1

HÜLYA KOÇYİĞİT

Türkan Şoray’ın oynamayı kabul etmediği “Susuz Yaz”la (yönetmen: Metin Erksan) 1964’te bir anda dünya çapında tanınan Hülya Koçyiğit’in anneannesinin hayatı gerçekten müthiş bir melodram filmi olabilecek ayrıntılarla dolu.

Hülya Koçyiğit’in anneannesi Müjgan Hanımın gerçekten çok sarsıcı bir yaşam öyküsü var…

Hülya Koçyiğit anneannesini Dünya Gazetesi’nden Feyzan Ersinan Top’un “Hülya Koçyiğit: Film Gibi Yaşadım” kitabında özetle şöyle anlatmıştı:

Hülya Koçyiğit: “Anneannem filozof bir kadındı ve çok büyük acılardan geçmiş biriydi. İnşallah bir gün anneannemin yaşadığı bu çileyi film yapacağım. En büyük dileğim bu.”

Soru: “Nasıl acılar bunlar?”

Hülya Koçyiğit: “Anneannem küçük (bebek) yaşta ailesince terk ediliyor. Daha bir buçuk yaşındayken… (O dönemde) Ablası da üç yaşında. Her ikisi de daha bebek olduklarından anneleri nerede anlamıyorlar.(…) Günler geçiyor iki küçük çocuk köydeki evde aç susuz yaşıyor. O sırada anneannemin ablası belki hastalanıyor belki aç kalıyor ve ölüyor. Tabii anneannem bir buçuk yaşında olduğundan ablasının öldüğünü anlamıyor. Onu bebek gibi yedirmeye çalışıyor, çekiştiriyor, oyun oynuyor onunla. Nihayet köylüler bir gün kapıyı kırıp anneannemi ve ölmüş ablasını buluyorlar. Ablasını toprağa veriyor, anneannemi de evlâtlık veriyorlar. Bir süre sonra anneannem onu evlât edinen memur aileyle birlikte yaşadığı köyden İstanbul’a geliyor (…)

Anneannem 17 yaşına geldiğinde İstanbul’da bir köşkten “Kızınıza talibiz” diye onu istiyorlar. Görücü usulüyle anneanneme talip oluyorlar; ama talip olan adam zaten evli. Köşke anneannemi kuma olarak istiyorlar. Anneannemi evlât edinip büyüten aile anneannemi kuma olsun diye köşke yolluyor. Köşkün zengin sahibi anneannemi hamile bırakıyor ve bir çocukları dünyaya geliyor. Meğer evin hanımının çocuğu olmuyormuş. Anneannemi de evin beyine çocuk doğursun diye kuma olarak köşke almışlar. Çocuk dünyaya geldikten sonra çocuğa el koyup anneannemi sokağa atıyor ve “Çocuk senin değil, bizim. Artık seni de tanımıyoruz!” diyorlar. Anneannem günlerce köşkün önünde yatıp kalkıyor. Köşkte yaşayan aile Jandarmaya haber verip anneannemi evinden önünden attırıyor. Akıl sağlığı bozuktur iddiasıyla da bir süre de hastaneye yatırıyorlar. Anneannem on beş yaşında sokakta kalıyor ve bir eve çalışmaya giriyor. Bu evin temizlik işini yaptığı bir gün, yeni çalıştığı konağın çok kadınlı bir ailede büyüyen çok çapkın beyi de anneanneme sahip oluyor. Anneannem bu adama (sonradan dedem olacak adama) “Benimle evlenmek zorundasın” diyor. Önceden başına gelen olayları da bu adama anlatıyor ve bu kez adam hem bekâr, hem insaflı çıkıyor ve anneannemle evlenmeyi kabul ediyor…

Dedemin hayatında kadınlar, kızlar, alemler hep olmuş. Gözü daima dışarıdaki kadınlardaymış. Anneannem resmi nikâhlı eşiydi dedemin ama dediğim gibi anneannemin kocası yoktu. Çünkü deyim yerindeyse dedem evin yolunu bilmezdi. Dedem anneme gelip, birlikte olduğu, anneannemi aldattığı kadınların fotoğraflarını küçük kızına göstererek “Nasılsın Melek? Bak bu fotoğraftaki ablayı beğendin mi? Annen olsun mu bu abla?” dermiş…

Dedem gerçek adı Zerbap olan anneanneme adını değiştirerek Müjgan adını da vermiş.

Annem bilmediği bir yerlerde yaşayan bir kardeşi olduğunu biliyordu; ancak onu hiçbir zaman bulamadı / bulamadık, hiçbir zaman bir araya gelemedik teyzemle.”

Hülya Koçyiğit’in En Çok Beğendiği Türk Filmleri (*)

  • Metin Erksan’ın “Susuz Yaz”ı
  • Şerif Gören’in “Yol”u
  • Lütfi Akad’ın “Kızılırmak Karakoyun”u
  • Lütfi Akad’ın “Gelin”i
  • Şerif Gören’in “Derman”ı
  • Atıf Yılmaz’ın “Selvi Boylum Al Yazmalım”ı
  • Lütfi Akad’ın “Vesikalı Yarim”i
  • Ömer Kavur’un “Anayurt Oteli”
  • Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı”
  • Memduh Ün’ün “Üç Arkadaş”ı

(*) Hülya Koçyiğit bu listeyi Empire Dergisi için hazırlamıştı.

2

TARIK AKAN

Fransa sinemalarında baş rolünde Tarık Akan'ın olduğu "YOL" filmi 1 milyon 250 bin 767 seyirciye ulaşmıştı...

Amerikan Western filmlerinin ve Oscar ödüllü Sovyet Rusya filmi “Savaş ve Barış”ın çekimleri esnasında bu filmlerde kullanılan atların pek çoğunun hayatını kaybettiği biliniyor.

Türk sinemasında da hayvanlara istemeyerek ya da kasten zarar verilen pek çok film, ne yazık ki var. Bunlardan biri de Cannes Film Festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye’yi Costa- Gavras’ın “Missing-Kayıp” adlı filmiyle paylaşan “Yol”dur.

”Yol” Los Angeles’ta dağıtılan ve en az OSCAR ödülleri kadar saygın Altın Küre ödülüne de yabancı film dalında adaylık elde etmiştir.

Başlangıçta “Bayram” adıyla Erden Kıral’ın çekmeye başladığı “Yol”da Yılmaz Güney yönetmeni işten atmış ve yerine Şerif Gören’i getirmiştir. Erden Kıral’ın çektiği bölümler filmde kullanılmamıştır.

“Yol” Altın Palmiye sahibi ve Altın Küre adayı tek Türkiye yapımı olarak bugüne kadar sinemamızda başka hiçbir filmin ulaşamadığı bir zirveye ulaşmıştır. Cannes’da film eleştirmenleri ve sinema yazarlarının ödülünü de kazanan ”Yol” Fransız OSCAR’ı Cesar’a da aday gösterilmiştir…

Şerif Gören yönetmen olarak en yüksek, en üstün ve en iyi performansını “Yol”un senaryosunu beyazperdeye aktarırken gösterdi. Ortaya gerçekten etkileyici bir film çıktı.

Türkiye’nin özellikle kadın yurttaşlarına cehennem hayatı yaşatan, dev bir açıkhava cezaevi ve toplama kampı olarak fotoğrafını çeken / resmeden “Yol” ; Türkiye’nin aynı zamanda 28 Aralık 2011’de Uludere / Roboski de öldürülen sınır kaçakçıları gibi sınır kaçakçılığından başka hiçbir geçim / gelir kaynağı (çaresi; çıkış yolu) olmayan insanların ülkesi olduğunu dünyaya gösteriyordu.

Yarı belgesel havası taşıyan filmin senaryosunda yer alan (gerçekten yaşanmış bir olaya dayanan) ancak filmin kendisine  çeşitli nedenlerle bir türlü aktarılamayan bir bölümde cezaevinden evine bayram izniyle giden mahkumlardan biri yoksulluğundan dolayı belediyelerin sokakta yaşayan hayvanları zehirlemek için orta yere bıraktığı zehirli kıymayı alarak ailesine bir ziyafet çekmek isteyecek ve çok kalabalık aile tam bir katliam kurbanı olacaktı.

Türkiye sinemalarında 17 yıl gecikmeyle 12 Şubat 1999’da gösterilmeye başlanan, Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı ve Şerif Gören’in yönettiği “Yol”un bir sahnesi için güzeller güzeli, zavallı, gariban bir atın canına kıyılmıştı.

Hatta başlangıçta bunu (atı öldürmeyi) Tarık Akan’ın yapması istendi. Vicdanlı bir insan olan Tarık Akan son anda ata gerçek kurşunları sıkmaktan vazgeçti. Onun yerine setteki başka bir insan (!) masum, çaresiz, biçare atı acımasızca öldürdü.

Yılmaz Güney’in yazdığı senaryonun sözünü ettiğim sahnesi şöyledir: Seyit karakteri (Tarık Akan) donmak üzeredir; donmamak için önce atının kafasına kurşun sıkar, sonra da ölen atın henüz sıcacık durumdaki karnını yararak ellerini ve ayaklarını onun içine sokar.

