Eski Türkiye'de hoşgörü, anlayış, nezaket, kibarlık, görgü kuralları, ahlak
kuralları, saygı, centilmenlik, onur (şeref) vardı...Yeni Türkiye'de bunların hiçbiri
yok...43 yıl önce 1 Şubat 1979 Perşembe günü öldürülen Abdi İpekçi Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel (CHP
& Adalet Partisi) Koalisyon hükümetinin kurulabilmesi için arabuluculuk
yapıyordu; 12 Eylül askeri darbesini yapanlar ise bir an önce darbe yapabilmek
ve Kenan Evren'i Cumhurbaşkanı yapabilmek için bu koalisyon hükümetinin
kurulmasını istemiyorlardı ve İpekçi'yi maşalarını kullanarak katlettirdiler! Süleyman
Demirel ve Bülent Ecevit'e "Yunanistan'ın NATO'ya dönüşünü veto etmeyin" talebini ileten ve
onlardan red cevabını alan ABD'de kuşkusuz Türkiye'nin 1 numaralı kanaat önderi
Abdi İpekçi'nin
öldürülmesinden fazlasıyla yararlandı...Türkiye bu cinayetten sonra son sürat
yokuş aşağı inerken freni patlayan kamyona dönüştü...12 Eylül darbesini yapanların ilk icraatı
da Türkiye'yi tamamen teslim ettikleri ABD'ne "Yunanistan'ın NATO'ya dönüşünü veto etmeyeceğiz.Bu talebinizi kayıtsız şartsız Türkiye askeri darbecileri
onaylıyor" mesajı yollamak oldu...
Abdi İpekçi'nin öldürülmesiyle ilgili yaygın
iddialardan biri şudur: Milliyet Gazetesini satın almak isteyen
işadamı gazetenin
sahibinden "Gazeteyi satmam; satmayı asla düşünmüyorum" cevabı almıştır...Gazete sahibi Ercüment Karacan'ı
korkutmak ve Ercüment Karacan'ı gazeteyi satmaya zorlamak için bu işadamı mafyaya Abdi İpekçi cinayetini sipariş etmiştir...
****
22 Temmuz 1976 Perşembe günü yayınlanan Milliyet gazetesinden
İPEKÇİ: Sağdan gelen şiddet eylemlerine karşı çıkma gereğini
duymuyor musunuz?
DEMİREL: 12 Mart öncesinde sağ tedhişçi diye bir şey yoktu. Hep
sol tedhişçiydi. Bugün de banka soyan, adam öldüren sağ tedhişçi yok.
Türkiye’yi sol rahatsız etmiş ve etmeye devam etmektedir. Öyle olmasa 1971-73
öncesi ve sonrası mahkemelerde solun dışında da birtakım adamlar da muhakeme
edilmiş olurdu.
İPEKÇİ: Sınıf basıp adam öldüren yok mu?
DEMİREL: Karşılıklı çatışmalar oluyor ama gidip ev basıp adam
kaçıran, öldüren yoktur. Benim dediğim okulların dışında bütün tedhişi meydana
getiren sol tedhişçilerdir.
İPEKÇİ: Sağdan gelen şiddet eylemlerini takbih etme gereğini
duymuyor musunuz?
DEMİREL: Şiddet nereden gelirse gelsin karşıyım. Ama sağ bugün
Türkiye’yi rahatsız eden bir unsur değildir.
İPEKÇİ: Size göre öyle, başkalarına göre değil...
*****
1948'DE ABDİ İPEKÇİ KENDİSİNE YÖNELTİLEN SORULARI
CEVAPLAMIŞTI:
SORU: Yerinde olmayı tercih veya tahayyül ettiğiniz büyük
adamlar kimlerdir? Neden?
İPEKÇİ: Cemal Nadir’in yerinde olmayı tahayyül ederim. Büyük
bir karikatürist olduğu için değil fakat kendi sahasının en şöhretli ve
en kıymetli adamı olup dünyanın en mütevazı insanı olarak kalmasını bildiği
için.
SORU: Hayatı mütevekkilane kabul etmeli mi, yoksa isyankâr mı
olmalı?
İPEKÇİ: Hayat bir mücadeledir, isyankâr olmalı diyemeyeceğim.
Çünkü öyle hadiseler vardır ki insana bağlı değildir. Yani insan
iradesinin değiştiremeyeceği neviden şeylerdir. İşte bu gibi hadiseleri
mütevekkilane kabul etmeli, irademizle hâkim olabileceğimizi hissettiğimiz
yerlerde de isyankâr olmalıyız. Esasen mesut insan bu işi yapabilen insandır.
SORU: Lakaplarınız nelerdir?
İPEKÇİ: Çok lakabım oldu fakat hiçbiri üzerimde kalmadı.
Mamafih birkaçını sayayım: Liberman, Mikrofon, Koza, Organizatör, Karakaçan,
Haşmet, Genel Sekreter.
SORU: Beğendiğiniz bir söz, vecize yahut mısrayı söyleyiniz:
İPEKÇİ: “Yalnız duyan yaşar sözü, derler ki, doğrudur
Yalnız duyan çeker derim, en doğru söz budur.” Yahya Kemal
Beyatlı
“Zafer biraz da hasar ister.” Tevfik Fikret
SORU: Kaç yaşına kadar yaşamak istersiniz?
İPEKÇİ: “Muayyen bir yaş söyleyemem ama 2000
senesini görmeyi çok isterim”
SORU: “İstikbal
projeniz?”
İPEKÇİ: “Matbaacılıkta inkılap yapıp memleketimizde
baskı tekniğini ve sanatını Avrupa ayarına yükseltmek, muhtelif janr neşriyatta bulunup, gerek
siyaset gerek fikir ve sanat âleminde hareketler yaratmak.”
****
ABDİ İPEKÇİ TARAFINDAN YAPILMIŞ BİR SÖYLEŞİ:
Halit Refiğ’le “Aşk-ı Memnu” Üzerine Bir Söyleşi:
Bülent Ecevit, Halit Refiğ ve Abdi İpekçi daima birbirlerine
yakınlık duyan, birbirlerine destek olan insanlar olmuştu. Halit Refiğ Bülent
Ecevit’in Başbakanlığı sırasında “Aşk-ı Memnu” ve “Yorgun Savaşçı”yı TRT için
filmleştirmekle görevlendirildi. Aşağıda Abdi İpekçi’nin Halit Refiğ’le “Aşk-ı
Memnu” üzerine yaptığı ve Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan söyleşiyi
bulabileceksiniz.
