Genel olarak evrimleşmiş insanın son hali; sosyal, üretken, iletişim içinde, karar mekanizmalarının ya içinde ya da o kararlarda doğrudan ya da dolaylı etkisi olan bir varlık olarak görünür.
Anlayacağınız dağ başında "tek başıma, kendi halimde yaşıyorum" dese de öyle kendini her şeyden arındıramaz, soyutlayamaz.
İnsan, her ne kadar kendinden kaçabilir ise, o kadar da sosyal ve siyasal olaylardan kaçabilir. 21. yüzyılda, hiçbir şeyden kaçmanın olanağı yok. Varlığınızdan da yokluğunuzdan da sorumlusunuz.
İnsanlar ilk olarak aileleri, ardından toplumu, daha sonra da devletleri güvenlik, sosyal ve ekonomik sebeplerle kurmuşlardır.
İnsan için güvenlik ilk başta gelen önceliktir. Düşmanlarına karşı korunma amaçlı olduğu gibi, düşmanlarını yok etmek için saldırı amaçlı da olabilir.
Toplumların "az ya da çok gelişmiş" gibi sosyal ve ekonomik tanımlarını sevmiyorum. Her toplumun kendi değer yargılarını ve kurallarını oluşturur ve yaşamında uygular.
İlk çağlarda komünal/ortak yaşamda bu dayanışma olurken, mülkiyet kavramı ile birlikte feodal toplumda, her ne kadar bireyselleşme de yine de toplum, bireylere karşı sorumludur.
Hastayken, yaşlanınca ya da çok özel bir durumda aile olsun, ailenin içinde bulunduğu toplumun bireyleri olsun herkesin birbirine bir sorumluluğu ve dayanışması vardır.
Kişilerin birer birer üretimin içinde yer almaya başlaması, devletlerin yurttaşlarının her türlü güvenliğini almak durumda olmasıyla birlikte, kapitalizm farklı bir yüz ile ortaya çıkıyor, bunun adına da "Sosyal Devlet" deniliyor.
"Sosyal Devlet" kavramı kapitalist, liberal devlet ile ilgili bir kavramdır. Çünkü, sosyalist sistem ve devletlerde mülkiyet kamunun, herkesin olduğundan, üretim de herkes içindir. Dolayısı ile "sosyal Güvenlik" diye bir kavram, insanların yaşamlarında yoktur, çünkü devletin doğal görevi budur;
Devlet, kişilerin insanca ve insan onuruna yakışan yaşam koşullarını sağlamak zorundadır.
Kapitalist sistem içinde ki devletlerin, özellikle birinci ve ikinci dünya savaşları öncesi ve sonra yaşadıkları bir takım ekonomik ve sosyal sorunlar, sistemin kendi devamını riske atmamak için güven önlemleri almaya itmiştir ve "Sosyal Devlet" ve "Refah Devleti" kavramları da böyle bir zorunluluktan çıkmıştır.
Devlet, çalışanlardan çalıştıkları sürece tahsil ettiği kesenekler ile, çalışanların hem emeklilik hem de sağlık-sosyal güvenliklerini güvenceye almakta ve sosyal sorunların siyasi bir sorun olmasını önlemektedir.
Birçok kere farklı boyutları ile tartışılan bu sağlık ve emeklilik gibi konuları içeren sosyal güvenlik sistemi, özellikle 1980'lerden sonra tartışılmaya başlanmış ise de COVID-19 sürecinde, işyerleri ve fabrikaların üretimden yavaş yavaş düşmeleri, çalışanların sayısının azalması önce bireyler olarak başlayan bir sorunun zamanla sosyal bir yaraya dönüşme olasılığı yüksektir.
Hele hele tüm gelirleri dolaylı-dolaysız gelirler olan devletlerin, kendi öncelikli hizmetleri ile, yurttaşa zorunlu hizmetlerini sunumunda zorluklar yaşayacağı kesindir.
Özellikle Diyanet İşleri Başkanlığının Cuma hutbelerinde ki konu önceliğine bakar isek, durum hakkında bir bilgimiz olacaktır.
“Hayatımız boyunca pek çok sıkıntı, keder ve musibetle karşılaşırız. Sonuçları ne olursa olsun başımıza gelen her olay, dünya imtihanının bir parçasıdır” denilerek, Bakara Suresi’nden “korku ve açlıkla sınanma”yı içeren ayete de yer verilerek:
“Nitekim Cenâb-ı Hak bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: ‘Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele! denilerek, durumun ilahi takdir olduğu belirtilip, tevekkülle karşılanması istenmektedir.
Devletin yıllardır insan kaynağı, emeği ve sermaye birikimleri görmezlikten gelinerek bir özel sektör teşvikçiliği, almış başını gitmektedir. Devlet destekli Özel sektör yatırım projelerindeki, alınan uluslarası kredilerde ki devlet güvenceleri de dahil süreçler gün geçtikçe sosyal devletin olanaklarını sınırlayacak ve ilaç ve tedavi ücretlerinin ödenmesi ile başlayan olumsuz süreç daha da belirginleşerek, yaygınlaşacaktır.
Devletler baki, kalıcı yapılardır.
İktidarlar ise, koşulların getirdiği siyasi tercih ve süreçlere bağlı olarak devleti yöneten güçtür.
Her siyasi iktidar, kendisini iktidar eden gücün projelerini ve sürecini yürütür. Bundan daha doğal bir şey yoktur.
Burada sorun olan ise, toplum kesimlerinin ve bireylerin kendilerinin toplumsal olarak nerede bulunduğunu bilmemeleridir.
Sosyal devletin her geçen gün tasfiye edildiği, vakıf ve derneklere sağlanan ekonomik ve siyasi ayrıcalıklar ile fonlanan bu sistem, toplum kesimlerinin devlet bağlılıklarını gün geçtikçe zayıflatmakta ve sorunları perdelemektedir.
Oysa aynı mahallede, sokakta hatta apartmanda, aynı sosyal ve ekonomik güvence ve olanaklara sahip kişilerin siyasi tercihlerinin farklılığını anlamak mümkün değildir.
Haydi buna siyasi, inançsal ve etnik birtakım gerekçeler bulalım.
Ya insan olarak hangi vicdan, komşunun aç ve acıları karşısında sessiz kalabilir ve görmezlikten gelebilir.
Ama öyle duruma gelinmiştir ki, bu neredeyse özendirilir bir hal almıştır. Kul hakkı günah ise, başkalarının sefalet ve acılarına sebep olduğumuz şeyler de bize günah sayılmaz mı?