Tarık Akan Can Yayınları tarafından 2002 yılında basılan ve gelirleri yazarı tarafından Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’na bağışlanan “Anne Kafamda Bit Var” adlı anılarında bu olayı şöyle anlatır:

“Başçavuştan alacağımız silahla filmdeki atımı öldürecektim.(…) Çekim boyunca atla aramda inanılmaz bir bağ kurulmuştu…Ömrümün sonuna kadar unutamayacağım çok farklı bir arkadaşlık yaşamıştık. Bana duyduğu sevgi ve bağlılığı atın gözlerinden okuyordum. Kar fırtınasında yanıma gelip kafasını paltomun içine sokuyor, gözlerini gözlerime dikiyordu…Çekim sırasında üstünden düştüğümde burnuyla beni itiyor, kokluyor, sanki canımın yandığını anlamış gibi üzülüyordu, bir de beni avutmaya çalışıyordu. Onu hiç yularından tutup çekmem gerekmemişti. İş (çekim) bittiği zaman arkama takılıp bir köpek gibi beni izliyordu. Filme başlamadan önce “Yol”un yönetmeni Şerif Gören’e “Meraklanma, bu sahnede atı öldürebilirim. O Kadar cesareti bulabilirim, yapabilirim,” dediğimi anımsıyorum. Atı vuracağım sahne çekilirken hayvancığa uyuşturucu iğne yapıldı.At yere yığıldı. Yakın planların hepsi çekildi: Donmuş bir el, ısıtılmaya çalışılan bir el, ateş edemeyen bir el ve atın yakın planları aradan çıktı.Sıra öldürme planının çekimine gelmişti. Kamera uzağa gitti, genel bir plan çekilecekti. Silah elimdeydi ve içinde tek bir kurşun vardı. Başçavuş bir kurşundan fazla vermiyordu. Şerif Gören,”Kamera!” diyecekti ve ben kısa bir süre sonra atın kafasına bir kurşun sıkacaktım. Karların ortasında ben ve yerde yatan atım trajik bir şekilde yerlerimizi almıştık. Kamera uzakta hazırlanırken at gözlerini açıp bana yalvarır gibi baktı. Kafasını kaldırmak istedi. Sanki bana doğru gelmek istiyormuş gibime gelmişti. Bu arada Yönetmen Şerif Gören “Kamera!” diye bağırdı…Bekledi. Burada tabancamı çekmeli ve kurşunu atın kafasına sıkmalıydım. Ama yapamıyordum işte. ”Ateş etsene! Ateş et!” diye bağırdı Şerif Gören. ”Yapamayacağım Şerif, stop!” diye seslendim. Atın başından ayrıldım. ”Ben bu atı öldüremem,” dedim ve sözlerimi sürdürdüm: ”Yakın plan başkasının elini çek. Kusura bakma, ben yapamayacağım,” dedim. Yılmaz Güney’in yeğeni araya girdi: “Ben yaparım. Atı öldürürüm,” dedi. Paltomu kendisine verdim. Kamera hazırlandı. Yılmaz Güney’in yeğeninin el planı çekildi. Derken bir silah sesi…”At öldü, gel Tarık,” dediler. Koşarak gittim. Paltomu giydim, daha sonraki planlara geçmek üzere çalışmaya başladık. Kamera hazırlanıyorken at gene kafasını kaldırıp bana baktı. Ayağa kalkmaya yelteniyordu. Ölmemişti. Başçavuşa gittim: ”Mermi ver, at ölmemiş,” dedim. Başçavuş, kendini tiksinti verici bir şekilde naza çekiyordu. Yalvarta yalvarta bir kurşun daha verdi. ”Başçavuşum, ver birkaç tane daha, bak at can çekişiyor,” dememe karşın onu bir tek kurşundan fazlasına razı edememiştim. Yılmaz Güney’in yeğeni o tek kurşunu da atın kafasına sıktı. Sonra ben tekrar sahne aldım. Tam çekime geçilecekken, at gene gözünü açtı, bakışlarıyla beni arıyordu. Bayılacak gibi olmuştum, çıldıracaktım…Bir kez daha başçavuşun yanına gittim: “Mermi ver!” dedim. Başçavuş, ”Mermi yok!” dedi. O anda yakasına yapıştım: “Senin de, merminin de,” dedim. Küfrettim. Yöre halkı başçavuştan yalvara yakara üç mermi daha almıştı. Yılmaz Güney’in yeğeni kurşunları boşalttı, at bu kez gerçekten öldü. Paltomu giydim, bir sonraki sahneye geçtik.

Senaryoya göre donmak üzereydim; atın karnını kesecektim, ellerimi, ayaklarımı atın karnına sokup donma tehlikesini bir süre geciktirecektim. Ne yazık ki bu sahneyi kötü bir zamanda, hava kararmak üzereyken çekmiştik. Ertesi güne bırakamıyorduk; çünkü gece boyunca kurtların atın ölüsünü parçalayacağını biliyorduk. Sonuçta akşam üstü çekilen sahnede renkler çok koyu çıktığı için Yılmaz Güney “Yol”un kurgusunda bu bölümü çıkarmak zorunda kalacak, bu da onu hem üzecek, hem de sinirlendirecekti.”

3

TÜRKAN ŞORAY

“Türk sinemasının sultanının efsaneleşmiş filmlerinin ne yazık ki hiçbirinin seyirci rakamları zamanında tutulmadığından bilinmiyor!

Ancak 1991’de tarihe karışan Sovyetler Birliği’nin İstatistik Kurumu’ndan edindiğim yeni bilgiler Türk sinema tarihinin bilinen en yüksek seyirci rakamını bu yazıda duyurmamı sağladı…Türkiye’de fırsat eşitliği, sosyal adalet sağlanmasını arzu etmesinin ödülü olarak yaklaşık on üç buçuk yılını çeşitli cezaevlerinde geçiren Nazım Hikmet’ten (1902-1963) uyarlanan bir filmdi bu…

Alman yazar Dietrich Gronau (1943 doğumlu) “Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyetin Doğuşu” adlı kitabının 248. sayfasında Nazım Hikmet’ten şöyle söz eder: ”Nazım Hikmet Dolmabahçe Sarayındaki Atatürk’ün sofrasına gece yarısı davetini  o sıralarda ünlü olan gece kulübü şarkıcısı Nixe Eftalia (Deniz Kızı Eftalya; 1891-1939) olmadığı gerekçesiyle geri çevirmişti…”

Lord Kinross’un (1904-1976) “Atatürk ; Bir Milletin Yeniden Doğuşu”nun 707. sayfasında Nazım Hikmet’ten şöyle bahsedilir: “Atatürk şairlere karşı saygı duyardı. Öyle ki bir gün Nazım Hikmet’in kendisinden bir şiirini okuması istenince “Ben kabare şarkıcısı değilim” diye horozlanıp masadan / sofradan kalkması bile bu saygıyı zedelemedi. Atatürk kızmadı; sadece üzüldü…Çünkü Nazım Hikmet ile eserleri, sanatı üzerine konuşmayı çok arzulamıştı…”

Nazım Hikmet, Haziran-Ekim 1948 arasında Bursa Cezaevi’nde “Ferhad ile Şirin” adlı tiyatro oyununu yazmıştı…”Ferhad ile Şirin” ilk kez Ekim 1953’te “Legend of Love-Bir Aşk Masalı” adıyla Moskova Dram Tiyatrosu’nda sahnelendi…Mart 1953’te Sovyetler Birliği’nin,Adolf Hitler’i yenen, diktatörü Stalin ölmüştü…23 Mart 1961 Perşembe günü dünyanın en ünlü baleti Rudolf Nureyev’in de (1938-1993 ; Nureyev 16 Haziran 1961 Cuma günü Paris’te Fransa’dan sığınma hakkı isteyecekti) kadrosunda yer aldığı Saint Petersburg’daki Kirov Balesinde bale olarak sahnelenen Nazım Hikmet’in “Legend of Love-Bir Aşk Masalı”nın müziğini Arif Melikov/f (1933 doğumlu) besteledi ve koreografisiniyse Yury/i Nikolayevich Grigorovich (1927 doğumlu) üstlendi…Nazım Hikmet'in en çok beğenilen oyunlarından biri olan “Ferhad ile Şirin” Türkiye’de ilk defa De Yayınevi tarafından 1965 yılında yayımlanmıştı…

Nazım Hikmet’in titatro oyunu ”Ferhad ile Şirin / Legend of Love- Bir Aşk Masalı” Tuğra Film ile Mos Film tarafından Türkiye-Sovyetler Birliği ortak yapımı olarak beyazperdeye uyarlandı…Yönetmen ve senaryo yazarı Azhdar Ibragimov / Ejder İbrahimof’tu (1919-1993)…Arif Melikov/f’un müziği de filmde kullanılır...Türkiye tarafında yapımcı koltuğunda Sabah Duru ve Yılmaz Duru çifti vardır…

Ferhad rolünde Faruk Peker, Şirin rolünde Alla Sigalova, Mehmene Banu rolünde Türkan Şoray vardır…Baş rol oyuncuları arasında filmin yapımcılarından biri olan Yılmaz Duru’da bulunmaktadır…

“Bir Aşk Masalı: Ferhat ile Şirin” Rus ordusunun 130 bin askerle Afganistan’ı işgal etmesinden (24 Aralık 1979) bir ay önce gösterilmeye başlandığı Kasım 1979’da Sovyetler Birliği sinemalarında büyük bir seyirci ilgisi toplar ve kısa zamanda 25 milyon 400 bin seyirciye ulaşır…

“Bir Aşk Masalı: Ferhat ile Şirin”, Ocak 1976’da Sovyetler Birliği sinemalarında gösterilmeye başlanan ve 29 Mart 1976 Pazartesi gecesi Los Angeles’ta yılın en iyi yabancı filmi Oscar’ını Sovyetler Birliği’ne kazandıran Japon Akira Kurosawa’nın yönettiği “Dersu Uzala”dan (20 milyon 400 bin seyirci) bile daha büyük bir gişe başarısı elde etmiştir…

Türkan Şoray ile Ayhan Işık sonradan ölümsüzlük kazanan “Susuz Yaz”da oynamayı kabul etmemişti

Yönetmen ve senaryo yazarı Metin Erksan (1929-2012) Temmuz 1964’te Berlin Festivali’nde büyük ödül Altın Ayı’yı kazanan Necati Cumalı (1921-2001) uyarlaması “Susuz Yaz” filminde daha önce “Acı Hayat” (1962) adlı filminde baş rolleri verdiği Türkan Şoray ve Ayhan Işık’ı oynatmak istemiş ancak bu oyuncular “Susuz Yaz”da oynamayı reddetmişlerdi…Necati Cumalı “Susuz Yaz”ı 1962’de öykü olarak yayınlamış ve bu öyküsünü üç perdelik bir tiyatro oyununa da uyarlamıştı…

Türkan Şoray, Metin Erksan’ı ve “Acı Hayat”ı anlatıyor:

Metin Erksan’ın yönetiminde baş erkek rolünü Ayhan Işık’ın üstlendiği “Acı Hayat” filmini çeviren Türkan Şoray Metin Erksan’ın 2012’deki ölümünden sonra “Sinemam ve Ben” adlı kitabında “Acı Hayat” filmini şöyle anlatacaktı:

“O zaman ne kadar önemli bir yönetmen olduğunun farkında değildim…Böyle bir filmin başrol oyuncusu olmanın ne kadar büyük bir şans olduğunu, oynadığım rolün bir oyuncu için ne kadar önemli olduğunu ve çevirmekte olduğum filmin değerini yıllar geçince çok daha iyi anladım. O yıllarda birçok oyuncunun çalışma hayali kurduğu bir yönetmenle çalıştığımı algılayabilecek , değerlendirebilecek birikimde değildim. Sadece oynadığım rol beni etkilemişti. Manikürcü Nermin’in yaşadığı dramla, başına gelenlerle duygusal bir bağ kurmuştum kendi içimde. O genç kızın çektiği acıları sanki ben yaşamıştım; filmde adeta kendi mutsuzluğumu yaşıyordum. Anne baba ayrılığının hüznünü, mutsuzluğunu yaşamış, o yıllardan sonra yoksulluğu tanımıştım. Bu duygulara, bu acılara yabancı değildim. Babam ayrıldığı yıl annem beş parasız kalmıştı. Ben 13-14 yaşlarındaydım. Annem çok istese de bana yeni bir şeyler alamıyordu. Okulda ders bitip zil çaldığında ben yerimden kalkmaz, sınıftan en son çıkardım. Arkadaşlarımın kalın, güzel paltoları vardı; benimse lacivert incecik bir ceketim… Onların paltolarını giyip çıkmalarını beklerdim. O incecik ceketle görüp beni küçümseyeceklerini düşünürdüm… Yaşadıklarım bende derin izler bırakmış olmalı ki, yönetmenin (Metin Erksan’ın) anlattıklarını çok iyi anlıyordum, hissediyordum. Böylece kamera önüne geçtiğimde içimde bir yerlerde birikmiş bu yoğun duyguları sezgilerimle ifade edebilme imkanı veriyordu bu filmdeki rolüm. Bu karakter acı çekiyordu ve o acıda ben kendimi buluyordum, o acıyı tanıyordum sanki önceden yaşamış gibi…O mutsuzluk, umutsuzluk herhalde yüzüme yerleşti ki, başarılı oldum. Bir filmde duyarak, o karakteri hissetmenin rolü gerçekçi kılmada ne kadar önemli olduğunu belki o zamanlar farkına varmadan oyunculuğuma taşıdım ve hep böyle devam ettim…Sinema eğitimi olmayan, oyunculuğun ne olduğunu bilmeyen ben, tamamen duygularımla yaşattığım bu karakterle Antalya Altın Portakal film festivalinde en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandım. Ödülden sonra sinemada adım daha çok oyuncu olarak anılmaya başladı. Böyle önemli bir festivalde, sinemada daha bu kadar yeniyken bu ödülü almanın çok önemli olduğunu söylüyorlardı. Beni kutluyorlardı, bana oyuncu olarak farklı davranmaya başlamışlardı. Sinemada oyuncu olmak diye bir kavram vardı ve oyuncu olmak önemliydi, bunu anlamaya başladım. Oyunculuğu kendi kendime keşfediyordum; tamamen içgüdüsel, el yordamıyla.(…) ”Acı Hayat”tan sonra Yeşilçam’ın büyük şirketlerinden Kemal Film’den teklif aldım…”

Türkan Şoray Metin Erksan ile ilgili sözlerini şöyle bitiriyor:

“Yeri doldurulamayacak, Türk sinemasına adını altın harflerle yazdıran, sinemamızda sonsuza kadar anılacak olan Metin Erksan “Sinemacılar Dönemi”ni başlatan ve geliştiren ilk yönetmenlerden biridir, birçok yönetmen onun sinemasını örnek almıştır.”

Türkan Şoray, Sinemam ve Ben adlı kitabında bir zamanlar filmlerinin gösterildiği Pangaltı İnci Sineması’nın kapanmasından dolayı duyduğu derin üzüntüyü de dile getiriyor:

“Melek Film’in sahipleri Şahan ve Kaçuni Haki aynı zamanda Pangaltı’daki İnci Sineması’nın da sahibiydiler. (…) İnci Sineması’nda kendi şirketlerine yaptığım filmlerin galaları çok görkemli olurdu. Sinemada benim özel locam vardı. Filmleri Şahan Haki’nin eşi Melina ablam ve dünya tatlısı kızları Mayda ile Şeyda, hep birlikte bu locadan seyrederdik…İnci Sineması hep Türk filmi oynatırdı. Çevirdiğim yeni filmin başladığı hafta, Pazartesi günü ilk seans 11 matinesi seyircileri sinemanın önünde uzun kuyruklar oluştururdu. Bazı sabahlar arabayla özellikle Pangaltı İnci Sineması’nın önünden geçerdim. Kalabalığı, sıraya girmiş beni seven, yüreklendiren seyircilerimi görmek isterdim, çok mutlu olurdum. Maalesef şimdi sinema kapandı. Haki ailesi sinemayı satıp Amerika’ya göç etti. Çok üzülmüştüm. Uzun yıllar o taraflarda bir yerlere gitmem gerektiğinde bir zamanlar Haki ailesinin evlerinin bulunduğu Bomonti’den geçmemek için yolumu değiştirdim. Pangaltı İnci Sineması’nın olduğu yerden geçerken hâlâ hüzünlenirim.”

4

AYHAN IŞIK

Yılmaz Güney: “Ayhan (Işık) Ağabey kesme şeker gibi düzgün bir kralsa, ben de çirkin kralım. O güzelse, ben de çirkinim Aga’cım.O güzel kralsa, ben de çirkin kralım!”

Başrollerini Ayhan Işık, Fatma Girik, Hulusi Kentmen, Necdet Tosun, Nejat Çetinok, Zuhal Tan, Hüseyin Baradan, Memduh Alpar, Aziz Basmacı, Selahattin İçsel, Haydar Karaer, Asım Nipton, Yaşar Şener, Atıf Tuna, Recep Yurdaşen’in üstlendiği yönetmenliğini ve yapımcılığını Memduh Ün’ün, senaryo yazarlığını Atıf Yılmaz’ın yaptığı “Öp Annenin Elini”nin ünlü sahnesi 49 yıl sonra gerçekten yaşandı… Siyah beyaz olarak çekilen Uğur Film yapımında Ayhan Işık’ın canlandırdığı karakter şu repliklerle sekreterini işinden kovuyordu:

“Ama o kadar güzelsiniz ki, bu güzelliğiniz benim için çok mukaddes olan çalışma prensiplerimi incitiyor küçük hanım. Sevimlisiniz, naziksiniz, çok güzel kokuyorsunuz. Her dakikamın bir saniyesini sizin cazibenize feda etmek zorunda kalıyorum. Sekiz saatlik mesaide sekiz dakika, ayda dört, senede kırk sekiz saat eder. E yani siz benim senede tam altı çalışma günümü çalıyorsunuz demektir. Böyle bir şeye hakkınız var mı? Sadece bir kadın olarak işe yararsınız küçük hanım.”

Temmuz 2013’te ABD’nin Iowa Eyaleti’nde bir temyiz mahkemesi “fazla güzel ve fazla çekici olduğu” gerekçesiyle asistanını işten kovan diş doktorunu haklı buldu. Evli doktor James Knight (53 yaşındaymış), “Çok dar giysiler giyiyorsun. Bu giysilerle seni çok çekici buluyorum. Karım da kıskanıyor. Evliliğimizi tehdit ediyorsun” diyerek kendinden 20 yaş genç 11 yıllık asistanını işten çıkarmıştı. Kendisi de evli olan ve doktorla iş dışında bir iletişimi olmadığını açıklayan asistan Melissa Nelson bu gerekçeyle işten atılınca eski patronu aleyhinde “cinsiyet ayrımcılığı” yaptığı gerekçesiyle dava açmış, mahkeme ise patronların evliliklerine tehdit unsuru olarak gördükleri çalışanlarını işten çıkarabilecekleri kararına varmıştı. Iowa Eyaleti Yüksek Mahkemesi kararı temyize götüren Melissa Nelson’ın itirazını kabûl etmedi. “Tüm üyeleri erkeklerden oluşan” (!) mahkeme, kararın cinsiyet eşitsizliği olduğu eleştirilerini de reddetti… Iowa Eyaleti Temyiz Mahkemesi’nin bu kararının bundan sonraki işten çıkartmalara da örnek olması bekleniyor.

Ayhan Işık 42 Yıl Önce Öldüğünde Sadece 50 Yaşındaydı

Ayhan Işık’ı hatırlamak ve hatırlatmak istedik… Türk sinemasının yakışıklı kralı Ayhan Işık 16 Haziran 1979 Cumartesi günü öldüğünde sadece ve sadece elli yaşındaydı…

Türkan Şoray “Sinemam ve Ben” adlı kitabında beraber yedi film çevirdiği Ayhan Işık’ın ölümünü şöyle anlatır:

“Yıllar sonra Ayhan Işık’ın ölüm haberi beni çok etkiledi. Nişantaşı’ndaki Güzelbahçe Hastanesi’nin bahçesinde bekleyen çok insan vardı, herkes ağlıyordu. Ben de aralarındaydım. Acı haber beni çok sarsmıştı. Hastaneden içeri girdim, herkes bahçede olduğu için içerde kimseler yoktu. Birden boş bir odada sedye üzerinde, üstünde beyaz örtüyle yattığını gördüm. Uzun süre donmuş kalmıştım. Hastaneden çıktım. Bebek sahilinde bir bankta saatlerce tek başıma oturup boş boş denizi seyrettim.”

Ayhan Işık’ın ölüm nedeni olarak uyku ilâcıyla alkolü birlikte alması gösterildi. 13 Haziran 1979 Çarşamba günü bir beyin kanaması geçirmişti… İddialardan birine göre aşırı alkollü olarak kavurucu güneş ışınları altında uzun süre kalmıştı. Üstelik Ayhan Işık çok kısa süre önce, yavaş yavaş üzerine çökmekte olan yaşlılığın izlerinden kurtulabilmek amacıyla gözlerinin altındaki torbaları aldırma ameliyatı olmuştu. Bu ameliyatı geçirdikten sonra saatlerce kızgın güneş altında kalmasının ölümüne yol açtığı da iddia edilecekti.

Ayhan Işık’ın Erken Vefatına En Çok Üzülenler

Osman Seden, Ayhan Işık’ın cenazesini şöyle anlatmıştı: “Cenazesi bir hadise oldu. O kadar kalabalığı insan kolay kolay göremez. Şişli Camii’nin avlusunu dolduranların yüzde elliden fazlası cenazeyi seyretmeye gelen basit insanlardı. Yüzde elliye yakını, “filânca da oradaydı” dedirtmek için, acaba basın benim de bir resmimi çeker mi diye poz veren tufeylilerdi, bir kısmı da onu tanıyanlardı. Herkes “daha geçenlerde onunla beraberdik, daha birkaç gün önce şuradaydık, buradaydık” diyenler, bir kısmı da kendisini ne kadar yakından tanıdığını ispat etmeye çalışan budalalardı, züppelerdi. Bir an filmlerinin büyük bir kısmının prodüksiyon amirliğini yapan Yüksel Tanık’la göz göze geldik. Ağlıyordu. “Meğer yakın arkadaşı biz değilmişiz” dedi. O kalabalık içinde içten, kalbinin ta içinden kahrolan üç kişi hatırlıyorum, biri kızı Serap, diğeri çok yakın arkadaşı merhum Sadri Alışık ve bir diğeri de Feridun Karakaya (Cilalı İbo). Cenaze namazı kılındı. Hakkımızı helâl ettik. Ayhan’ı götürdüler.”