Refiğ: TRT, “Aşk-ı Memnu”nun, devletin itibarına yaraşır bir
film olması için bize imkân verdi. Filmin çekiminde ticarî amaçlar değil,
kültürel amaçlar birinci derecede rol oynadığı için, biz filmi belli zaman
süreleri veya belli bütçe kısıtlamaları içinde değil, hikâyenin gerektirdiği,
hikâyenin olabileceği derecede elimizdeki imkânlarla, gerek eleman, gerekse
malzeme imkânı bakımından ne yapılabilirse bunun sınırlarını zorlamaya
çalıştık. “Aşk-ı Memnu” bir sinema filmi tavır ve düşüncesiyle çekilmedi… Bazı
kalemlerde bir sinema filmine harcanan paradan çok daha az para harcandı.
Meselâ oyuncu kadrosunda… Tasarruf edilen para filmin kıyafetlerine, dekoruna
harcandı.
Refiğ: Filme başlamadan önce üç ay araştırma ve hazırlık dönemi
geçirdik. Boğaziçi yalıları, Büyükada’daki eski konaklar, Beyoğlu’nun eski
hâli, Göksu gibi, Halit Ziya’nın romanının geçtiği mekânları araştırdık ve
inceledik. Bu filmin en büyük şanslarından biri Yeniköy’de, Cemil Mahiç Bey
yalısının, Halit Ziya Beyin anlattığı yalının aşağı-yukarı eşi olmasıydı. Abut
Efendilerin Kandilli’deki yalısında da çalıştık. Kostümlerin çeşitli
kaynaklardan yararlanılarak hazırlanması aşağı-yukarı üç-dört ay sürdü.
Eleştirilen damalı çarşaf meselesi, tarihî hakikâtlere ve bir moda kıyafeti
olarak hikâyeye de uygundur.
Refiğ: Filmin gösterilmesi İsmail Cem’in görevden ayrıldığı
dönem rastladı ve özellikle Aşk-ı Memnu’nun birçok sahnesi kesildi. Kesintiler
yapılmadan önce bana haber vermeleri gerekiyordu, vermediler. Benim üzüntüm,
sansür ve fikir üzerindeki bakışından dolayı küçümsediğimiz 2. Abdülhamid
dönemini aratacak bir sansür zihniyetinin 1975 Türkiye’sinde hortlamış
olmasıdır. TRT’nin yeni Genel Müdürü, Türk eserlerinden televizyon filmi
yapılma projesinin sürdürülmesi niyetinde olduklarını söyledi; yeni mevsim için
ne yapmak istediğimizi sordular. Kemal Tahir’in “Devlet Ana” eserini yapmak
istediğimizi söyledim… Kararlarını bekliyorum.
İpekçi: Halit Bey, televizyonda yayınlanan, “Aşk-ı Memnu”
filminiz büyük ilgi ve takdir topladı sanıyorum. Bu filmin başarısını hangi
nedenlere bağlayabilirsiniz?
Refiğ: Birkaç maddede toplayabiliriz başarı sebeplerini. Film
bir aile hikâyesidir. Televizyon seyircisinin çoğunluğunu aileler
oluşturmaktadır. Bu bakımdan, TRT benden klâsik bir Türk romanı filme çekmemi
isteyince, hem klâsik değeri olan bir romanı seçmek, hem de TV seyircisinin
sadece kültür açısından değil, fakat temaşa açısından da ilgisini çekecek bir
roman olmasını düşündüm. Sanıyorum ki, bunların temelde büyük ölçüde faydası
oldu. Bizim seyircimiz Türk filmleri hakkında çoğu zaman ikinci elden
edinilmiş, bazı zaman da kendi tecrübeleriyle tesadüf ettikleri kötü filmlerle
genel olarak kötü bir kanaate sahiptir. Bu film, özenle çekilmiş bir filmdir.
TRT bu filmin düzgün, devletin itibarına yaraşır bir film olması için bize
imkân verdi. Filmin çekiminde ticarî amaçlar değil, kültürel amaçlar birinci
derecede rol oynadığı için, biz filmi belli zaman süreleri veya belli bütçe
kısıtlamaları içinde değil, hikâyenin gerektirdiği, hikâyenin olabileceği
derecede elimizdeki imkânlarla, gerek eleman, gerekse malzeme imkânı bakımından
ne yapılabilirse bunun sınırlarını zorlamaya çalıştık. Öyle sanıyorum ki,
hikâyenin bünyesinden gelen aileyi ilgilendirme özellikleri yanında, filme sarf
edilen bu emek de seyirci tarafından değerlendirildi. Bu da seyirciyi etkileyen
bir unsur oldu tahmin ediyorum.
İpekçi: Aslında normal olarak sinemalarda gösterilen filmlerde
sarf edilenin çok üstünde bir para mı harcandı bu işe?
Refiğ: Aşk-ı Memnu, bir sinema filmi, tavır ve düşünceyle
çekilmedi. Bazı kalemlerde bir sinema filmine harcanan paradan çok daha az para
harcandı. Meselâ oyuncu kadrosunda. Başlangıçta TRT ile ismi olan meşhur pahalı
oyuncular yerine, pahalı olmayan ama rolü ifade edebilecek, hikâyeyi
değerlendirebilecek oyuncular kullanma ve ordan tasarruf edilecek parayı,
filmin görüntü değerine katma konusunu konuşmuştuk. Görüntülere, dekorlara,
kılıklara, kıyafetlere ve çekim zamanına önem verecektik. Nitekim filmin
maliyeti, piyasa şartları içinde çekilse de, aynı maliyete çıkardı. Fakat ödeme
nisbetlerinde bir değişiklik olacaktı. Bazı kalemlerde çok daha fazla, bazı
kalemlerde daha az ödemeler yapılmış olacaktı. Bizim özellikle tasarrufumuz,
oyuncu ücretlerinde oldu. Bu tasarrufu kılık kıyafetler, dekor ve daha itinalı
bir zamanda çekilebilmesi şartlarına ayırdık. Harcamalar konusunda sinema için
yapılan filmle, televizyon için yaptığımız bu film arasında bence başlıca
ayırım noktaları bunlar.
İpekçi: Bu açıklamalarda bulunurken üzerinde özellikle durmak
istediğim bir noktaya da değinmiş ve açıklamış oldunuz. Biraz daha o konuda
konuşmak istiyorum; oyuncular konusunda. Gerçekten de oyuncuların hepsi değilse
de büyük çoğunluğu tanınmamış, daha önce film yıldızı olmamış kimselerdi. Benim
sormak istediğim hususlardan biri de şu: Hiç tanınmamış ve bu alanda tecrübe
sahibi bulunmadıkları sanılan, bilinen bu kişiler, bana oldukça başarılı gibi
gözüktüler. Siz de bu görüşe katılır mısınız?
