Hani, Cahit Sıtkı Tarancı'nın o ünlü şiiri var ya, yaşam da aynen böyle. Evet, "Zamanla nasıl değişiyor insan!/ Hangi resmime baksam ben değilim./ Nerde o günler, o şevk, o heyecan?/ Bu güler yüzlü adam ben değilim;/ Yalandır kaygısız olduğum yalan." Yalan.
Bir
zamanlar çalışır, okur, yazarken, gezerken bile bazı şeylerin farkına
varmadığımızı anlıyorum. Belki de
bunları yaşam ve iş telaşından umursamıyordum. Şimdi daha profesyonel bir iş
yaşamım olmadığı için, Yahya Kemal Beyatlı'nın "Rindlerin Akşamı"
dizelerinde dediği gibiyim.
"Dönülmez akşamın ufkundayız. Vakit çok geç; /Bu son fasıldır ey
ömrüm nasıl geçersen geç!.."
Hoş bu
dizeler biraz pişmanlık ve boşvermişlik koksa da, keşke bende öyle olabilsem.
Boş verebilsem. Ama boş vermem. Çünkü o zaman ben, ben olmam, olamam.
Etrafıma
bakıyorum, insanlar genç- yaşlı fark etmeden bir mutlu bir mutlular ki, hani
kıskanmak gibi bir huyum olsa kıskanıp rahatlayacağım. Ama olmuyor. Ben salak
salak düşünüyor; ülkem için, insanlar için kaygı duymaya devam ediyorum.
Hoş, Cem
Karaca’nın 12 Eylül darbesi sonrası iltica ettiği Almanya’da yazdığı, orijinali
Almanca “Beim Kaffee” olan “Yarım Porsiyon Aydınlık” şarkısının sözlerinin bir
bölümünde ki gibiyim.
"Bu
yaz yine güneydeydiniz/ Bol rakı güneş ve deniz/ Her şey bir harikaydı"
Evet aynen böyle güneyde ve memleketimde.
Ama
gittiğim yerde işi gücü olup, çalışan ve yaşayanların ise canı burnunda idi.
Gelen, giden, ülkede olan ya da olmayan her şey onları ilgilendiriyordu. Hatta, Suriye dahil birçok ülkeden gelen
sığınmacılar "muz" bile yerken, onlar muz alamadıkları çocuklarının
yüzüne bakmaz oluşlarının kaygılarını yaşıyorlardı.
Bir de
kendi ülkelerinde simit, sandviç aldıkları parayla, ülkemizde sülale boyu lüks
içinde yiyip içtiklerini görüp, bilip öğrenince; kime kahrettiklerini henüz anlamadım ama hiç
olmazsa bir kısmı yine de kahır içindeydiler.
Her neyse,
ben yine de kendi gözlemlerime döneyim.
Çünkü bu ülkede artık durum, “Ağanın malı gider, kahyanın canı yanar”
modunda. Canı yananlara üzülsek de, onların böyle bir dertleri yok.
Kendi
kendime Aysel Gürel'in sözlerini yazdığı şarkıyı söylüyorum artık: "Hadi bakalım
kolay gelsin/ Bir acayip zor yarış/
Banane aman ben anlamam/ Pek hesaplı ince iş" evet ya!..
"Komşusu
açken, tok yatan bizden değildir” den, "açım" diyenlere ağanın
köpeğini koruyan maraba gibi, kendi yakınını, akrabasını, komşusunu sözleri ile
taşlıyor, haşlıyor insanlar. İnanılmaz.
Hesap
ortada, alınan maaş/ücret/gündelikler ortada, yaşamın gereklilikleri göz önünde
ama bir de sanal masal dünyası var.
Ben Avrupa
ve Amerikan'ın "rafları boş" masalına takılmadım, ben asıl bizde ki
dolu rafların önünden geçerken, alacak yeteri kadar paraları olmayan ve
çocuklarına dil döken ana-babaların durumlarına üzülüyor ve takılıyorum.
Eskiden
Ninelerim, böyle garip durumlarda "gözüne bir görünecek var"
derlerdi. Sanırım ya bu ülkeyi yönetenlerin ya da bu ülke halkının gözüne bir
görünecek var. Göreceğiz!..
Devleti
bilmeden, tanımadan devleti yönetenler ile yine devleti tanımadan, bilmeden
devleti yönetecekler arasında dönüp duruyoruz.
Eh ne diyeyim ki, "Acemi nalbant, gavur eşeğinde öğrenirmiş!"
Benim
dertlendiklerimin, benim gibi bir dertleri yokken, televizyonlarda
"girsin, çıksın kalbini bozama" modunda herkes eğlendirilirken,
sahiden ya, Aysel Gürel ne diyordu:
"Bana
ne aman ben anlamam/ Pek hesaplı ince iş"
Nasıl olsa
kimsenin umurunda olmayacağıma ve boş boş konuşacağıma, en iyisi sahilde iki
volta atayım ya, belki göbeğime bir yararı olur. Kışa, fit girerim, bekle beni
Ankara!..