Biz burada Osman Seden’in sözlerine bir ek yapmak istiyoruz. Ayhan Işık’ın ölümüne en çok üzülenlerden biri de Belgin Doruk’tu.

Yüz Yaşına Kadar Yaşaması Beklenen Ayhan Işık Müthiş Bir Sigara İçicisiydi

Ayhan Işık bir taraftan sağlığının üzerine titrer görünen, yediğine içtiğine çok dikkat ve özen gösteren bir insandı. Bir taraftan sigaranın birini söndürmeden diğerini yakardı. İnanılmaz, müthiş bir sigara içicisiydi. En yakınındakiler kendine onun kadar iyi bakan ve onun kadar iyi beslenen ikinci bir kişi görmediklerini de söylemişlerdir.

Çolpan İlhan neredeyse asansör kullanmamasıyla, çok sağlıklı görünmesiyle ünlü Ayhan Işık için şunları söylemiştir: “Ayhan Işık’ı biz herhalde yüz yaşına kadar yaşar diye düşünürdük.” Osman Seden de aynı fikirdeydi. Ona göre de Ayhan Işık vücuduna bakmasını biliyordu.

Kardeş Gibiydiler

Ayhan Işık’la “Öldüren Şehir”, “Beraber Ölelim” ve beş adet “Küçük Hanımefendi” filmi çeviren Belgin Doruk ise Bircan Usallı Silan’a anlattığı “Acı Dolu Yıllar” adlı anılarında “O Güzelim adam (Ayhan Işık), hepimizden çok yaşayacağına inandığım adam hepimizden önce küt diye göç etti gitti… Onun ölüm anına inanamıyorum. Oysa hepimizin ne güzel bir arkadaşlığı vardı bilemezsin. Eşleriyle gerçekten aile dostluğu vardı aramızda. Her yılbaşı gecesi çoğunlukla bizim evde buluşurduk. Onun yanı sıra hafta sonu geziler, balolar, partiler hep birlikte yaşadığımız güzelliklerdi, hoşluklardı. Hepimiz kardeş gibiydik. Hepimizin derdi birimizin derdi gibiydi.”

Sadri Alışık, Gülşen Işık’a Neden Kızdı?

Belgin Doruk, Bircan Usallı Silan’a sözlerini sürdürmüştü: “Sadri, Gülşen’e neden kızmıştı biliyorsun değil mi? Ayhan ölümcül yatakta yatarken Gülşen Işık, Avrupa gezisini bölüp İstanbul’a dönmüş ve ilk işi Ayhan’a; “Kalk lan… Artistlik yapma… Domuz gibi iki gün sonra ayağa dikilirsin” demesine tanık olmuş. Belki kocasına güç vermek için söylemişti Gülşen bunları ama insanlar böyle anlarda olağanüstü duyarlı oluyorlar biliyorsun.”

Ayhan Işık’ın Ölümü Sadri Alışık’ın Hayatından On Yıl Çaldı

Çolpan İlhan’a göre Ayhan Işık’ın ölümüne çok üzülen Sadri Alışık’ın ömründen on yıl eksilmişti. Alkolle arasının çok iyi olduğuna bir uçak yolculuğunda tanık olduğumuz Sadri Alışık ise en yakın dostundan 18 ya da 19 yıl fazla yaşadı ve erken sayılabilecek bir yaşta vefat etti.

Eğitimi ve İlk Filmi

5 Mayıs 1929 Pazar günü İzmir’de dünyaya gelen Ayhan Işık, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim eğitimi gördükten sonra grafiker olarak çeşitli dergilere kapak tasarlamış ve ilân illustrasyonları yapmıştır.

“Yavuz Sultan Selim ve Yeniçeri Hasan” (1950) Ayhan Işık’ın ilk filmidir ve seyirciden pek ilgi görmez. Bu son derece yakışıklı adam (Clark Gable ile George Clooney’e benzeyen bir görünümü vardır) tiyatrocu ve şarkıcı kökenli oyuncuların yerini alan güzel görünümlü yeni oyuncu kuşağının ilk temsilcilerinden biridir. Bu jenerasyon oyuncuların yüz ve beden güzellikleri tek sermayeleriydi. Fotojeniktiler. Çekiciydiler. Simetriktiler. Kameraların sevdiği insanlardı.

Bir Yıldız Doğuyor

Dönemin film dergisi Yıldız “Geleceğin Oyuncuları” yarışmasıyla pek çok kişiyi Türk sinemasına kazandırmıştır. Bunlar arasında Ayhan Işık ile Belgin Doruk da vardır. Üstelik Yıldız Dergisi yöneticisi Sezai Solelli birden fazla işi aynı anda ve başarıyla yürüten, aynı zamanda Kemal Film’in yani yapımcı Osman Seden’in basın ilişkilerinden sorumlu kişidir. Yapımcı Osman Seden’e Ayhan Işık’ı “Kanun Namına” için Sezai Solelli teklif etmiştir. Bu teklifi beğenen Seden’de yönetmen Lütfi Akad’ı filmin başrolünde Ayhan Işık’ın oynaması konusunda ikna etmiştir.

Yönetmen Lütfi Akad “Kanun Namına” için ilk görüşmesinde Ayhan Işık’ın kendisinde kibar ve terbiyeli bir insan izlenimi bıraktığını söyler. Lütfi Akad ile Ayhan Işık’ın beraber ilk çalışmaları “Kanun Namına” olur. Lütfi Akad bu konuda sonradan şunları söylemiştir: “Osman Seden akıllı bir yapımcı olarak yeni bir jön lanse etmeyi düşündü. Ayhan Işık’tı onun düşündüğü kişi… Fakat öyle yaptı ki, onun etrafına en kuvvetli oyuncuları seçti: Gülistan Güzey’i, Pola Morelli’yi seçti. Settar Körmükçü, Nubar Terziyan, Muzaffer Tema, Neşe Yulaç, Talat Artemel gibi oyuncuların desteği ile yepyeni bir adamı füze gibi fırlattı. Bu düzen Osman Seden’indir… Ve çok iyi bir yapımcı, uzağı gören bir yapımcı olarak davrandı burada. Yeni, yepyeni bir oyuncunun, hiç tanınmamış bir oyuncunun etrafını kuvvetli oyuncularla destekledi.

Ayhan Işık’ın İşten Çıkarılmasından Son Anda Vazgeçildi

Yapımcılığını Osman Seden’in yönetmenliğini Lütfi Akad’ın üstlendiği “Kanun Namına” Ayhan Işık’ı en çok aranan yıldız yapmıştır. Güçlü ve isabetli öngörüleri olan yapımcı Osman Seden Ayhan Işık’la Hollywood’daki gibi uzun vadeli bir anlaşma yapar. Kısaca Ayhan Işık’a yatırım yapar. Yapar yapmasına da “Kanun Namına”nın yönetmeni Lütfi Akad, Ayhan Işık’tan istediği oyunculuğu (istediği yüz ifadelerini) filmin ilk çekim günlerinde alamayınca Ayhan Işık’ın işine son verilmesi bile düşünülür.

Osman Seden bu olayı kendi sözcükleriyle şöyle anlatmıştır: “Filmin çekimine (yıl 1952) Büyükada Dilburnu’nda başladık. Ertesi gün gene orada çalışılacaktı. Hepimizin gözü Ayhan Işık’ın üstündeydi ve ne yazık ki Ayhan Işık son derece başarısızdı. Üçüncü gün adadan dönerken Lütfi, kameraman Enver Burçkin ve ben vapurun yan tarafında oturduk. Üçümüzün de ağzını bıçak açmıyordu. Ayhan Işık bekleneni vermekten çok uzaktı. Ne yapacağız diye sordum. Lütfi’de tıs yok. ‘Değiştirelim mi, filmi paydos edip yeni birini mi alalım o role?’ ‘Bilmem’, dedi. Kısa aralıklarla hep sorular sordum, hiçbir net cevap vermeye yanaşmadı. Özür dileyerek Ayhan Işık’tan vazgeçip, iki gündür çekilen sahneleri baştan çekmeye karar vermek üzereydik ki, o ana kadar konuşmamıza hiç katılmamış olan Enver Burçkin, ‘O’na son bir şans tanıyalım,’ dedi. Üç gün daha beklememizi tavsiye etti, bu müddet zarfında Ayhan’da bir gelişme olursa (ona Lütfi karar verecekti) onunla filme devam edecektik. Lütfi bu fikri hemen kabûl etti… ‘O’na son bir şans daha tanıyalım’ dedi. Üç gün devamlı çalışmalara gittim… Sanki Ayhan’a sihirli bir değnek değmiş gibi birkaç gün sonra Ayhan açılmaya başladı. Bir akşam paydostan sonra Enver de Lütfi de ‘Başaracak’ dediler. Ben de aynı fikirdeydim.”

Lütfi Akad, Ayhan Işık’ın oyunculuğunun tel tel döküldüğü ilk iki günlük çekimleri görüntülerin arızalı olduğunu iddia ederek tekrar çekecekti. Bu filmin bir bölümü bugünkü Beyoğlu AFM Fitaş Sinemaları’nın yerinde bulunan gazinoda çekilmiştir. Setlerinde sıkı disiplin sağlayarak film yöneten Akad “Işıkla Karanlık Arasında” adlı anılarında “Kanun Namına” çekilirken deneyimsiz ya da deneyimi sınırlı Ayhan Işık’a yine bu filmin erkek oyuncularından birinin tavır koyduğunu ancak kendisinin buna geçit vermediğini de anlatır.

25 Yıllık Krallık

Osman Seden “Kanun Namına”nın Ayhan Işık’ın 25 yıllık krallığının başlangıcı olduğunu belirtir.

1952’lerde film başına Osman Seden’den bin sekiz yüz lira alan Ayhan Işık 1963 sonunda yine aynı yapımcıdan film başına yetmiş bin lira almaktadır. Aynı yıl Elizabeth Taylor ise “Cleopatra”dan bir milyon dolar ücret artı hasılattan yüzde on pay almıştır. Ayhan Işık bu gelir uçurumlarını aşabilmenin tek yolu olarak filmlerine insanların ve beyazperdelerin olduğu her yerde pazar bulabilmek olduğunu anlamıştı. Bunun için de tüm dünyayı karış karış gezecekti. İtalyan filmcilerle birlikte gittiği İran seferi bunlardan biridir. Film çevirme takvimi bu kadar dolu bir oyuncunun kendini, projelerini bizzat pazarlayabilmek için Amerika’dan İran’a kadar her yana koşturması onun volkanik/yüksek enerjisinin bir başka kanıtıdır.

