Gelecek yazılarımdan bir tanesi: "16.000.000 ev zencisi taş mı, ağaç kökü mü yesin?"
Kemal Tahir'in, Oğuz Atay'ın, Halit Refiğ'in, Ercan Kesal'ın, Gülper Refiğ'in en yakın dostlarından biri olan, "İntikam Meleği Kadın Hamlet", "Kuyu", "Sensiz Yaşayamam", "Acı Hayat", "Suçlular Aramızda", "Sevmek Zamanı" gibi başyapıtların yaratıcısı, Türk film rejisörlerinin Wolfgang Amadeus Mozart'ı Metin Erksan'la 1982'den başlayarak, uzun yıllar boyunca her hafta ve her fırsatta düzenli olarak konuştuk...
"Kadınlarla iyilikle davranın" mesajıyla yüklü "Kuyu" (1968) Türk kadınlarının Türk erkeklerinden gördüğü şiddetin, tacizin, istismarın, kötülüklerin ve fenalıkların tarihçesini evrensel bir bakış açısıyla beyazperdede canlandırmıştı...
Erksan'ın "Susuz Yaz"ı (1963) 61 yıl önce “Yeşilçam’a haysiyet kazandıran” filmdi...
Fransız kadın oyuncu ve tiyatro yönetmeni Sarah Bernhardt, Hamlet'i 1899'da Paris ve Londra'da sahnede canlandırmıştı. 1900'de rol aldığı “Le duel d'Hamlet” adlı 2 dakikalık kısa filmde de Hamlet rolünü üstlenen Bernhardt, Metin Erksan'ın "İntikam Meleği Kadın Hamlet"ine de (1976) esin kaynağı olmuştu...
Metin Erksan ile gazeteci olarak her fırsatı değerlendirerek konuştum...Birkaç kişiyi, birkaç dostunu hariç tutarak Türk entelejansiyası hakkında korkunç şeyler anlattı...Ancak şunu da sözlerine ekledi "İstisna kişiler ve istisnai davranışlar genel kaideyi, genel tutumu, genel durumu asla bozmaz, değiştirmez..."
Sonra şöyle dedi:
"Bana genel olarak kötü niyetle yaklaştılar ve kötü niyetle davrandılar...Beni taşladılar...Akan kanıma her fırsatta, hiç sektirmeden, hiç aralık vermeden, hiç aksatmadan, düşmanca, kinle, nefretle ekmek doğradılar... Türk film sektöründe mezarımı kazmaya çalışan, mezarımı kazmaya niyetli o kadar çok insan vardı ki! "
Erksan, kendisine, faaliyetlerine, projelerine, girişimlerine sektörün önde gidenlerinin daima zarar verdiğini, bu kişilerin kendisini aşağıladığını, küçümsediğini söylemişti...
Erksan önündeki engelleri, barikatları, dağları aşmasına yardım edecek Nadezhda von Meck'ini çok aramış ve asla bulamamıştı...
Son yıllarındaysa, projelerine para bulabilseydi bile, çok hastaydı, çok enerjisizdi, çok bitkindi, çok güçsüzdü, elden ayaktan düşmüştü, sağlık sorunları ayyuka çıkmıştı, zirve yapmıştı...Ayakta durmakta zorlanıyordu...Buna da tanığım...
Metin Erksan'ın en yakın arkadaşı ve dostu Halit Refiğ şöyle dedi:
“1968'de ben bir yıldır işsizdim. Parasızlıktan otomobilimi, ev eşyalarımı ve giysilerimi bile satmak zorunda kalmıştım. Metin Erksan’da uzun süredir işsizdi. Ev kirasını ödeyemeyince eşyalarına haciz kondu ve sokakta kaldı.”
Ercan Kesal’ın “Kendi Işığında Yanan Adam: Tanıdığım Metin Erksan” çok değerli ve çok önemli bir kitap...
Ercan Kesal Öykü Özfırat 'la BirGün Gazetesi için yaptığı söyleşide şöyle diyor:
"Kitabın girişindeki sunuş yazısında Galeano’dan bir alıntı yapmıştım: “Herkesin kendi ışığı vardır ve onunla parlar”... Erksan’ın ışığı da elbette kendine özgüydü lakin ışığıyla parlarken bir yandan onunla yanmayı da tercih etti. Tutkuyla ve öfkeyle yaşadı. Belki de bu yüzden bu kadar şaşırtıcı ve göz alıcı bir sineması ve hayatı oldu."
Kesal kitabında Kieslowski’nin “Aşk Üzerine Bir Film- Krótki film o milosci" (1988) ile Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı” (1965) arasındaki paralellikten bahsediyor...
