Peşinen belirteyim ki yazının başlığının yazı ile bir alakası yok. Hafta sonu Birgün gazetesinde okudum, orantısız zekâ sahibi bir veledin ifadesi bu.

E kime diye sormayın artık…

(Hayır canım Konyaaltı Belediyesi de değil, ne alaka?)

Gelelim bizim konumuza; malum ben günümün 9-10 saati tarih okurum.  Öğrendiklerimi de ilgili olanlara aktarırım.

Son günlerde İsrail - Filistin çatışmaları basında fazlaca yer alınca, işin tarihsel boyutuna bir bakalım istedim.

Önce, Araplar bizi Birinci Dünya Savaşı’nda arkamızdan vurdu, mavallarını unutun…  20. Asrın başlarında tüm imparatorluklar zor günlerden geçiyordu. Çökmek için bir bahane arıyorlardı ki Büyük Savaş (1914-1918) bu fırsatı vermişti, zaman ulusallaşma zamanıydı, dünyanın her yerinde ‘millet’ olduğunu sanan veya iddia eden toplumlar mevcut imparatorluk idaresine baş kaldırıyorlardı. Ve Araplar da bunlardan sadece biriydi.

Sırasıyla önce Suriye’de neler oluyordu ona bir bakalım. Sene 1919-1920, Büyük Savaş bitmiş.

Osmanlı idaresi altında Suriye’de oldukça etkili olan ve sayıları da bir hayli fazla olan köklü ve zengin aileler vardı. Bunlar ülkenin tüm mali varlıklarını kontrol edebiliyorlar ve arzu ettiklerinde yön değiştirilmesine olanak sağlıyorlardı. Hatta çoğu zaman iktisadi, idari, sosyal değişiklikler için İstanbul’u zorluyorlardı. (Unutmadan o günlerde İstanbul değil, Konstantinopolis olarak anılıyordu payitahtımız)

Mekke emiri Hüseyin Efendi, İngilizlere yakın duruyor ama Osmanlıyı da el altında tutuyordu ne var ki oğul Faysal, İngilizler ile çoktan geri dönemeyeceği anlaşmalar yapmıştı bile. Baba Hüseyin sinirlenmişti.

Suriye’deki bu güçlü ailelerin çoğu büyük kapışma esnasında Osmanlıya sadık kalmıştı. Faysal bir genel kongre toplamak ve toplumun çeşitli kesimlerinden oluşan temsilcilere yeni kurulacak ülkenin, yani Suriye. Tek kralı olduğunu kabul ve ilan ettirme çabasındaydı. Ancak bu yeni ülkenin sınırları nerede başlayacak ve nerede bitecekti. Öyle ya Arapça konuşan herkes de Arap sayılamazdı ki… Toplumun içinde önemli bir Yahudi ve Hıristiyan kesimler vardı. Ayrıca Müslüman ahali de biri biriyle iyi geçiniyor değillerdi. Irak taraflarında önemli oranda Şii nüfus vardı ki bunlar Sünni arkadaşlara göre -kafirden- beterdi. Suriye’nin doğu ve özellikle güney sınırları nasıl belirlenecekti. Yurt dışında okumuş, Fransız devrim fikirleriyle mayalanmış, Sovyet devrimiyle fırına verilmiş, pişmeye hazır bazı genç ve mücadeleci bir grup vardı ki bu adamlar hem anti emperyal, anti İngiliz, anti Fransız ve günahı kebir olan anti Yahudi görüşleri benimsiyorlardı. Faysal toplantısını yaparken en çok bu -çocuklar- ile uğraşacaktı.

Hama ve Halep kökenli büyük toprak ve para ve haliyle de nüfuz sahibi aileler, gidişattan hoşnut değillerdi.

Onlara göre önce toplantıya katılan her grup politik bir kimliğe sahip olmalı ve görüşlerini topluma anlatmalıydı.

İlk kurulan Osmanlı ordusundaki Arap subayların El-Ahd olacaktı. Biraz sol kokacak, ama yurtseverlik sosu ile ortalarda dolanacaklardı. Askeri kökenleri onları oldukça disiplinli ve kontrol edilebilir kılıyordu. İkinci büyük grup Arap Cemiyeti olacaktı. Bu arkadaşlar ise ‘her şey olabilir ama Yahudiler asla’ diyorlardı. Geçmişte gün gelmiş Faysal, gün gelmiş Türk yanlısı olmuşlardı.

Ancak en geniş ve en etkili olanı sonuncu İstiklal Partisi idi.

Bugünlük bu kadar sardı ise devam ederiz…