Osman Seden uzun süre Türkiye’de film başına en yüksek ücreti alan Ayhan Işık’ın başarısının sırrıyla ilgili olarak Ses Dergisi’nin bir sorusuna şu cevabı vermişti: “Aynı değerde bir başka aktör olmadığı için. Ayhan’ı hiçbir prodüktör öldüremedi. Yani yıpratamadı. Halkın sevgisiyle prodüktörün sempatisini at başı yürütüyor. Birinci olmanın sırrını ve yaratıcının verdiklerini korumasını biliyor. Bir kere ‘erkek tipli’ yaratılmış. Sonra içki, kadın, kumar, sefahat alemleri gibi sinema dışı ve şöhret düşmanı hiçbir ters hareket yapmıyor. Vücuduna bakmasını biliyor. Bu yüzden de sinema seyircisi bu parayı fazlasıyla ona, dolayısıyla bize ödüyor, ödeyecek de.”

Osman Seden bir özeleştirisinde de şunları söyleyecekti: “Türkiye’de star sistemini ben kurdum. Bunun bugün bilânçosunu yaparsanız, sevap günah bilânçosunu, o günahı ben işledim. Peki kurmasaydım ne olacaktı? Gene kurulacaktı. İlk ben yaptım, star sistemi denilen şeyi ben yaptım. Çok da başarılı oldum. Çok, çok, çok başarılı oldum. Ama star sistemi, evde kavanozda boğa yılanı yavrusu yetiştirmeye benziyor. O boğa yılanı zamanla büyüyor, büyüyor, önce senin kemiklerini kırıyor ve yutuyor; sonra daha da büyüyor, etrafına kötülük saçıyor; sonra daha da büyüyor ve kendi etini yiyor. Star sistemi bu.”

“Öldüren Şehir”in Çekimlerinden Bir Mahalle Baskısı Anektodu

Belgin Doruk, Bircan Usallı Silan’ın derlediği ve yazıya döktüğü “Acı Dolu Yıllar” adlı anılarında çarpıcı bir mahalle baskısı örneği verir. “Öldüren Şehir”in bir sahnesinde senaryo gereği Ayhan Işık ile el ele tutuşmaları gereken sahnenin çekimi sırasında bir film çekildiğini anlayamayan ve mahallenin namusunun elden gitmek üzere olduğunu zanneden tutucu çevre sakinlerince taşlandıklarını, linç edilme tehlikesi ortaya çıkınca oradan kaçarak canlarını zor kurtardıklarını anlatır. Bu filmin yapımcısı ve senaryo yazarı Osman Seden, yönetmen Lütfi Akad’tır. “Öldüren Şehir”, Ayhan Işık ile Belgin Doruk’un birlikte oynadıkları ilk filmdir. “Öldüren Şehir”in bir başka özelliği Yıldız adlı film dergisinin “Geleceğin Oyuncuları” yarışmasında Kral ve Kraliçe (birincilik) ödülüne lâyık bulunan Işık ve Doruk’un bir araya getirilmesidir. “Öldüren Şehir” ile hem Işık hem de Doruk, Film Dostları Derneği’nce en iyi erkek oyuncu seçilmiştir.

Yapımcı Osman Seden yönetmenliğini Lütfi Akad’ın üstlendiği “İngiliz Kemal Lawrence’a Karşı”daki rolü için Ayhan Işık’a dönemin boks şampiyonu Vural İnanda’dan boks dersleri aldırır ve neredeyse olanakları ölçüsünde bu film prodüksiyonu için hiçbir masraftan kaçınmaz.

“Kanun Namına” sinema seyircilerinden çok büyük, ”İngiliz Kemal” ise sadece büyük ilgi görür.

1950’lerin sonunda ve 1960’ların başında sadece İstanbul’da yılda 30 milyona yakın sinema bileti kesilmesi film üretimini yılda 130 filme kadar yükseltmişti. Ayhan Işık en popüler oyunculardan biriydi. Adeta paylaşılamıyordu. Ayhan Işık kendini o denli büyük bir star olarak görüyordu ki, bir başka film setine yetişebilmek için Lütfi Akad’ın birkaç günlük çekimi kalan filmi “Üç Tekerlekli Bisikleti” yarım bıraktı. Aslında bu olayda kesinlikle ve kesinlikle Ayhan Işık’ın bir hatası yoktur. Çünkü yapımcı Nusret İkbal’e Ayhan Işık “Üç Tekerlekli Bisiklet” için sadece 15 gün ayırabileceğini önceden bildirmiş, İkbal ise bu durumu Ayhan Işık 15 günlük çekimden sonra setten ayrılınca Lütfi Akad’a söylemiştir. Ayhan Işık’ın “Üç Tekerlekli Bisiklet”in setinde sadece 15 gün çalışabileceğini Lütfi Akad’a da söylememesiyse çirkin bir davranıştır. Ayhan Işık için o dönemde para çeşmeleri akıyordu ve O da küplerinin hepsini sonuna kadar doldurmaya kararlıydı.

Genç Kızlar ve Kadınlar Ayhan Işık’a Aşık Olmuştu

Genç kızlar ve kadınlar Ayhan Işık’a aşık olmuştu. Genç erkekler O’nun gibi görünmek ve olmak istemişti. Ancak Ayhan Işık’ın oyunculuk yetenekleri sınırlıydı. Sadece usta yönetmenlerin elinde çok iyi sonuçlar verdi. Bir sahnenin mümkün olan en az tekrarla çekilmesi onun rol aldığı filmlerde mümkün değildi.

1979’daki vefatı kadar olmasa bile 1963’te Gülşen Işık’la evlenmesi Ayhan Işık’ın kadın hayranlarını epey sarsmıştır. Kısa süre sonra çiftin Serap adında bir kızları olur. Gülşen Işık, Gül Bora (Ekrem Bora’nın eşi), İpek Günay (İzzet Günay’ın eşi), Belgin Doruk ve Neriman Köksal zaman içerisinde örnek gösterilebilecek bir arkadaşlık bağı geliştirmeyi başarmışlardır. Mümkün olduğu kadar boş zamanlarını ve tatillerini birlikte geçirmeye çalışmışlardır.

Ayhan Işık Türk sinemasında yiğit, mert, sözü senet olan, tuttuğunu koparan, bıçkın kenar mahalle delikanlısı karakterlerine hayat vermiş ve bu rolleriyle beyazperdenin yakışıklı kralı ünvanını kazanmıştır.

Çalıştığı birbirinden değerli yönetmenler arasında Lütfi Akad (Kanun Namına, Öldüren Şehir, İngiliz Kemal Lawrence’a Karşı, Üç Tekerlekli Bisiklet), Metin Erksan (Acı Hayat), Ertem Göreç (Otobüs Yolcuları), Halit Refiğ (Güneşe Giden Yol, Kızın Var mı Derdin Var) ve Memduh Ün’de (Namusum İçin) bulunuyor. Vedat Türkali’den (Otobüs Yolcuları) Kemal Tahir’e (Namusum İçin) kadar çok değerli edebiyatçıların yazdığı ve yarattığı senaryoların sinema uyarlamalarında tercih edilmesi de Ayhan Işık’ın ne kadar şanslı bir oyuncu olduğunun bir başka örneğidir.

Göksel Arsoy’a Göre “Küçük Hanımefendi” Filmine Pek Fazla Seyirci Rağbet Etmeyecekti

Göksel Arsoy’un kabûl etmediği rolü üstlendiği “Küçük Hanımefendi” serisi Ayhan Işık’a hareketlerinde aşırı bir özgüven ve rahatlık kazandırmıştır. Göksel Arsoy kendisinin reddettiği rolün Ayhan Işık’a verildiğini öğrenince bu filmi seyretmeye pek fazla insan gitmez demişti. Arsoy yanıldı ve bu seri sinema seyircilerinin en çok ilgi gösterdiği Türk filmleri arasında yer aldı. Çoğu sinema seyircisine ”Mutluluk Hapı” gibi gelen serinin altı filminden (1961 – 1970 yılları arasındaki) dördünde Ayhan Işık, Belgin Doruk ile Sadri Alışık, serinin beş filminde Ayhan Işık ile Belgin Doruk başrolleri üstlendi. “Küçük Hanımefendi” serisi Işık ile Alışık’ın dostluğunu pekiştirdi. Bu filmlerin setlerindeki Işık ile Alışık’ın yarattıkları neşeli ortam/atmosfer ve birbirlerine lâf yetiştirmeleri efsane halinde anlatılır oldu. Sadri Alışık’ın yaptığı Ayhan Işık taklitlerine Ayhan Işık bayılırdı ve bir kez daha tekrar ettirirdi.

Ayhan Işık’ın En İyi Oyunculuk Performansları “Küçük Hanımefendi” Serisindeydi

Lütfi Akad, Ayhan Işık’ın “Küçük Hanımefendi” serisindeki oyunculuğuyla ilgili olarak şunları söylemiştir: “Ayhan Işık ‘Kanun Namına’da gerek ondan sonraki filmlerinde başarısızdı. Gerçi şurada bir düzeltme yapmam gerekir ki, Ayhan Işık hiçbir filmde oynamadı diyemeyiz. Ayhan, yalnızca tatlı, güzel, hafif, duygusal, komedi filmlerinde çok güzel oynadı. Belgin Doruk’la birlikte oynadığı güldürüye yaklaşan tarzı ona çok yakışıyordu. Tipi ve yüz mimikleri o tarza daha uygundu. Ayhan seyirciden işte bu filmlerinde daha çok karşılık bulmuştur.”

Belgin Doruk yine anılarında Ayhan Işık için şunları söylemiştir: “Yaşam boyu onunla (Ayhan Işık) benzer kaderi paylaştık. Daha ilk günden itibaren hep sıkı dost olduk… Konuşmadan anlaştık, aynı şeylere gülüp, aynı şeylere üzüldük. Bunlar tümüyle arkadaşlıktı. Öyle sanıldığı gibi ya da bana sık sık sorulduğu gibi aramızda asla bir duygusal yakınlığımız olmadı. Biz gerçekten kardeş gibiydik.”

Yakın zamanda Can Yayınları, “Küçük Hanımefendi” serisinin baş oyuncuları Ayhan Işık ile Belgin Doruk üzerine birer kitap için Giovanni Scognamillo’yla da görüştü. Ama bu kitap projesi gerçekleşmedi. Alzheimer hastası talihsiz yönetmen Erdoğan Tokatlı’nın eşi Reyhan Hanımın Ayhan Işık ile ilgili belgesel hazırlama isteğineyse Ayhan Işık’ın ailesi açıkçası pek yardımcı olmadı.