Ercan Kesal şöyle diyor:
"Aşk Üzerine Bir Film’in perspektifi, “dünyaya her zaman sevilen değil de seven bir insanın gözüyle bakmak” üzerine kurulmuştur. Sevilenin değil de sevenin gözünden bakılan bir yeryüzü vardır. Sevilen parçalanmış bir objedir çünkü. Aşk ancak aşığın, aşk yüzünden acı çeken insanın gözünden bakılarak gösterilebilir. Aşk acı çekme ve imkânsızlıkla ilgili bir durumdur ve işte; bu yüzden aşktır. Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı’nın da böyle bir derdi vardır. Erksan’ın tüm senaryolarına hâkim olan duygu tutkudur. “Aşk için ölmeli aşk o zaman aşk!” cümlesi Metin Erksan’a aittir."
BİR METİN ERKSAN FİLMİ: SUÇLULAR ARAMIZDA
Balzac büyük servetlerin ancak büyük suçlar işlenerek elde edildiğini söylemişti...
"Behind every great fortune lies a great crime-Her büyük servetin arkasında büyük bir suç vardır" Honore de Balzac...
Kennedy ailesinin 1920-1933 içki yasağı döneminde mafya patronlarıyla işbirliği yaparak içki isteyenlere içki tedarik ederek zengin olduğu iddia edilmişti...
Film yönetmeni ve senaryo yazarı Metin Erksan fırsatçı, kültürsüz, köksüz, donanımsız, kibirli, kibiri gurur zanneden, sevimsiz, açgözlü, gözüdoymaz, amaçlarına ulaşmak için her türlü suçu işleyen, suç koleksiyonlarına yenilerini eklemeye her daim kararlı, her fırsatı değerlendirerek servetlerini katlama yolları arayan, gözü dönmüş, son derece kötü niyetli, vicdansız, ahlaksız, görgüsüz,Şeytani, burjuva özentilerini ve sınıf ilişkilerini "Suçlular Aramızda"da (1964) resmeder...
Erol Toy'un "İmparator"unun (1973) esin kaynaklarından biridir "Suçlular Aramızda"...
Yağmayla, talanla, vurgunla, çeşitli suçlar işleyerek, vergi kaçırarak, ceza ve vergi yasalarının boşluklarını, bunların nasıl istismar edileceğini, nasıl bypass edileceğini bilen en usta uzmanları kiralayarak, devleti yönetenlere, hükümetlere, siyasilere, bürokratlara cömert bağışlar yaparak, dalkavukluk ederek, devlet ihalelerini alabilmek için rüşvet ve komisyon vererek yükselen, siyasi ve hukuksal dokunulmazlık kazanan, devasa ve karanlık bir servetin sahibi olan Halis Beyin gelinine hediye ettiği paha biçilmez olduğu iddia edilen gerdanlık aslında çok değersizdir...
Gerdanlığı çalan hırsızlar bu tuhaf gerçeği (Halis Bey kocaman servetine rağmen gelinine gerçekten pahalı bir mücevheri layık görmemiştir) fark eder ve ortalık karışır...
1960’larda Türk filmlerine İstanbul’da ve Türkiye genelinde gösterime girmeden önce Bursa, Eskişehir, Adapazarı gibi yerlerde test gösterimi de denebilecek ön gösterimler yapılırdı.
Bu gösterimlerdeki reaksiyonlar Türkiye genelindeki reaksiyonu da yansıtırdı.
Bu dönemde seyirci ilgisizliğine uğrayan belli başlı önemli, değerli, öncü filmler, Halit Refiğ’in “Haremde Dört Kadın”ı (1965), Ertem Göreç’in “Karanlıkta Uyananlar”ı (1964), Metin Erksan’ın “Suçlular Aramızda”sı (1964) ve yine Erksan’ın “Sevmek Zamanı” (1965) olmuştu…
Erksan, Türk sinema filmi yapımcıları tarafından 35 yıl işsiz bırakıldı...TRT'de hakimiyet kuran bir grup çok yeteneksiz insan Erksan'ın devlet olanaklarıyla çok sayıda film yapmasına da daima engel oldu, engeller çıkardı...
Çünkü Metin Erksan'ın dehasını ve kişisel üstün yeteneklerini birkaç meslekdaşı, birkaç dostu hariç mevkidaşlarının büyük çoğunluğu çok kıskanıyordu...