Refiğ: Başarılı gözükmeleri için elimizden gelen gayreti gösterdik.
Filmde oyuncuların bir kısmı gerçekten mesleklerinde son derecede değerli
kimselerdi. Meselâ Şükran Güngör gibi, Çolpan İlhan gibi, Neriman Köksal gibi,
Suna Keskin gibi birtakım tiyatro ve sinemamızın gayet tecrübeli elemanları
vardı. Fakat bu oyuncular, sinema piyasasının tâbiri ile afiş isimleri
değillerdi. Hâlbuki televizyonda önemli olan oyunun bizzat kendisi idi. Bunun
dışında iki eleman ilk defa sinemada oynadı. İkinci başrolü oynayan genç
hanımlar…
İpekçi: Ben de özelliklerini kastederek bu soruyu sordum.
Refiğ: Ben “Aşk-ı Memnu” da rol bölümünü yaparken özellikle
Halit Ziya Uşaklıgil’in romanında kahramanlarının fiziğini nasıl tasvir etmişse
ona uyacak kimseler bulmaya çalıştım. Rol bölümünde aman tiyatrodan olsun, aman
sinemadan olsun veya dışardan olsun diye bir kayda girmeden, Halit Ziya,
kitabında nasıl insanlar tarif etmişse o tiplere en uygun kimler olabilir
hesabından yola çıktık. Halit Ziya’nın tasvir ettiği Bihter ve Nihal tiplerine
uygun tecrübeli eleman yoktu. Bu bakımdan bu iki rolü tanınmamış, sinemada
tecrübesi olmayan insanlar arasından seçmek gereği hasıl oldu. Nihal rolü için
birkaç namzet vardı. Bir test yaptık stüdyoda. Itır Esen yedi kişinin arasında
en uygunu oldu. Müjde Ar’a gelince, bir takım adayları iyice düşünüp taşındıktan
sonra Müjde Ar, filmin en son kararlaştırılan oyuncusu oldu. Yani kostümleri en
son dikilmeye başlanan oyuncu oldu. Başlangıçta tecrübesiz oluşu beni
ürkütüyordu, fakat gayet hırslı ve azimli olduğunu fark ettim ve bazı
eksikliklerini azmi ve hırsı ile kapatabilirdi. Bu konuda görüntü yönetmeni
İlhan Arakon bize epey yardımcı oldu. İlk günler, tecrübeli oyunculara göre
tecrübesizler kameranın karşısına ilk defa çıkmanın, ışıkların karşısında ilk
defa durmanın acemiliklerini gösteriyorlardı. Fakat bizim acelemiz yoktu. Belli
bir haftaya filmi yetiştirmek gibi bir durumumuz yoktu. Uğraştık mektepte
uğraşır gibi uğraştık. Bu arada tecrübeli oyuncuların da daha tecrübesizler
üzerinde dostça ilgileri oldu. Ve sanıyorum ki, tecrübeli oyuncularla
tecrübesiz oyuncular arasında belli fark ortaya çıkmadan Halit Ziya
Uşaklıgil’in tarif ettiği tiplere, insanlara uygun görüntüler meydana
getirebildik.
İpekçi: Her ikisinin de ilk tecrübesi miydi bu?
Refiğ: Evet
İpekçi: Nasıl bulabildiniz? Bir testten, denemeden söz ettiniz…
Refiğ: Şöyle oldu: Nihal rolü için muhtelif namzetler oldu…
İpekçi: O namzetleri nasıl sağladınız?
Refiğ: Bir kısım namzedi İstanbul Konservatuarından sağladık.
Nihal, biliyorsunuz piyano çalıyordu, bence bu rolü oynayacak kızın piyano
bilmesi de gerekliydi. Fakat Konservatuvar namzetleri arasında Nihal rolünü
oynayabilecek ve piyano çalmasını bilen bir iki hanım vardı. Itır Esen, dublaj
yönetmeni Hayri Esen’in kızıdır. Onu filmin TRT adına yöneticisi olan Tekin
Özertem getirdi. Fizikman gayet uygundu. Benim dışarıda tanıdığım bir iki
namzet vardı. Meselâ Ankara İktisat Fakültesi’nde okuyan gayet aklı başında bir
hanım vardı. Hepsini ayrı ayrı denedik ve Itır Esen’in en iyi olduğu sonucunda
birleştik. Zaten bu rolü oynayacaklara bir deneme yapmak istediğimizi, dört
saat sürecek bir filmin bütün yükünü, hiç olmazsa görüntü olarak devamlı
seyirci karşısında bulunma riskini bazı deneylerden geçirmeden kimseye
veremeyeceğimizi bildirmiştik. Film deneyleri sonunda Nihal rolüne en yatkın
insan olarak Itır Esen ortaya çıktı.
İpekçi: Piyanoyu kim çaldı?
Refiğ: Eşim Gülper Savaşçın Refiğ çaldı. Eşim Hamburg Müzik
Akademisi mezunudur. Bana filmin müziğinin yapımında da danışman olarak ve
müziklerin hazırlanmasında bilfiil çalışarak epey faydası oldu. Kendisi Itır Esen’i
belli parçaları hiç olmazsa sese uygun parmak hareketlerini uyduracak şekilde
çalıştırdı. Filmdeki piyano müzikleri onun tarafından stüdyoda seslendirildi.
İpekçi: Müzik de gerçekten çok başarılı idi. Orijinal miydi
besteler?
Refiğ: Filmi yaparken, bu filmin belli bir çağda geçtiğini
düşünerek, bu çağın sanatçılarının yarattıkları eserlerden, onların
heyecanlarından, onların duyuşlarından yararlanmayı düşündüm. Meselâ özellikle
kılık kıyafetlerde, saç-sakal şekillerinde, Halit Ziya Beyin çağdaşı olan Osman
Hamdi Beyin resimlerinden büyük ölçüde yararlandım. Müzik konusunda ilk
düşüncem, o devrin tanınmış bir bestecisi olan Şevki Beyin eserlerinden
yararlanmaktı. Şevki Bey bir aşk şarkısı bestecisi olarak ve müziğinin genel
atmosferi, genel karakteri de “Aşk-ı Memnu’nun havasına çok uyan bir besteci
olarak benim dikkatimi çekti. Yalnız şöyle bir müzik problemi ortaya çıkıyordu;
geleneksel Türk müziği dramatik bir ifadeye bünyesinde yer vermemiş. Aslına
bakarsanız Wagner gelene kadar, Batı müziğinde de böyle bir şey yok. Türk
müziği, temsil sanatı olmadığı için, bu konuda dramatik bir özellik kazanmamış.