Belirgin Kişilik Özellikleri

Ayhan Işık’ın çok tutumlu olması da bir diğer özelliğiydi. Örnek vermek gerekirse sigara otlanması dillere destandır. Onun için “Eli sıkıdır, cebinde akrep vardır. Cimriliğin kitabını yazmıştır,” denmiştir. Bu konuda onlarca meslektaşı da onu yalnız bırakmamıştır.

Ayhan Işık son derece dakik ve işine saygılı bir oyuncuydu. Bu konuda hiç kimseyi zor durumda bırakmamıştır. Oysa Ayhan Işık’ın birçok meslektaşı setlerde onlarca insanı saatlerce bekletmekten, yapımcıların parasını sokağa savurmaktan en ufak bir rahatsızlık duymamıştır.

Ayhan Işık ile Sadri Alışık’ın “Biz sanatkârız, işçi olmadığımız için sendikadan istifa ediyoruz” cümlesiyle özetlenebilecek, patronlardan yana tavır ve tutumları Türkiye’de film üretimi alanındaki çalışma koşullarının düzelememesine karınca kararınca bir katkıda bulunmuştur.

Ayhan Işık film yıldızıyken berbat/karga gibi sesleri ve olmayan/kıt müzik bilgileriyle kamyonla para karşılığında şarkıcılığa soyunan, sahneye çıkan meslektaşlarını en ağır ifade ve sözcüklerle eleştirmiş, aynı teklif kendisine gelince parayı herkesten çok sevdiğinden, hiç düşünmeden taşınmadan şarkıcı olarak sahneye çıkmıştır. Şarkıcılık sınavı tahmin edilebileceği gibi tam bir fiyaskodur.

Ayhan Işık için belki de hayatta en çok önem verdiğiyse, son derece bakımlı, son derece yakışıklı, son derece fit görünmekti. Bazı erkek meslektaşları gibi sette dolaşırken kendini bir taraftan elindeki aynadan seyretmese de bu konuyu takıntı haline getirmişti. Yaşlı, ihtiyar, çirkin bir insan olarak ölmeyi kendisine yakıştıramadığı bile düşünülebilir. Aslında popülerliğini daima korumak isteyen bir film yıldızı olduğu düşünülürse bu konuda kendisini eleştirmek haksızlık olur.

Dokuz Günde Film Çevrilebilir mi?

Yapımcı Osman Seden de şirketi Kemal Film’in zor günler yaşadığı günlerde süper yıldız yaptığı Ayhan Işık’tan yardımını, kendilerine bir can simidi atmasını ister. Gerisi Seden’in anlatımından: “Bana bir film yapmasını rica ettim, cebinden bir liste çıkardı, yalan söylemeyeyim, on üç kadar film anlaşması yapmıştı. Hiç boş vakti yoktu. Filmler arasında dokuz günlük bir ara vardı ve istersem bu dokuz günü bana verebileceğini söyledi. Dokuz günde nasıl film çevrilebilir ki?”

Ayhan Işık’ın kendine hayranlığı ve inanılmaz özgüveni dillere destandır. Adeta kendi kendisine aşıktır (Narssisttir). O adeta küçük dağları yaratmıştır. Bulunmaz Hint kumaşıdır. Dünyanın birinci harikasıdır. Bu konuda da onlarca meslektaşı O’nu yalnız bırakmamış, hatta onu sollayıp geçmişlerdir. Onlar asla ve asla mütevazi değillerdir.

Ayhan Işık, Hollywood’da yer edinmek gibi büyük hayallere kapılmış ve Amerika’da Muzaffer Tema’dan daha fazlasını başarabileceğine kendini inandırmıştır. Muzaffer Tema, Alan Ladd kadar yakışıklıysa Ayhan Işık da Clark Gable kadar yakışıklıdır. Sonuçta Ayhan Işık Amerika’dan büyük bir hayal kırıklığı içinde dönmüştür. Ancak son nefesini verinceye kadar çevirdiği filmlerin tüm dünyada izlenebilmesi ve filmlerine dünyanın her yanından güçlü sermaye gruplarının yatırım yapmaları için inanılmaz bir mücadele vermiştir. Bu da ancak takdir edilebilir bir davranıştır.

Ayhan Işık’ın yapımcı Turgut Demirağ’ın senaryosunu Giovanni Scognamillo’ya yazdırdığı James Bond tarzındaki bir filmde oynaması da söz konusu olmuştur. Bu filmde oynamayı kabûl eden ünlü Amerikalı oyuncu Jayne Mansfield trafik kazasında ölünce film kalmıştır.

Türk Sinemasının Kara Kutusu Agâh Özgüç, Ayhan Işık’ı Hakan Sonok’a Anlattı

Başlangıçtan bugüne Türk sinema tarihi hakkında çok şey bilen adam, herkesten fazlasını bilen adam, Türk sinemasının tutanakçısı, detektifi, arkeoloğu, sinema tarihçisi, arşivcisi, onlarca değerli araştırma kitabının yazarı Agâh Özgüç, bu satırların yazarına yakından tanıdığı ve Park Otel’de viski içerek sohbet ettiği Ayhan Işık’ı anlattı.

*Ayhan Işık’ın görünümü üzerine:

“Ayhan Işık yakışıklı, esmer, yağız, Osmanlı-Türk erkek görünümünün en tipik temsilcisidir. Türkan Şoray ise güzel Türk kadınının en tipik temsilcisidir.”

*Ayhan Işık’ın sırları üzerine:

“Ayhan Işık herkese karşı çok mesafeliydi ve son derece ketum (ağzı sıkı) bir insandı.”

*Ayhan Işık’ın Ressamlığı:

“Ayhan Işık sinema oyunculuğundan önce Türkiye Yayınevi’nin sahibi, sonradan milletvekili olacak olan Tahsin Demiray’ın yanında ressam olarak çalışıyordu. Ayhan Işık, ‘Aşka İnanmam’ adlı çizgi romanın yaratıcısıdır. Çizgi roman kitap olarak basıldığında kapağın üzerinde Ayhan Işık’ın fotoğrafı vardı. Türkiye Yayınevi, Yıldız, Bin bir Roman, Çocuk Haftası ve Yavru Türk dergilerini ve çeşitli kitapları yayınlıyordu. Filmleştirilmiş romanlar serisi de bu yayınevine aitti.”

*Ayhan Işık’ın hayatındaki kadınlar:

“Ayhan Işık biliyorsunuz 1950’de ünlü oldu ve 1960’ların başında evlendi. Işık, ünlü olduktan sonraki ve önceki bütün özel hayatını herkesten gizlemeyi başarmıştır. Hayatında Gülşen Işık’tan başka bir kadın olup olmadığı bir sırdır, bir bilinmeyendir. Ayhan Işık hayatındaki Gülşen Işık’ın varlığını bile uzun süre hayranlarından gizlemeyi tercih etmiştir. Ayhan Işık ile Gülşen Işık’ın aşk yaşadıklarının kanıtı olan ilk fotoğraflar bile uzun uğraşlar ve gizli takiplerden sonra gizlice ve uzaktan çekilebilmiştir. Ayhan Işık, belki de kadın hayranlarını hayal kırıklığına uğratmamak için hayatındaki kadını (Gülşen Işık’ı) uzun süre onlardan gizlemiştir.”

*Ayhan Işık’ın oyunculuğu:

“Örnek vermek gerekirse Fikret Hakan iyi bir oyuncudur. Ancak, Ayhan Işık, filmlerinin başrol oyuncusu olmasına rağmen oyunculuk yetenekleri/kapasitesi sınırlı olduğundan kimi filmlerinde filmin yardımcı/ikinci erkek oyuncusu karşısında ezilmiştir. Üç örnek verebilirim: ‘Acı Hayat’ta Ekrem Bora’nın oyunu, ‘Yangın Var’da Turgut Özatay’ın oyunu, ‘Aşktan da Üstün’de de Ahmet Mekin’in oyunu Ayhan Işık’ın yine aynı filmlerdeki oyunundan daha üstündür.”

*Türk sinemasının 12 erkek starı:

“Ayhan Işık bir stardır. Bence Türk sinemasında starlık mertebesine ulaşmış 12 erkek oyuncu vardır. Ayhan Işık, Yılmaz Güney, Sadri Alışık, Fikret Hakan, genç kızların ve kadınların bayıldığı Muzaffer Tema, seyirci rekorları kıran ‘Samanyolu’ (1959) filminden sonra otomobili hayranlarınca havaya kaldırılan Göksel Arsoy, Orhan Günşiray, Cüneyt Arkın, Tarık Akan, Kadir İnanır, Kemal Sunal ve Şener Şen.”

*Starlığa en yakın olan:

“Günümüzden starlığa en yakın duran erkek oyuncu Kenan İmirzalıoğlu’dur. Kenan İmirzalıoğlu tipolojik açıdan adeta Ayhan Işık ile Kadir İnanır’ın karışımıdır.”

*Hollywood yıldızları gibi yaşayan tek Türk starı:

“Bu starlardan bir tek Orhan Günşiray Amerikan oyuncuları gibi yaşamaya çalışmıştır. 7 evlilik yaptığı gibi atları, köpekleri, uşakları, atlarının bakıcıları, özel ayakkabı boyacısı, yatı, Levent’te villası, son model otomobilleri ve düğmeye basılınca yatak olan barı vardı.”

*Ayhan Işık’ın Türk sinemasındaki yeri:

“Ayhan Işık’ın Türk sinema tarihinde çok önemli bir yeri vardır; O Türk sinemasına star sistemini getiren adamdır. Yeşilçam beylerine / ağalarına / prodüktörlerine başkaldırıp kendi kurallarını ve prensiplerini (‘Ayhan Işık Pazar günleri çalışmaz’ gibi) onlara kabûl ettiren adamdır. Türk sinemasında star sistemi gerçek anlamıyla Ayhan Işık’ın gelişiyle başlar. Yaşamını ve oyunculuğunu bu temellendirme üzerine kuran Türkiye’deki ilk oyuncudur. Star sistemi batıdan ithâl edilmiştir, ancak Ayhan Işık Türk sineması için katıksız bir yerli malzemedir. Yani ne Muzaffer Tema gibi Alan Ladd, ne de Nazım İnan gibi Victor Mature’nın abartılı stilizasyonunu taşır hamurunda. Işık’ın abartısı yalnızca zaman zaman sol kaşını kaldırması, biraz da kasılmasıdır. Ne var ki birçok oyuncuda iğreti gibi duran bu tavır, Ayhan Işık’ta pek yadırganmaz. Çünkü Işık’ta kasılmışlık kişiliğinin ayrılmaz bir parçası ve ağırbaşlılığının bir simgesi haline gelmiştir. Sol kaşını kaldırması Ayhan Işık’a yakışıyordu. Aynı şeyi yapması Kadir İnanır’a yakışmıyordu, abartılı kaçıyordu ve rol kestiği anlaşılıyordu. Kamera karşısına geçtiğinde nereye bakacağını, en doğru açıdan bakmayı çok iyi bilen bir stardı Ayhan Işık.”