Erksan'a Tanrı tarafından verilmiş, bahşedilmiş dehadan dolayı onu meslekdaşlarının büyük çoğunluğu çekemiyorlardı...Besteci Wolfgang Amadeus Mozart'a bahşedilmiş deha Türk film dünyasında bir tek Metin Erksan'a layık bulunmuştu...
Erksan'a karşı derin bir nefret, kin duygusu çok gelişmişti...Çoğu zaman maddi sıkıntılar çekiyordu...Dalkavukluk yapmasını bilmezdi...Kimseye hak etmediği değeri vermediği için patronların gözünde en kötü adamdı...Türker İnanoğlu, Hürrem Erman, Memduh Ün gibi yapımcıların gazabına uğramıştı...
Auteur sinemasını Türk sinemasına getirmişti...
Michelangelo Antonioni, Vittorio De Sica, Visconti, David Lean, Pasolini, Federico Fellini, Alain Resnais, François Truffaut, Ingmar Bergman,Akira Kurosawa, Alfred Hitchcock, Angelopulos, Coppola, Scorsese, Bertolucci, Eric Rohmer, Bunuel, Chaplin kadar büyük bir dehaydı...
Türk sinemasının finans kaynaklarını elinde tutan prodüktörlerinin desteğini hiçbir zaman göremedi...100 adet film projesi vardı ve bunların hiçbirine finansman bulamadı...Susuz yaz da bile çok sorunlar yaşadığını anlattı...Filminin telif hakkı başkasına aitti...Yurt dışında kendisinin haberi ve izni olmadan filme porno sahneler eklendiğini ve filmin mahvedildiğini anlatmıştı...
Çok iyi niyetli, çok geniş kültürlü İstanbul beyefendisiydi...
Türk sinemasının Amadeus Mozart'ıydı, Salieri'lerin kurbanı oldu ve çok itilip kakıldı...
Metin Erksan "Acı hayat"ta bir araya getirdiği Türkan Şoray ve Ayhan Işık "Susuz Yaz"da oynamayı kabul etmeyince çok kızmıştı...
Metin Erksan’ın 2012’deki ölümünden sonra “Sinemam ve Ben” adlı kitabında “Acı Hayat” filmini Türkan Şoray şöyle anlatacaktı:
“O zaman ne kadar önemli bir yönetmen olduğunun farkında değildim…Böyle bir filmin başrol oyuncusu olmanın ne kadar büyük bir şans olduğunu, oynadığım rolün bir oyuncu için ne kadar önemli olduğunu ve çevirmekte olduğum filmin değerini yıllar geçince çok daha iyi anladım. O yıllarda birçok oyuncunun çalışma hayali kurduğu bir yönetmenle çalıştığımı algılayabilecek, değerlendirebilecek birikimde değildim. Sadece oynadığım rol beni etkilemişti. Manikürcü Nermin’in yaşadığı dramla, başına gelenlerle duygusal bir bağ kurmuştum kendi içimde. O genç kızın çektiği acıları sanki ben yaşamıştım; filmde adeta kendi mutsuzluğumu yaşıyordum. Anne baba ayrılığının hüznünü, mutsuzluğunu yaşamış, o yıllardan sonra yoksulluğu tanımıştım. Bu duygulara, bu acılara yabancı değildim. Babam ayrıldığı yıl annem beş parasız kalmıştı. Ben 13-14 yaşlarındaydım. Annem çok istese de bana yeni bir şeyler alamıyordu. Okulda ders bitip zil çaldığında ben yerimden kalkmaz, sınıftan en son çıkardım. Arkadaşlarımın kalın, güzel paltoları vardı; benimse lacivert incecik bir ceketim… Onların paltolarını giyip çıkmalarını beklerdim. O incecik ceketle görüp beni küçümseyeceklerini düşünürdüm… Yaşadıklarım bende derin izler bırakmış olmalı ki, yönetmenin (Metin Erksan’ın) anlattıklarını çok iyi anlıyordum, hissediyordum. Böylece kamera önüne geçtiğimde içimde bir yerlerde birikmiş bu yoğun duyguları sezgilerimle ifade edebilme imkanı veriyordu bu filmdeki rolüm. Bu karakter acı çekiyordu ve o acıda ben kendimi buluyordum, o acıyı tanıyordum sanki önceden yaşamış gibi… O mutsuzluk, umutsuzluk herhalde yüzüme yerleşti ki, başarılı oldum. Bir filmde duyarak, o karakteri hissetmenin rolü gerçekçi kılmada ne kadar önemli olduğunu belki o zamanlar farkına varmadan oyunculuğuma taşıdım ve hep böyle devam ettim…Sinema eğitimi olmayan, oyunculuğun ne olduğunu bilmeyen ben, tamamen duygularımla yaşattığım bu karakterle Antalya Altın Portakal film festivalinde en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandım. Ödülden sonra sinemada adım daha çok oyuncu olarak anılmaya başladı. Böyle önemli bir festivalde, sinemada daha bu kadar yeniyken bu ödülü almanın çok önemli olduğunu söylüyorlardı. Beni kutluyorlardı, bana oyuncu olarak farklı davranmaya başlamışlardı. Sinemada oyuncu olmak diye bir kavram vardı ve oyuncu olmak önemliydi, bunu anlamaya başladım. Oyunculuğu kendi kendime keşfediyordum; tamamen içgüdüsel, el yordamıyla (…) “Acı Hayat”tan sonra Yeşilçam’ın büyük şirketlerinden Kemal Film’den teklif aldım…”
Türkan Şoray Metin Erksan ile ilgili sözlerini şöyle bitiriyor:
“Yeri doldurulamayacak, Türk sinemasına adını altın harflerle yazdıran, sinemamızda sonsuza kadar anılacak olan Metin Erksan “Sinemacılar Dönemi”ni başlatan ve geliştiren ilk yönetmenlerden biridir, birçok yönetmen onun sinemasını örnek almıştır.”