O bakımdan biz fon müziği olarak belli heyecanları ifade etmek bakımından,
belli dramatik anları vermek bakımından güçlüklerle karşılaştık. Buna karşı yüzde
yüz bir Batı müziği tarzında müzik bestelenmesi de özellikle filmin geçtiği
tarihsel dönem açısından bana uygun gelmedi. O zaman şöyle bir formül düşündük:
Şevki Bey’in melodilerini alıp bu melodileri ham malzeme olarak kullanıp zaman
zaman gerekli yerlerde bunları aslına uygun olarak dramatize etmek. Gerekli
yerlerde bu melodileri dramatik müzik olarak kullanabilmek… Benim fon müziği
konusunda ilk tasavvurum buydu. Fakat filmin fon müziğini bestelemek üzere
çalıştığımız besteci Yalçın Tura böyle bir çalışmanın geleneksel Türk müziği
çevrelerinde tepki ile karşılanacağını belirtti ve “Şevki Beyin havasına uygun,
Şevki beyin stilinde ben beste yapayım” teklifinde bulundu. “Böylece hiç
olmazsa hem devrin karakterini ve duyuşunu yakalamak imkânını sağlarız, hem de
Türk müziği çevrelerinin muhtemel tepkilerine de hedef olmayız.” Yalçın
Tura’nın bu teklifi bana uygun geldi. Özellikle melodi ve müzik karakterinin
hikâyeye uygunluğu açısından ben bu müziği çok sevdim. Tahmin ediyorum
seyircide de bilinçaltı müsbet etkisi olmuştur.
İpekçi: Bence müzik kadar güzel yanı görüntüleriydi filmin.
Görüntü bakımından da çok başarılı gözüktü bana. Ne dersiniz?
Refiğ: Tabîî bu konuda en büyük hizmeti geçen görüntü yönetmeni
İlhan Arakon’un adını anmak isterim. İlhan Bey, görüntü yönetmenlerimiz
arasında en saygıdeğer biridir. Kendisi ressam Nazmi Ziya Beyin yeğenidir ve
klasik Türk sanatları hakkında belli bir kültürü ve bilgi zenginliği vardır.
İpekçi: Affedersiniz bilmiyordum Arakon’un Nazmi Ziya’nın yeğeni
olduğunu ve gerçekten de filmde Nazmi Ziya’nın romantizmi vardı.
Refiğ: İlhan Beyin teknik bilgisine, tecrübesine çok büyük
saygım ve inancım olmakla beraber, Nazmi Ziya ile birlikte ailesinin böyle
klâsik Türk resim ve görüntü sanatlariyle yakın ilgisi bulunması, bu filmin
görüntü atmosferinde kendisiyle çok anlaşmalı bir atmosfer kurabileceğimiz
inancını vermişti. Ben elimizdeki teknik imkânlar nisbetinde buna ulaştığımızı
sanıyorum. Bilhassa İlhan Beyin görüntü başarısı yalı aydınlatması, yani mum
ışığı aydınlatması çok başarılı oldu. Filmde merkezin daha aydınlık, çevreye
gittikçe daha karanlık ve kenarların oldukça karanlık olduğu bir aydınlatma
sistemine gittik. Bu aydınlatma sistemi, belli bir dramatik atmosfer sağladı
bize. Tabii görüntü kalitesinin tutturuluşunda İlhan Beyin teknik bilgisi ve
tecrübesi yanında, estetik birikiminin de çok yardımcı olduğunu sanıyorum.
İpekçi: İzin verirseniz biraz dekorlardan ve kostümlerden de söz
edelim. Dekorlarınızın ve kostümlerinizin o dönemin gerektirdiği özelliklere
tamamen uygun olması için ne gibi araştırmalar yaptınız. Konakları nasıl
buldunuz, kostümleri nasıl hazırladınız? Bunları anlatır mısınız?
Refiğ: Filme başlamazdan önce üç ay araştırma ve hazırlık dönemi
geçirdik. Boğaziçi yalıları, Büyükada’daki eski konaklar, Beyoğlu’nun eski
hali, Göksu gibi Halit Ziya’nın romanının geçtiği mekânları araştırdık ve
inceledik. Maalesef eski yapılar, özellikle Boğaz’daki eski yapılar süratle
ortadan kayboluyor. Bunların içinde çalışabilmeye müsait çok az yalı kalmıştı.
Bu filmin en büyük şanslarından biri Yeniköy’de Cemil Mahiç Bey Yalısı’nın
Halit Ziya Beyin anlattığı yalının aşağı yukarı eşi olmasıydı. Bu yalı romanın
geçtiği alafrangalaşma döneminin çok tipik örneklerinden biriydi. Bu yalı, eski
Tıbbiyeyi, bugünkü Haydarpaşa Lisesi’ni, bugünkü İstanbul Lisesi’ni yapan
yabancı mimarların, özellikle Valeri’nin tesirinde yapılmıştı. Cemil Mahiç
Beyin yalısı ise yabancı tesirlerle geleneksel motiflerin birbirine
karıştırıldığı çok enteresan bir örnekti. Cemil Mahiç Bey yalısını bundan önce
filmcilere vermediği halde, TRT’yi bir devlet müessesesi gördüğü için hiçbir
ücret talep etmeden 60 gün bizim burada çalışmamıza imkân sağladı. Yalı boştu.
İçinde oturulmuyordu. Yalının bir kısmı da oldukça yıpranmış durumdaydı. Yalı
sahiplerinin ifadesine göre tamir için bir milyon liraya ihtiyaç vardı. Biz
olanaklarımız ölçüsünde, yalıdaki hasarları onararak, yalıyı Halit Ziya’nın
romanını esas alarak, o eşya stilinde antikacılardan kiraladığımız eşyalarla
süsledik, filmin bütçe olarak en büyük masraflarından biri de, yalıya hiçbir
para verilmediği halde kiralanan eşyalara verilen paradır. Aynı şekilde Abut
Efendilerin Kandilli’deki yalısında çalıştık. O da o tarihten kalma ve halen o
tarihin özelliğini koruyan ender yalılardan biridir. Sahipleri çok anlayışlı
davrandılar. Zaten sanatkâr bir ailedir. Mehmet Abut bestecidir, Şehir
Tiyatrosunun kadrosundadır. Onlar da yardım ettiler. Büyükada’da daha büyük
kolaylıkla karşılaştık. Çünkü Büyükada’daki eski yapılar, Boğazdaki kadar
tahribata maruz kalmamışlardı. Mekânları bu şekilde sağladık.. Kostümlere
gelince; kostümleri çok çeşitli kaynaklardan, dergilerle hazırladım ve
kostümlerin hazırlanması aşağı yukarı üç dört aya yakın bir zamanımızı aldı.