*Ayhan Işık’ın en iyi oyunculuk performansları:

“Ayhan Işık’ın en iyi oyunculuk performansları ‘Acı Hayat’, ‘Otobüs Yolcuları’, ‘Üç Tekerlekli Bisiklet’, ‘Kanun Namına’, ‘Ölüm Peşimizde’ ve ‘Avare Mustafa’dadır.”

*Ayhan Işık’tan iyi oyunculuk elde edemeyen yönetmenler:

“Ayhan Işık’tan ya da başka bir oyuncudan iyi oyunculuk alamayan yönetmenler kabahati ve yetersizliği kendilerinde aramalıdır. Ayhan Işık’tan ya da başka bir oyuncudan iyi verim / iyi oyunculuk alamayan yönetmen kendini suçlamalıdır. Bu yönetmenler suçu oyuncularına yüklemesinler. İyi yönetmen odunu bile yönetir. İyi yönetmen oyuncusundan en iyi oyunu almanın yolunu arayıp bulmalıdır. Her yönetmen ne yazık ki oyuncu yönetemiyor. Çoğu yönetmen oyuncularını ne yazık ki sette kendi haline bırakmaktadır. Çok şöhretli oyuncuların şöhretlerinin yönetmeni ezdiği durumlar da vardır.”

*İyi oyunculuk ve kötü oyunculuk örnekleri:

“Lütfi Akad’ın ‘Kurbanlık Katil’inde Yılmaz Güney hayatının en iyi oyunculuklarından birini ortaya koymuştur.

Yönetmen Nejat Saydam Türkan Şoray’dan iyi verim alamamıştır.

Tarık Akan’ın en üst düzey oyunculuk örnekleri, ‘Sürü’, ‘Yol’ ve ‘Pehlivan’dadır.

Türkan Şoray, Ekrem Bora ve Ayhan Işık ‘Acı Hayat’ta başarılı oyunculuklar sergiler. Ama bu filmde Ekrem Bora Ayhan Işık’tan daha iyidir.

Kadir İnanır narsist bir insandır. ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’da çok iyi bir oyunculuk çıkarır; üstelik bu filmde kasılmadan oynar.

İzzet Günay’ın en iyi oyunculuk performansları ‘Vesikalı Yarim’ ve ‘Ağaçlar Ayakta Ölür’dedir.”

*Ses fakirleri ve zenginleri:

“Ayhan Işık da Fikret Hakan da etkili sesleri, çok düzgün ve akıcı konuşmaları olmadığından başkalarının seslerini kullanmışlardır. Onlar ses fakiridir. Allah onlardan bu yeteneği esirgemiştir.

Çetin Tekindor, Müşfik Kenter, Kerim Afşar, Cihan Ünal, Cüneyt Gökçer, Tuncel Kurtiz, Sami Ayanoğlu, Abdurrahman Palay, Yıldırım Önal seslerini iyi kullanmalarıyla meslektaşları arasında öne çıkmışlardır.”

*Yüz eskimesi:

“En büyük star bile yılda 10-12, hatta 13 film çevirirse yüz eskimesine uğrar. Ayhan Işık’ta bir ara birbiri ardından çok sayıda (yılda 10 ilâ 13) film çevirdiği için yüz eskimesine uğramıştır. Ancak en çok film çeviren, rekor düzeyde film çeviren Cüneyt Arkın’dır. Ayhan Işık’ta 138 filmde oynamıştır. Günümüzden bir örnek vermek gerekirse yetenekli bir oyuncu olan Özgü Namal’da kısa bir süre içerisinde çok film çevirdiğinden bir yüz eskimesine uğramıştır şimdiden.

Türk sinemasında yüzünü eskitmemeyi başaran tek kişiyse Şener Şen’dir. Yüz eskimesine uğramamak için Şener Şen özel bir dikkat ve özen göstermektedir. Son on üç yıldır sadece 3 sinema filmi çevirmiştir. Sadece Yavuz Turgul’un senaryolarında oynamayı kabûl etmektedir.”

*Ayhan Işık’ın şarkıcılığı:

“Ayhan Işık, sahnede kötü bir şarkıcı ve kötü şovmendi. Bir kere sahne adamı değildi. Onu sahnede izlemeye gelenler paralarının karşılığını alamıyordu. Oysa sahne, ‘Çamlıca’nın Üç Gülü’, ‘Sazlar Çalınır (Çamlıca’nın Bahçelerinde)’, ‘Yar Saçların Lüle Lüle’, ‘Biz Heybeli’de Her Gece Mehtaba Çıkardık’ gibi şarkıların bestecisi Yesari Asım Arsoy’un yeğeni Göksel Arsoy’a yakışıyordu.”

*Ayhan Işık’ın yakın çevresi:

“Belgin Doruk ile Özdemir Birsel çifti, Sadri Alışık ile Çolpan İlhan çifti ve yönetmen Ertem Göreç de Ayhan Işık’a ailecek görüşecek kadar yakındı.

Ayhan Işık’ın ölümünden sonra Sadri Alışık evinde bir Ayhan Işık köşesi oluşturdu. Onun fotoğraflarının karşısına geçip kadeh kaldırır ve içkisini içerdi. Çok yakın arkadaşlardı. Bildiğim kadarıyla Zincirlikuyu Kabristanı’nda mezarları da birbirine çok yakın.”

*Ayhan Işık’ın cenazesi:

“Ayhan Işık’ın cenazesi benim hayatımda gördüğüm en kalabalık cenazelerden biriydi. Bir diğeri de Adile Naşit’indi. İki cenazede de insanlar seller gibi gözyaşı döktü. Ayhan Işık için en çok kadınlar, Adile Naşit için en çok çocuklar ağlamıştı. Ben de Ayhan Işık’ın cenazesinde ağlayan kadınların çeşitli fotoğrafları var.”

*Ayhan Işık’ın ölümü:

“Ayhan Işık’ın ölümü için, ‘Karısıyla problemleri vardı, kafası bozulmuştu, çok mutsuzdu ve intihar etti’ bile denmiştir. Çok viski içtikten sonra uzun süre güneş altında kaldığı söylenmiştir. Ancak gerçeği hiçbir zaman bilemeyeceğiz.”

*Ayhan Işık’ın mirası:

“Karısı Gülşen Hanım ve kızı Serap Hanım bugüne kadar Ayhan Işık’tan kalan her şeyin korunması için vakıf kurmalıydılar. Ancak bunu ne yazık ki yapmadılar. Bugün bile vakıf kurulması için geç kalınmamıştır.”

*Ayhan Işık gözaltı torbaları:

“Ayhan Işık ölümünden kısa bir süre önce gözaltı torbalarını aldırmıştır. Çünkü hayatını sinemadan kazanıyordu. Yine bir örnek Cüneyt Arkın’da burnunu düzelttirmiştir. Yapımcı Nazmi Özer’de gözaltı torbalarını aldırmıştır. O dönemde botoks yoktu, olsaydı onu da yaptırırlardı.”

*Ayhan Işık ile Türkan Şoray:

“Ayhan Işık’ın ‘Otobüs Yolcuları’ ve ‘Acı Hayat’taki rol arkadaşı Türkan Şoray’la tanışmasının çok ilginç bir öyküsü var. Türkan Şoray, henüz hiçbir film çevirmediği günlerde, sadece bir sinema seyircisi ve meraklısı olarak, Ayhan Işık’ın film setine geliyor ve ondan imzalı bir fotoğrafını istiyor. O’nu çok beğenen Ayhan Işık’ta yönetmen yapımcı Memduh Ün’e Türkan Şoray’la film çevirirse çok kazançlı çıkacağını ve hemen ona başrol vermesini söylüyor. Ancak Memduh Ün, Türkan Şoray’ı tombul ve burnu biçimsiz bularak ‘Ölüm Peşimizde’de oynatmıyor. Rol Fatma Girik’in oluyor. Yani Memduh Ün’ün sevgilisinin.”

*Yurt dışında iş bulmak ve kendi işini kurmak:

“Türk sinemasının oyuncularından bazıları yabancı filmlerde de iş bulmuşlardır. Feridun Çölgeçen ile Muzaffer Tema, Amerikan filmlerinde, Fikret Hakan’da İtalyan filmlerinde rol almıştır.

1972 ile 1974 arasında ikincisinde ve üçüncüsünde güzeller güzeli Nastassia Kinski’nin çirkin babası Klaus Kinski’nin başrolde olduğu üç İtalyan filminde (‘La mono che nutre la morte-Ölümün Nefesi’, ‘L’amico del padrino-Babanın Arkadaşları’, ‘Le amanti del mostro-Canavarın Sevgilisi’) oynayan Ayhan Işık’ın bir de yapımcılık serüveni var. Yapımcılık yaptığı filmlerin hiçbiri önemli film değildir. Hepsi çok kötü filmlerdir. Ayhan Işık yapımcılıkta başarısız olmuştur. ‘Haşhaş’ (1975), ‘Harakiri’ (1975), ‘Kana Kan’ (1976) ve ‘Örgüt’ (1976) bu serüvenin ürünleriydi. İlk üçünü Ertem Göreç, sonucuyu bizzat Ayhan Işık yönetti. Dördünde de Ayhan Işık başroldeydi. ‘Haşhaş’ta Sadri Alışık, ‘Harakiri’de Mehmet Ali Erbil’de oynuyordu. Bu filmler sinema seyircisinden hemen hiç ilgi görmedi. Bu filmlerin haklarını bir ara Ümit Utku almıştı. Sonra Ayhan Işık’ın karısı Gülşen Işık filmleri Ümit Utku’dan geri aldı. Galası Beyoğlu Saray Sineması’nda İstanbul’un en seçkin ve önde giden ailelerine yapılan ‘Haşhaş’taki grup seks/orji sahnesi galaya katılanlar üzerinde şok etkisi uyandırmış ve bu ailelerin pek çoğunun yüzünün kızarmasına yol açmıştır.”

5

YILMAZ GÜNEY

Yılmaz Güney Korsan “İnce Memed” Filmlerinden Şu Sözlerle Bahsetmişti:

“Sinemamızda ‘İnce Memed’ değişik adlarda 19 kere filme alındı; bunların 17’sinde ben oynadım!”