Halit Refiğ, 1952’de Metin Erksan’ın yönettiği ve ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun senaryosunu yazdığı “Aşık Veysel’in Hayatı / Karanlık Dünya”nın başına gelenleri hep anlatır dururdu.
O dönemde Türk film denetimi / sansürü, çekildiği Anadolu yöresini olduğu gibi gösteren bu filmi yasaklamakla kalmadı; kese biçe tanınmaz hale getirdi. Bu eşi, benzeri, örneği ancak Sovyetler Birliği’nde görülen türden bir yasaklamaydı. Filmin suçu, bir Anadolu köyündeki günlük yaşamın çıplak gerçeklikle yansıtılmasıydı. Bölgedeki toprakların bereketsizliği, çoraklığı, verimsizliği, kıraçlığı, çevredeki yeşil yoksunluğu, ekinlerin cılızlığı, halkın yoksulluğu, sefaleti beyazperdeye belgesel gerçekliğiyle yansıtılınca film Türkiye’deki sansür kurulunun gazabına uğradı. Film, Amerikan belgesel filmlerinden alınan / çalınan traktör, gürbüz / gelişmiş başak, ekin sahneleri eklenerek makyajlı olarak gösterime çıkarılabilecekti. 1986’ya kadar Türk sinema filmlerinin senaryoları çekimden önce devlet denetiminden ve sansüründen geçmek zorundaydı...
ERTEM EĞİLMEZ
Arzu Film markasıyla seyirci sayıları bilinmeyen, kaydedilmeyen çok sayıda kapalı gişe filme imza atan, yaşamının son yıllarında saygınlığını kullanarak finansman sağladığı çok sayıda kaliteli film seyirci ilgisini çekemeyen tönetmen yapımcı Ertem Eğilmez Türk sinemasına Altın Çağını yaşattı ve vefatından sonra yeri hiçbir zaman doldurulamadı...Gani Müjde'nin Kahpe Bizans'ı (2000) Ertem Eğilmez sonrasında onun mirasına sadakat konusunda en dört dörtlük filmlerden biridir...
HALİT REFİĞ ARKADAŞI OĞUZ ATAY'I ŞÖYLE ANLATMIŞTI:
Halit Refiğ’in, 43 yaşındayken, 1977’de beynindeki tümör nedeniyle vefat eden arkadaşı yazar Oğuz Atay için söyledikleri çok çarpıcıdır:
“Oğuz Atay her şeyden önce olağanüstü dürüst bir insandı. Çok dürüst bir insandı. O kadar dürüsttü ki, bu dürüstlük ona çocuksu bir safiyet vermekteydi. O kadar zeki, o kadar bilgili bir kimse olmasına rağmen insanlardaki kötülük temayülü, kötülüğe yatkınlık onu çok şaşırtmaktaydı. İnsanlardaki dürüstlükten uzak her türlü harekete şaşırırdı. Tanıdığı bazı insanların kötülüğe, alçaklığa eğilimleri / ne kadar yatkın oldukları onu çok şaşırtıyordu.”
Halit Refiğ, Oğuz Atay’ın “En değerli varlığımız beynimizdir,” sözünü hiç unutmadı.
Oğuz Atay Halit Refiğ’in “Aşk-ı Memnu” adlı romanını uyarladığı Halid Ziya Uşaklıgil’in ailesi üzerine bir roman yazmaya da çalışmıştı...