Yüzden fazla kostüm. Halit Ziya romanında karakterlerin kostümlerini en ince
detaylarına kadar tarif etmekte idi. Onun tarif ettiği kostümlere büyük ölçüde
uygun olarak hazırladık. Bir kısım kostümleri ve özellikle saç-sakal-bıyık
şekillerini Osman Hamdi Beyin tablolarından, çağdaş fotoğraflardan elde ettik.
Sanıyorum ki belgesel olarak kostümlerde kendi zamanının gerçeğine çok yakın
bir sonuç elde ettik.
İpekçi: Bu arada bazı eleştiriler de oldu…
Refiğ: O eleştirilerin üstünde de durmak isterim. Bihter’in
giydiği bir damalı çarşaf bazı eleştirilere sebep oldu. Biz, kılık-kıyafetler
konusunda ve bilhassa çarşaflar konusunda bu işe girişirken bütün kılık-kıyafet
tariflerini, eldeki belgeleri hiç şüphesiz bu üç, dört ay içinde devamlı olarak
gözden geçirdik. Nurettin Sevin’in “Türk Kıyafet Tarihi” adlı kitabında tafsilâtlı
olarak belirttiğine göre Türkiye’de çarşaf ilk defa 1892 yılında giyilmiş ve
öyle bir moda olarak gelmiş ki, her renkten, her desenden, her çeşit kumaştan
çarşaf yapılmış. Ancak şu renkten, şu desenden veya şöyle bir kumaştan yapılır
diye katiyen bir kayıt yok. Bütün sosyal sınıflar kendi durumlarına göre,
çeşitli değerlerdeki kumaşlardan çarşaflar yapmışlar. Sonradan çarşafın rengi
gitgide kararmış, günümüze kadar “karanlık” şekilde gelmiş. Ama çarşaf ilk
geldiği yıllarda, 1892 yıllarında bir moda kıyafetiydi ve Bihter’in “Melih Bey
takımı” diye tanınan bir ailenin mensubu olduğu ve bu ailenin zamanın modasını
en aşırı şekilde tatbik etme çabasında olduğu düşünülürse, Bihter’in
kıyafetinin bugün günümüzde bile göze çarpmış olması bence Bihter’in moda anlayışını
ortaya koyar. Halit Ziya’nın kitabı dikkatle okunursa çok çeşitli desenlerde
çarşaflardan bahsediliyor. Gerçi damalı tâbiri ile kullanılan bir çarşaf yok.
Fakat benekli, çizgili, çeşitli desenli çarşaflar mevcut. Ama damalı çarşaf yok
demek değildir. Nitekim, Sayın Şevket Rado bana bazı resimler gösterdi, bu
resimlerin arasında damalı çarşaf örneklerine de rastladık. O bakımdan damalı
çarşaf meselesi tarihi hakikatlere ve bir moda kıyafeti olarak bence hikâyeye
de uygundur.
İpekçi: TRT’ye bir film hazırlamanın, normal bir ticari şirkete
film hazırlamaktan farklı bir nitelik taşıması gerekiyor kanımca. Acaba bu
farklılık olumlu ve olumsuz ne gibi şekillerde ortaya çıktı?
Refiğ: Önce ağır basan olumlu yönünü belirteyim. “Aşk-ı Memnu”
TRT devlet kuruluşu olduğu için devlet eliyle yapılmış bir filmdir. Devlet
eliyle yapıldığı için de ticarî amaçlar yerine kültürel amaçlar ve bir millî
kültür hizmeti olarak düşünülmüştür. Bu açıdan filmin yapılışı son derece
olumlu bir olaydır. Bunu ticarî bir sinemada, bu biçimde yapmak imkânsızdı.
Aşk-ı Memnu bu haliyle, bu biçimiyle ticarî sinemada yapılamazdı. Her şeyden
önce ticarî sinemada bir millî kültür olayı olarak ele almak mümkün değildi.
Aşk-ı Memnu’un en olumlu yönü, millî kültür eseri olarak düşünülmesi ve
yapılmasında… Olumsuz yönlerine gelince; aslında bunlar ilerde halledilebilecek
unsurlar. Bunda da devlet mekanizmamızın, bu tarz işlere alışık olmıyan
bürokratik yapısıdır. Aşk-ı Memnu bir seri içindeki filmlerden biridir. Diğer
filmler, Metin Erksan ve Lütfi Akad’a sipariş edilmişti. Üçümüzden aynı anda
Türk klâsik edebiyat eserlerini televizyon yoluyla halka tanıtmayı amaçlıyan
bir dizi yapılması istendi. İşin hukuk konusu uzun zaman aldı. Bu filmler hangi
kanuna göre yapılacaktı? Konuda bir şey yoktu. O zamanki Genel Müdür İsmail Cem
millî kültür hizmeti olarak, televizyonun sadece yabancı dizilere, yabancı
sinema filmlerine, yabancı kültüre açık bir televizyon olmamasını istiyordu.
Televizyonun millî kültür hizmeti bulunduğu, Türk televizyonunun yerli eserler
de yapma zorunluluğu üstünde israrla durdu. Başlangıçta bu eserlerin
filmlerinin yapılmasında epey bürokratik zorluklarla karşılaştık. Filmin
bütçesi tasdik edildikten sonra filmin çekimi gayet rahat, problemsiz gitti.
Fakat filmin gösterilmesi karışık döneme rastladı. Bu İsmail Cem’in görevden
ayrıldığı döneme rastladı ve özellikle Aşk-ı Memnu’da birçok sahneler kesildi.
Üzerinde çok dikkatle durulması gereken yanlışlıklar oldu. Aşk-ı Memnu’un
senaryosu hazırlanmıştı, ciltlenmişti ve filme başlanmadan önce İdareye
gönderilmişti. Bu senaryoyu bize çekin, kabûl edilir dendikten sonra bir takım
sahnelerin kesilmesi, bu filmde gerek aylarca süren bazı çalışmaların,
emeklerin ve gerek devletin parasının israfına sebep oldu.
İpekçi: O sahnelerin kesilmesinde bir gerekçe yok muydu?