KENDİLERİNİ TANIMA ŞANSINA ERDİĞİM HALDE MATHILDA SERRERO KEMAL (1923-2001) & YAŞAR KEMAL (1923-2015) ÇİFTİNE SORMAYI UNUTTUĞUM ŞEY:

Yaşar Kemal’in “İnce Memed” romanının dördüncü baskısının (Remzi Kitabevi 1960) girişinde şöyle yazar:

“1925-33 yılları arasında Toros Dağları’nda yüz elliden fazla eşkıya dolaşırdı; hikayesini ettiğimiz İnce Memed bunlardan biriydi.”

Bu giriş sonradan romanın yeni baskılarından çıkarılıp atılmıştır...

Geçtiğimiz günlerde “Yeşilçam Sinemasına Saygı Günleri” düzenleyen İstanbul Klâsik Otomobilciler Derneği Başkanı Serkan Okay, Yılmaz Güney’in başrolünde olduğu “Eşrefpaşalı” ve “Bir Çirkin Adam” filmlerinde kullanılan otomobil Buick Riviera’yı buldu ve sergiledi.

Yılmaz Güney bu otomobili sonradan Hasan Kazankaya’ya satmıştı. Otomobilin son otuz yıldaki sahibiyse Ali Altan Mıhçıoğlu’ydu.

Yılmaz Güney’in 1963 Oldsmobile, 1962 Mercury ve 1965 Ford Mustang otomobilleri de vardı.

Bu yazıda “Eşrefpaşalı” filminin dünya sinema tarihine geçen çekim serüvenini anlatacağız.

Önce Özet:

Yıl: 1966… Yer: Nazım Kalkavan’ın Beylerbeyi’ndeki Yalısıdır… Filmin harici bir gece sahnesi yalının bahçesinde çekilmektedir. İçkili Yılmaz Güney bu sahnede Nebahat Çehre’nin başı üzerine bir bardak koyup tüfeğini ateşleyecektir. Ancak bardağı hakiki bir mermiyle vurmak niyetindedir.

Filmin yönetmeni Erdoğan Tokatlı, Yılmaz Güney’in bu çılgın tavrına karşı çıkar. Tokatlı, Güney’e “Hayır olmaz! Karını öldürmeye mi niyetlisin?” diyecektir.

Ancak Yılmaz Güney’i kararından vazgeçiremez, döndüremez. Ölümle yaşam arasında gidip gelen Nebahat Çehre bir kurbanlık koyun gibi başının üzerinde bardak kaderini bekler. Yılmaz Güney spot lambalarının aydınlığında yirmi metre öteden silâhını doğrultup tetiğe basar. Tek bir kurşunla bardak tuzla buz olmuştur. Kıl payı ölümden dönen Nebahat Çehre korkunç olaydan sonra sinirsel bir boşalmayla Yılmaz Güney’e sarılarak ağlamıştır.

Nebahat Çehre’nin Ölümden Dönmesinin Ayrıntıları:

Yazar William Burroughs Eylül 1951’de ikinci karısı Joan Volmer’ı Guillame Tell’cilik oynarken öldürmüştü; olay şöyle gelişti: William Burroughs karısının başının üzerine bir bardak cin yerleştirdi ve iki metreden tüfekle ateş etti… Kurşun kadının başına saplandı ve ne yazık ki kadın öldü…

15 yıl sonra bu olayın bir benzeri Türkiye’de yaşandı ve şükürler olsun kurşun kadının vücuduna saplanmadı. O kadın Nebahat Çehre kendisine ateş edense kocası Yılmaz Güney’di…

Yılmaz Güney, Nebahat Çehre’nin Başına Hedef Koyup Hedefe Ateş Etmişti!

Yıl 1966. Yılmaz Güney’in, Türkiye eski güzellerinden olan ve her Türk erkeğinin en az bir kere aşık olduğu karısı, Nebahat Çehre’nin başına şişe ya da bardak (tanıkların farklı farklı ifadeleri var) koyup ateş ettiği film olan, “Eşrefpaşalı”daki korkunç olayı önce Giovanni Scognamillo’nun sonra da Erol Günaydın ve Agâh Özgüç’ün anlatımıyla gözünüzün önünde canlandırmaya çalışacağız.

Giovanni Scognamillo, Nebahat Çehre’nin Kafasının Üzerine Ateş Açılmasını Anlatıyor:

Giovanni Scognamillo: “‘Çirkin Kral’la ikinci karşılaşmamız Erdoğan Tokatlı’nın yönettiği “Eşrefpaşalı”nın setinde oldu: O dönemde adeta “ulusal set” haline gelmiş olan Kalkavanlar’ın köşkünde ortada dolaşan şirin bir küçük kız vardı, adı Billur olan.

Erdoğan Tokatlı beni sabah erkenden aramıştı; filmde küçük bir rol vardı, bir Amerikalı işadamı, oynar mıydım? Figüranlık yapmaya alışmıştım, setler hep ilginç oluyordu, üstelik güzel bir yaz günüydü. Neden olmasın?

Vardığımda set kalabalıklaşmıştı. Yılmaz Güney, Nebahat Çehre, Feridun Çölgeçen, Renan Fosforoğlu, Sevinç Pekin ve değişik bir figürasyon olarak, bir dizi hippy, kimi Fransız, kimi İngiliz.

Sabah ön bahçede çalışıldı, öğlen her zamanki gibi “hafif” bir şeyler yenildi, salatalık, domates, beyaz peynir, ekmek türünden. Öğleden sonra çekimler devam etti ama bizim sahne hep ertelendi, nasıl olsa bir dahili idi! Ve çene çaldık, hippy kızlarla sohbetlere daldık, hava kararınca da Yılmaz Güney’in canlandırdığı karakterin yabancı işadamlarıyla görüşme sahnesi çekildi.

Çekimin asıl olayını daha önce gerek Agâh Özgüç, “Arkadaşım Yılmaz Güney” adlı kitabında, gerekse Ahmet Kahraman, “Yılmaz Güney Efsanesi” adlı kitabında uzun uzun anlattılar. Bense o gece yaşadıklarıma oldukça şaşkın ve bir hayli tedirgin tanık oldum. Gece idi, Yılmaz da oldukça içkili. Çekilecek son bir sahne vardı: Yılmaz Güney on metre ötede olan, Nebahat Çehre’nin başına dikilen bir şişeye ateş edip parçalayacaktı. Erdoğan Tokatlı sahneyi bölmek, kırılan şişe efektini yakından ve ayrıntı olarak çekmek istedi. Yılmaz direndi, tek plânda çekilsin diye. Direnmekle kalmadı elindeki tüfeğe kurşun sürdü. Set bir anda boşaldı, bir görüntü yönetmeni Mustafa Yılmaz, bir de Tokatlı ile iyi anımsıyorsam, yönetmen yardımcılığını yapan Yücel Uçanoğlu sette kaldı. Yılmaz lâf dinlemiyor, içkili ve saldırgandır, Tokatlı ikna edemiyor onu, Çehre ise ha bayıldı ha bayılacak. Yılmaz’ın ne denli iyi silâh kullandığını herkes iyi biliyor ama… Sonuçta her şey bir anda oldu: Yılmaz “motor” diye bağırdı, silâhını ateşledi, şişe parçalandı ve bir alkış koptu… Yılmaz Güney’di bu ve başka şekilde hareket edemezdi, içine işlemişti artık, bir melek-şeytan karışımı gibi. Bir gece, bir lokalde servis yapan garsonun boynuna sarılır, bin lira (ki bayağı büyük paraydı) bahşiş verir, biraz sonra ise haklı ya da haksız, çıngar kopartırdı.”

Erol Günaydın, Nebahat Çehre’nin Kafasının Üzerine Ateş Edilmesini Anlatıyor:

Emine Algan’ın “Erol Günaydın Kitabı: İki Kalas Bir Heves” adlı kitapta (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) Erol Günaydın “Eşrefpaşalı” setinde yaşanan olayı şöyle anlatır:

“İlk kızım Ayşe 1966’da doğmuştu. İşte ben Ayşe doğduğu zaman İzmir’den ‘Eşrefpaşalı’nın çekimleri için geldim. Bir kısım sahneler İstanbul’da geçecek. Kalkavanların köşkünde çalışıyoruz. Yılmaz Güney’de içkili birazcık. Bir sahne var. Yılmaz birdenbire, ‘Şu şişeyi al da karşıma geç’ dedi. ‘Ne olacak?’ dedim. ‘Ateş edeceğim, vurur muyum ben seni’ dedi filân. Ben şişeyi tuttum, tak diye ateş etti. Ben şişeyi bırakıp kaçıyorum. ‘Aydemir’ diye çağırdı. Aydemir Akbaş’ta şişenin kalan yarısını aldı. Aydemir’in elinde de yarısını kırdı. Arkadan karısı Nebahat’a, ‘Başına bardağı koy’ dedi, ‘ateş edeceğim.’ Kadın ‘Olmaz, yapamam, edemem…’ dedi. Yılmaz Güney ‘Seni vururum’ dedi, ‘Yok bunun yolu!’ Kadın başına bardağı koydu Yılmaz dan diye ateş etti. Bardak kırıldı ama Nebahat Çehre korkudan yerlerde.”

21 Ağustos 2009’da bir araya geldiğimiz ve söyleştiğimiz Erol Günaydın’a bu olayı bir kez daha anlattırdım. Günaydın, Güney’in keskin nişancılığından dolayı bu olayda kimsenin yara almadığını, Nebahat Çehre’nin ise korkudan bayıldığını söyledi.

Agâh Özgüç, Nebahat Çehre’nin Kafasının Üzerine Ateş Edilmesini Anlatıyor:

Agâh Özgüç ise bu olayı bize anlatırken Erdoğan Tokatlı’nın 43 yıl önce “Eşrefpaşalı” setinde Yılmaz Güney’i durduramadığını söyledi. Özgüç sözlerini şöyle sürdürdü: “William Tell (Giyom Tell) nasıl usta, keskin nişancı okçusuysa Yılmaz Güney’de kendini onun yerine koyuyordu. Yılmaz Güney’in setlerinde ne yazık ki silâh atışları hakikidir, gerçek mermi kullanılmıştır.

Agâh Özgüç, Cüneyt Arkın’ın içki içtikten sonra Giyom Tell olduğunu zannettiğini önüne gelene, kendisine ve Hamit Yıldırım’a kafasının üzerine gelecek şekilde ok attığını/yağdırdığını da yaptığımız söyleşide anlattı.