Atalar derler ki, "AKILLI DELİYE SÖYLETİRMİŞ". Tamam bu memleketin akıllısı da çok, delisi de. Ancak sorun, bazı "akıllıların" ne söylediklerini kendilerinin bile bilmemesi.
Daha ötesini de söylemek mümkün de, yok
artık "o kadar da olmaz" diye düşünmek istiyor insan.
Sonrada durup, o türküde ki gibi
düşünüyorsunuz. "Bir insan ömrünü neye vermeli/ Harcanıp gidiyor ömür
dediğin/ Yolda kalanda bir yürüyende bir/ Harcanıp gidiyor ömür dediğin".
Gerçekten yaşam bu kadar gariplikler ile
mi dolu, yoksa bizler bir yerleri boş bırakınca, yine birileri mi dolduruyor.
Önce, "Lozan 100 Yıllıktır"
teraneleri(içi boş söz) ile başladılar. Sonra terane olmadığını, hatta Ulu
Önder Mustafa Kemal ATATÜRK'ün "Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar
kalacaktır" sözlerine yanıt gibi AKP Balıkesir Milletvekili Tülay Babuşçu
müjdelermiş gibi, "600 yıllık İmparatorluğun 90 yıllık reklam arası sona
erdi" deyip, kendi reklamından sonradan yediği sözleri.
En son da, Ulusal Kurtuluş Savaşını
yöneten, Türkiye Cumhuriyetini kuran, Çağdaş Cumhuriyet için devrimler yapan
bir Meclisin Başkanı, ülkenin varlığının, bütünlüğünün en önemli simgelerinden
olan bir antlaşmanın (Montrö Boğazlar Sözleşmesi), sıradan bir şeymiş gibi
kaldırılacağını "müjdelemesi".
Hele hele yeni "İstanbul
Boğazı" projesini de bir tarafa asar isek, ortaya yepyeni bir manzara
çıkar.
Ve o zaman, her "18 Mart"ta
"Çanakkale Deniz Zaferi" diye kutlanan zaferin 57'inci Alayı ile
birlikte, savaşın başlamasından bitimine, 24 Kasım 1915'e kadar geçen zaman
içinde; "566'sı subay, 54.141'i er toplam 54.707 şehit; 957'si subay,
88.839'u er toplam 89.796 yaralı; kayıp, esir, hastanede ölen, hava değişimi
alanlar ile birlikte, ülekenin toplam 181bin184 yurtsever insanı feryat etmez mi?
Şehitlerin kemikleri sızlamaz mı? Acaba
atalar burada da mı doğru söylüyor; "aklı olmayanın, vicdanı da
olmaz" diye!..
Osmanlı Devleti, ittifakları ile
birlikte, I. Dünya Savaşı’nda yenik düşünce, Sevr Barış Antlaşmasını imzalamak
zorunda kalmıştır.
Sevr Antlaşması'nın Türk Boğazları
(Çanakkale ve İstanbul Boğazı) ile ilgili hükümleri 37 ve 61. maddelerinde
özetle böyle yer alır.
"Çanakkale ve İstanbul Boğazı
Marmara da dahil olmak üzere, Boğazlardan geçiş barışta ve savaşta, hangi
devlete ait olursa olsun, her türlü harp ve ticaret gemilerine açık olacaktır.
Bu serbestinin temini için, Osmanlı,
Boğazların kontrolünü geniş yetkileri olan bir BOĞAZLAR KOMİSYONUna bırakacak,
komisyonun bağımsız bir bayrağı ve bütçesi olacaktır. (Böylece sanki Boğazlar
Bölgesi’nde çok uluslu bir devlet kurulmuş gibi oluyor.) Komisyon üyeleri ise:
Britanya, Fransa, İtalya ve Japonya’dır. Rusya, Türkiye, Yunanistan ve
Bulgaristan da Milletler Cemiyeti’ne üye olurlarsa Komisyona girebileceklerdir,
Komisyon Başkanı, iki yılda bir dört
büyük devlet arasında değişecektir. (Türkiye Komisyon Başkanı olamıyor)
Fransa, Britanya ve İtalya, Türk
Boğazları dolaylarındaki silahtan arınmış bölgede müştereken asker
bulundurabileceklerdir."
Ve 20 Temmuz 1936'da Montrö(İsviçre)'de
imzalanan ve 9 Kasım 1936'da yürürlüğe giren sözleşme ile "Boğazlar
kayıtsız şartsız Türkiye Cumhuriyeti'ne bırakılacak, tahkimat (savunma amaçlı
tesis) yapmak hakkı tanınacaktır.
Türk Hükûmeti, sözleşmenin, savaş
gemilerinin Boğazlardan geçişine ilişkin her hükmünün yürütülmesine göz kulak
olacaktır."
Bütün bu olanlara, söylenenlere
bakılınca, insanın aklına Sakallı Celâl'in olduğu söylenen ''Bu kadar cehalet
ancak tahsille mümkündür'' sözü geliyor doğrusu.
Evrende olan hiçbir şey sebepsiz değildir.
Hatta bir atasözümüz diyalektik yasası gibidir. "Sebepsiz kuş bile
uçmaz".
Peki o zaman, hiç olmazsa akıl ve vicdan
sağlığı yerinde olanların durup biraz düşünmesi gerekmez mi?
"Bu ülkede neler oluyor" diye.
Tabi memleketin en akıllısı da ben olmadığıma
göre mutlaka birileri var ve görüyorum.
Ama şu "vurdum duymazlığımız",
"adam sende"ciliğimiz olduğu sürece baya ensemiz kızaracak gibi.
Evet ya, o türkü "Bir insan ömrünü
neye vermeli/ Para mı onur mu taş dikenli yol/ Ağacın köküne inmek mi yoksa/
Çırpınıp duruyor yaprak dediğin" diyordu değil mi?.
Hiç umutsuz olmadım ama şu soruyu da
sormadan edemiyorum. Yoksa, "Çırpınıp duruyor yaprak dediğin",
dediğine göre, ben miyim "yaprak" acaba diye de hayıflanmıyor
değilim, hani!..