Refiğ: Sahnelerin çıkarılmasında, TRT’nin bir gerekçe göstermesi
lâzımdı önce bana karşı. Benimle bir anlaşmaya girmişti, benden bir eser
alıyordu. Kesintiler yapılmadan önce bana haber vermeleri gerekirdi,
vermediler. Filmi bir çağa oturturken 1895 -1898 yılları arasında geçen bu
olayı Türkiye’deki ve dünyadaki tarihî olayları, filmin ne zaman, ne şekilde
geçtiğini belirten bir tarih perspektifi içinde vermek istedik. Halit Ziya
tarih perspektifini romanında vermiyor. Romanın Abdülhamid zamanında ve
Abdülhamid sansürünün en şiddetli olduğu bir devirde yazıldığını unutmamak
gerekir. Nitekim Halit Ziya, daha sonra yazdığı ’40 Yıl’ adlı hatıralarında
sansürden dolayı yazamadığı noktaları uzun uzadıya anlatır. Bunlar arasında
Girit meselesi büyük yer tutmaktadır. Halit Ziya’nın “40 Yıl” hatıralarında
belirttiği gibi, sansür yüzünden romanına koyamadığı Girit meselesini, bugün
artık tarihimize daha uzun bir perspektifle bakma imkânına sahip olduğumuzu
düşünerek bugünün seyircisine, romandaki olayların hangi tarihte, nasıl bir
devirde geçtiği konusunda daha somut örnekler vermek için, romandaki kişiler
arasındaki ilişkilerde hiçbir değişiklik yapmadan, sadece bazı konuşmalarda bu
tarihsel perspektifi yerine getirmeye çalıştık. İlk üç bölümde, Girit
meselesinden bahsedilmiyor, sadece Girit’te karışıklık çıktı. Girit’te Rum
çetecilerin Türkleri öldürdüğü söyleniyor. Girit’te bir Türk – Yunan harbinin
çıkması ihtimallerinden zaman zaman söz ediliyor. Bundan sonraki bölümlerde,
1897 Türk – Yunan harbi çıkıyor ve Dömeke Savaşı kazanılıyor. Bu tarihî olaylar
romanın geçiş süresi olan yıllar içinde konuşmalarla bize aksediyordu. Filmden
bu konuşmaları çıkartmışlar. Benim üzüntüm sansür ve fikir üzerindeki
baskısından dolayı küçümsediğimiz Abdülhamid dönemini aratacak bir sansür
zihniyetinin 1975 Türkiye’sinde hortlamış olmasıdır.
İpekçi: Çok mu tutuyordu bu kesilen sahneler?
Refiğ: Kesilen sahnelerin miktarı zaman olarak her halde 5 – 6
dakikayı geçeceğini sanmıyorum. Fakat tavır önemli.
İpekçi: İzin verirseniz daha genel sorular sormak istiyorum.
Önce şu noktayı tesbit etmek ilginç olacak. Televizyon filmciliği ile sinema
filmciliği arasında ne gibi ayrılıklar var? Başka bir deyimle, televizyon
filmciliğinin ne gibi özellikleri olmak gerekir?
Refiğ: Televizyon filmciliği ile sinema filmciliği arasındaki
temel ayırım şudur: Sinema başlıca bir temaşa san’atıdır. Televizyon ise,
enformasyon aracıdır. Bu durumda sinema filmlerinin temaşa değerlerine daha
fazla ağırlık veren, seyircinin ilgisini çeken filmler temaşa değeri yüksek
olan filmler olmasıdır. Buna karşılık, televizyon ekranının küçüklüğü sebebiyle
televizyon filmleri sinema filmleri kadar büyük bir temaşa özelliğine ihtiyaç
göstermiyor.
İpekçi: Ama aslında televizyonu sadece bir haberleşme aracı
olarak kabul etmek ve temaşa zevkinin dışında tutmak doğru bir değerlendirme
olur mu?
Refiğ: Efendim, bunu kesin olarak ortaya koyarsak pek tabiî
doğru bir değerlendirme olmaz. Bu kesinlikle böyledir dersek olmaz. Ama
sinemada temaşa değeri çok yüksek olan filmler, televizyona geldiği çoğu zaman,
sinemadaki etkilerini kaybederler, sinemadaki kadar etkileyici olmazlar. Buna
karşı televizyonda ilgimizi çeken bir çok program var. Belgesel filmler gibi,
haber filmleri gibi, kültür programları gibi… Bunlar sinemaya konuldukları
takdirde, seyirci bulamazlar. Bunlar iki aracın hakim vasıfları hiç şüphesiz.
Sinemada ağır basan temaşa özelliklerinin yanında haberleşme ve kültür aracı
olarak bu karakterlerin de zaman zaman daha dereceli şekilde ağırlık kazandığı
durumlar oluyor. Televizyonda da temaşa programları var. Müzik, tiyatro, film
gibi… Fakat bütün bunlara rağmen televizyonun haberleşme aracı olması,
informatif karakteri ağır basıyor. O bakımdan meselâ ben Aşk-ı Memnu’u
televizyon filmi olarak düşündüğümde bu eserin informatik karakteri, belli bir
devir hakkında belli bir fikir vermesi, o devirdeki sosyal yaşayış hakkında bir
bilgi vermesi bakımından ilgi toplayacağını düşündüm. Aşk-ı Memnu filmini
sinema filmi olarak düşünmek durumu olsaydı, televizyon için yazılan bu Aşk-ı
Memnu’dan çok daha başka türlü, temaşa unsurları daha ağır basan bir eser
ortaya çıkmış olurdu.
İpekçi: Bu film sinemada oynasaydı, televizyon için çevrilmiş
haliyle aynı ilgiyi toplamaz mıydı?
Refiğ: Bu film dört saate yaklaşan bu haliyle sinemada oynadığı
zaman seyirci sabrını taşıracağını sanıyorum. Bu filimden sinema seyircisi için
ilgi çekici iki saatlik bir film yapılabilir. Bu filmin, televizyon düşünülerek
ve siyah – beyaz olduğu için bence sinemada oynaması dezavantajdır.
İpekçi: Televizyon ve sinema filimciliği arasında temaşa
unsurunun dışında başka farklı hususlar var mı?
Refiğ: Tabii perde meselesi. Televizyon perdesinin küçük olması,
sinema perdesinin çok daha geniş olması, sinema seyircisinin koltuğa
hapsedilmesi, televizyon seyircisinin evinde rahat olması, onlarda değişik
psikolojiler meydana getirmektedir. Sinema seyircisi koltuğuna hapsedildiği
devamlı bir noktaya bakmak zorunda bırakıldığı için dikkati devamlı bir noktada
toplanmıştır. Sinema seyircisini siz bu hale soktuğunuz zaman onun her arzusunu
değerlendirmek zorundasınız. Sinema seyircisi televizyon seyircisi kadar
toleranslı değildir. Para verip gelmiştir, belli hürriyetleri yoktur. O
bakımdan filmi seyrettiği zaman, filmin her anının onu meşgûl etmesini, heyecanlandırmasını,
her an ona bir şey vermesini bekler. Bunu bulamadığı zaman reaksiyonu daha
negatiftir. Ama televizyon seyircisi sinema seyircisi kadar sınırlandırılmış,
hareketi baskı altına alınmış, devamlı olarak bir noktaya bakmak zorunda
bırakılmış bir seyirci değildir. Psikolojisi daha dağınık kişidir. Yanındakiyle
meşgûl olabilir, içki alabilir, bir şey yiyebilir, komşusuna kapıyı açabilir.
