Bu lafı
okuyacağım diye kendinizi yormayın, kısaca ‘ya bir yol bulacağız ya da yeni bir
yol yapacağız!’ demekte arkadaş. Elbette günümüzde -bazı- ülkelerde orada ki
‘yol’ kelimesini ‘yolsuzluk’ ile değiştirin.
Ama necip
vatandaşların mekanın da ne yazarsanız yazın, vızıltı gibi geliyor, o necip
insanlara…
Manavgat
da ki nehrin zehirlenmesini dile getirdik de ne oldu, arkasında duran bir tane
kurum var mı?
YOK !!!
Konyaaltı Belediyesine üç aydan beri bir soru sorduk,
bir tek kişi de çıkıp
-Ne oldu o
iş? dedi mi?
YOK!!
Memleket
hep böyle miydi? diye sorduğunuzu düşünüyorum;
Yok, sorduğunuz falan yok da… Zaten
umursadığınız yok ya... Onun için de -düşünüyorum- dedim..
1 Mart
günü İzmit körfezinde küçük bir gemi -lebalep- dolmuş vaziyette seferini yapmak
için açılıyor, körfezin karşı kıyısına yolcusunu taşıyacak. İzmit körfezi
dediğin ne ola ki üç tarafı kapalı, oldukça korunaklı bir yer.
(Hadi size
son derece özel ve yalnızca bana açıklanan askeri bir sır da vereyim sevabına: Gölcük
Deniz üssümüz de bu yüzden oradadır.)
Üsküdar
adlı bu geminin aerodinamik yapısı bir tuhaftır, bilinen gemicilik teknolojisi
ile biraz oynanmıştır. Su üstünde kalan kısmında bir sürü ucube ekleme vardır.
İşin açıkçası biraz değil bir hayli oynanmıştır, hani neredeyse gemi, gemi
olmaktan çıkmıştır.
Yolu
yarılamışken şiddetli bir lodos da patlamasın mı?
Rüzgarın ilk söküp götürdüğü şey kaptan
köprüsüdür.
Evet,
sayın ve umarsız okuyucu, kaptan köşkü!
Aynen öyle geminin en hayati komuta merkezi
rüzgarla denize uçup gitmişti. Elbette tüm ekip ile birlikte ve elbette kaptanı
da alarak. Zavallı gemi ve içindekiler ne olup bittiğini bilmeden, anlamadan
feci bir fırtınanın kucağında öylece kala kalmışlardı.
O gün 1
Mart idi, sene ise 1958…
Meşhur
-Üsküdar faciası- diye gazetelere geçecekti.
Toplam 37
insan tamamen tesadüfün eseri kurtulmuştu, yüce Tanrının eline o kadarı
sığmıştı herhalde. Ölenlerin sayısı bugün dahi bilinmiyor, ama 400 ün altında
olmadığını herkes kabul ediyor.
Hepsi
sıradan insanlardı, büyük çoğunluğu ise öğrencilerdi.
Benim
dikkatimi çeken şey ise malum matbuatın konuya gösterdiği ilgi olacaktı.
Evet
gazete başlıkları donanmıştı, nereden baksan gazeteciliğin altın kuralı hep
geçerliydi:
‘Kötü
haber kadar, iyi haber yoktur!’
Esas
ilgimi çeken bu başlıklardaki çığlıklar değildi, yazarlar ne diyordu, o günün
gazetecileri bugünün…
Neyse,
tamamlamayalım.
O gün de
fikir adamları muhalif ve hükümet yanlısı olarak ikiye bölünmüşlerdi. Şimdi
isimlerini sayacağım bu adam gibi adamların -hiçbiri- evet hanımlar beyler
-hiçbiri- olayı ‘aman efendim Batıda da oluyor böyle şeyler’ diyecek kadar
çapsız olamamışlardı.
Haldun
Taner, Tercüman - Burhan Felek, Cumhuriyet - Oktay Akbal, Vatan - Nezihe Araz,
Yeni Şafak -Çetin Altan, Akşam - Ahmet Emin Yalman, Vatan - Peyami Safa, Refi
Cevat Ulunay Milliyet -
Yani o günün
en çok okunan-bilinen makale yazarları...
Hepsi, ‘bu
işin bir sorumlusu olmalıdır’ iddiasındaydı.
Elbette
olmalıydı, o küçük gemi her türlü fizik kurallarının tersine bir sürü ekleme
ile dengesiz hale getirilmişti, tek gerekçe gemi daha fazla yolcu
alabilsindi. Denizi bilmeyen hödük
cahiller hava durumunu okumayı da bilmiyorlardı. O günlerde bu işlerin sorumlusu devlet yani
hükümet idi. E, basın da üstüne düşeni yapmış bu felaketin sorumlularını
açıklamıştı.
Evet sayın
okuyucu, ne oldu derseniz; hiçbir şey olmadı, mahkeme ve soruşturma açılmadı,
kimse görevinden istifa etmedi. Talihsiz ve cesedi bile hiçbir zaman bulunamayan
kaptan, tek suçlu ilan edildi. Hepsi o kadar. Ölenlerin yakınları seslerini
çıkaramadılar, çıkaranlar ise duyulmadı, dallama bir yetkili ‘onlar şehit
olmuştur!’ diyecek kadar zırvaladı. Ne bir tazminat ödendi ne de açıkça bir af
dilendi. Bir başka dallama ‘Üsküdar’ anıtı yapacağız dedi, onu da yapmadı.
Az değil
400 insanımız yitti gitti. Hesap verilmedi ve daha da beteri hesap sorulmadı.
SORULAMADI.
Sen de
kalkmışın, yok Manavgat’ta da sular zehirlendi, yok bilmem ne deyip duruyorsun…
Lan oğlum
hala öğrenemedin mi? ‘Hamur bu, börek bundan yapılacak!’
Başlık ile
ne alaka derseniz… Bir düşünün derim.