastırıyor. Gorbi de kem küm ediyor. Başkan Regan bir ara diyor ki; ‘Derdinizin farkındayım De Gaulle’un dediği gibi 242 çeşit peyniri olan bir ülkeyi yönetmek zordur, ama biraz daha gayret sayın Gorbi’

O sıralarda Sovyetlerin Dış İşleri Bakanı olan (sonra Gürcistan başkanı olan) Şverdnaze lafa giriyor ve usulca

‘üstelik bizde peynir de yok’ diyor.

Yani İtalya ve Almanya örneklerinde ‘peynir’ çoktu arkadaşlar. Bilmem anlatabildim mi?

Evet sen arka sıradaki apalak çocuk anladın mı?