Bu bakımdan TV filmi ve sinema filmi yaparken bu iki seyircinin ayrı
psikolojilerini de hesaba katmak gerekir.
İpekçi: Televizyon filmi için bunları hesaba kattığımız zaman,
farklı hususlar neler oluyor pratikte?
Refiğ: Bunu çok somut şekle indirmek imkânsız. Her sanatçının
kendine göre bir sezişi, kendine göre duyuşu ile halledilebilecek bir mesele.
Fakat mutlaka şematik bir genellemeye gitmek gerekirse, televizyonda konuları
pek fazla sıkıştırmamak gerekir.
İpekçi: Hareketin daha yavaş…
Refiğ: Konuların, temaların zaman zaman yeniden neyi anlattığını
hatırlatacak şekilde olması gerekiyor. Televizyon perdesinin ufaklığı gözönünde
tutularak, daha yakın resimler çekmek gerekiyor. Sinemada bu kadar çok yakın
resim çekilirse, seyirciyi sıkabilir. Ayrıca tekrarlar sinema seyircisi için
rahatlık vermez. Fakat yine de bunları belli kalıplar haline getirmek
imkânsızdır. Bu bir duyuş meselesidir. Bunu her yapımcı, kendi hissettiği,
kendi sezdiği şekle göre yapar. Bence bir kalıp formüle bağlanamaz.
İpekçi: Son olarak şunu sormak istiyorum: Televizyon hızla
yaygınlaşıyor Türkiye’de. Bir çok şeyi belki de başında sinemaları etkiliyor.
Televizyonun Türk filmciliğine getirdiği olumlu ve olumsuz etkileri nasıl
açıklayabilirsiniz?
Refiğ: Televizyon Türkiye’ye sosyal değişmelerle birlikte geldi.
İlk defa 1975’de Türk ekonomisinde sanayi sektörünün payı, zıraî sektörü
geçmiş. Bu çok önemli bir değişiklik. Bu ekonomik değişme bence Türkiye’deki
sosyal olayların en temel sebebi. Böyle bir dönemde televizyon geldi. Sinema
seyircisi değiştiği halde Türk sineması değişmemiştir. Türk sineması
televizyonun geldiği dönemde, 10 yıldan beri süregelen klâsik bir “üçlü yapım”
formülüne bağlanıp kalmıştır. Bu formül sinemaların belli şirketler tarafından
tutulması, seyirci tarafından beğenilen oyuncuların tutulması ve daha önce
hangi filmler tutulmuşsa onlara benzer hikâyelerin yapılması… Bu üçlü formül 10
seneye yakın süre bu işi tatbik edenleri memnun eden bir şekilde sürdü. Fakat
Türkiye’deki büyük sosyal değişmeler, Türk filmleri seyircisinde belli bir
değişme getirdi. İşte televizyon sinemanın kalıplaşmış filmlerine kanıksamış
sinema seyircisi için son derecede cazip bir oyuncak olarak geldi. Ayrıca
sinemaya gitme zorluklarını ortadan kaldıran, aileyi evine bağlayan, konuyu
komşuyu yeni sosyal ilişkiler içinde birbirine yaklaştıran bir olay olarak
ortaya çıktı. Bu bir yenilikti ve Türk sinemasının tıkanıp kaldığı bir noktada
bu tıkanıklığın iyice ortaya çıkmasına ve bu sistemin yıkılmasına yardımcı
oldu. Bu bakımdan bence televizyon son derecede müsbet bir rol oynadı. Şimdi
geleceği ne olacak sinemanın? Yine aynı tarihsel olayları yaşamış Amerika ve
Avrupa’daki duruma bakarsak, sinema yeniden çok büyük önem kazanmış durumda. Bu
önemde televizyonun payı çok büyük. Seyirciye yeni bir gerçek duygusu
aşılanmış; filmlerde çok daha başka değerler ve bunların yanında, onu
televizyondan ayıracak çok daha büyük bir temaşa ustalığı getirmiştir. Tahminim
Türk sineması kısa bir süre içinde bu döneme girecektir. Bu döneme girmesi, bu
tarz bir iki filmin, başarı kazanması ile mümkün olacaktır. Geçen yıl Yılmaz
Güney’in yaptığı “Arkadaş” filmi bunun küçük bir örneğiydi. Kendi
gerçeklerimize kişisel görüş noktasından da olsa gerçeklere başka türlü bir
yaklaşma unsuru ile temaşa özellikleri göz önünde tutularak yapılan bir
çalışma, küçük bir örnek olarak gösterilebilir. Bir çok kimseler, Yılmaz
Güney’in seyirci, gözündeki özel durumunun bunda bir rol oynadığını da
düşünebilirler. Hiç şüphesiz bunun çok büyük bir payı vardır. Ama Yılmaz
Güney’i Yılmaz Güney yapan unsurlar arasında ayrıca cüretkâr davranışı da
bulunmaktadır. Bence sinema, televizyonun bu darbesinden sonra bu tecrübeyi
geçirmiş diğer ülkelerdeki gibi çok daha sıhhatli, çok daha sağlam, çok daha
canlı başka bir sinemanın doğumuna şahit olacaktır.
İpekçi: Daha çok televizyona mı film yapacaksınız bundan sonra,
yoksa sinemalara mı?
Refiğ: Ben çalışmamı sadece televizyon veya sadece sinema diye
kısıtlamak istemiyorum. Sinemada yapmak istediğim iki proje var; bunların
gerçekleştirilmesi için çalışmaktayım. TRT’nin yeni Genel Müdürü Nevzat
Yalçıntaş, kendisinden önceki idarenin başlattığı Türk edebiyat eserlerinden
televizyon filmi yapılma projesinin müsbet bir davranış olduğunu ve millî
kültür hizmeti olarak kendi idarelerinin de buna devam niyetinde olduklarını
bildirdiler ve yeni televizyon mevsimi için ne yapmak istediğimizi sordular.
Benim düşüncem, Kemal Tahir’in “Devlet Ana”sını televizyon için yeni bir seri
olarak hazırlamak…
İpekçi: Bu konuda varılmış bir karar var mı?
Refiğ: Ben Genel Müdüre sadece, “Devlet Ana”yı yapmak istediğimi
söyledim.
İpekçi: Onay aldınız mı?
Refiğ: Kendisi şahsen tasvip etti. Temaslara başlandı. Daha
resmî birşey şu anda yok.
İpekçi: Başarılar dilerim.
***
Gazeteci Sedat Ergin Hürriyet Gazetesi'nde 2010'da ABDİ
İPEKÇİ'yi konu almıştı:
ABDİ İpekçi, ölümünden bu yana 31 yıl geçmesine karşılık, bizlere
yol göstermeye bugün de devam ediyor.
Milliyet
Gazetesi’nde dün yayımlanmaya başlayan ve 1980’li yılların ikinci yarısında
Paris’te okumakta olan kızı Nükhet İpekçi-İzet’e göndermiş olduğu
mektuplar, bu büyük gazetecinin demokrasi ve özgürlükçülük anlayışını
sergileyerek bugünlere de ışık tutuyor.
* İpekçi’nin
özellikle, “Sağda ve solda körü körüne angaje olmamış her gerçek aydının
kaderi, her iki yandan gelen suçlamalara hedef olmaktır” şeklindeki
sözleri, aslında bugün Türk basınına ve düşünce dünyasına hâkim olan
bölünmüşlük ve gerginlik ortamı içinde özel bir anlam taşıyor.
TOPLUM
VİCDANINDA AÇIK KALAN PARANTEZ
İpekçi’nin
ölümünün 31’inci yıldönümü, onun şahsında simgeleşen sağduyu ve uzlaşı
çizgisine Türkiye’nin yine çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde gerçekleşti.
Zincirlikuyu
Mezarlığı’nda yapılan anma törenlerine 2006 sonrasında düzenli bir şekilde
katılmış bir gazeteci olarak gözlemim, bu yılki törenin bundan öncekilere
kıyasla hem katılımcı sayısı, hem de basının ilgisi açısından çok daha canlı
geçmiş olmasıdır.
Herhalde İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca’nın kısa bir süre önce
serbest kalmasının bu durumda önemli bir rolü var. Bir bu kadar, son dönemde
İpekçi cinayetinin perde arkasıyla ilgili olarak basında yeniden başlamış olan
haber ve tartışmaların yarattığı havanın da etkisini belirtmek gerekir.
* Özellikle Can
Dündar’ın geçenlerde Milliyet’te, İpekçi cinayeti dosyasına bakmış olan yetkili
şahsiyetlerle yaptığı konuşmalarla cinayet sonrasındaki ihmalleri, kusurları ve
gariplikleri yeni sorularla birlikte sarsıcı bir şekilde bir kez daha
kamuoyunun dikkatine getirmiş olması değerli bir gazetecilik çabasıydı.
Bu
dizinin de gösterdiği gibi, katilin yakalandıktan sonra sorgulanırken
Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından gözaltı için süre uzatımı verilmemesi,
gözaltındayken diğer faillerle görüşmesine müsamaha edilmesi, üzerinden çıkan
bazı isimlerin incelenmemesi, para hareketlerine bakılmaması gibi hâlâ yanıtı
aranan pek çok soru var.
* Polisten askeri
makamlara, yargıdan MİT’e kadar devletin çok geniş bir alanına yayılan bu sorular,
Türkiye’nin yakın tarihi üzerinde bir belirsizlik perdesi olarak asılı durmaya
devam ediyor.
Kapanmamış
bir parantez söz konusu. Bu sorular aydınlatılmadığı sürece Abdi İpekçi
cinayeti Türkiye’nin vicdanında açık bir yara olarak kalacak.
TBMM’DE
KOMİSYON KURULABİLİR
* Bu çerçevede soru
işaretlerinin dağıtılması için artık yeni bir başlangıç yapılması gerekiyor.
Burada kuşkusuz öncelikle basına görev düşüyor. Bu soruları ısrarla gündemde
tutarak, unutmadığımızı, unutmayacağımızı göstermeliyiz. Ancak TBMM’de de
partiler üstü bir inceleme komisyonu kurularak İpekçi cinayeti ve sonrasındaki
gelişmelerin yeniden masaya yatırılması da çok yararlı olur.
TBMM’de
böyle bir komisyonda görev almaya talip olacak çok sayıda milletvekilinin
çıkacağından şüphemiz yok. Gazetecilerin elde edemeyeceği bilgi ve belgelere bu
komisyon kolaylıkla ulaşabilir. Komisyon, bugün devletin farklı birimlerinin
arşivlerine dağılmış olan dosyaları, belgeleri tek bir havuzda toplayarak,
bunların ışığında o dönemin yetkililerine sorular yönelterek, konuya bütünlük
içinde bir bakış geliştirebilir.
* Komisyonun
yararlanabileceği çok sayıda açık kaynak da bulunuyor. Örneğin Belma
Akçura’nın geçen yıl yayımlanan “Ağca’nın Derin İlişkileri” başlıklı
çalışmasını bu bağlamda özellikle zikretmeliyiz.
Bu yöndeki bir başlangıç, İpekçi cinayeti gibi yakın tarihimizin aydınlatılmayı
bekleyen ve çoğu hâlâ faili meçhul kategorisinde kalan diğer büyük
cinayetlerinin üzerindeki örtünün kalkması sürecini de tetikleyebilir.
REYTİNGCİLERE
DE BİR-İKİ SÖZ
* Ve son bir söz
de Mehmet Ali Ağca ile ilgili bazı tasavvurlar hakkında. Ne yazık ki,
bu katilin TV programlarına yarışmacı olarak çıkartılmasının bile
düşünülebildiği, konuşulduğu bir ülkenin vatandaşlarıyız.
Reyting uğruna her şeyi yapabilme özgürlüğünü hissedebilen bu cüretkârlığın
ulaştığı boyut, ahlak ve vicdan ölçüler açısından artık Türk toplumunun
taşıyamayacağı bir noktaya gelmiştir.
Eski Türkiye'de hoşgörü, anlayış, nezaket, kibarlık, görgü kuralları, ahlak
kuralları, saygı, centilmenlik, onur (şeref) vardı...Yeni Türkiye'de bunların hiçbiri
yok...43 yıl önce 1 Şubat 1979 Perşembe günü öldürülen Abdi İpekçi Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel (CHP
& Adalet Partisi) Koalisyon hükümetinin kurulabilmesi için arabuluculuk
yapıyordu; 12 Eylül askeri darbesini yapanlar ise bir an önce darbe yapabilmek
ve Kenan Evren'i Cumhurbaşkanı yapabilmek için bu koalisyon hükümetinin
kurulmasını istemiyorlardı ve İpekçi'yi maşalarını kullanarak katlettirdiler! Süleyman
Demirel ve Bülent Ecevit'e "Yunanistan'ın NATO'ya dönüşünü veto etmeyin" talebini ileten ve
onlardan red cevabını alan ABD'de kuşkusuz Türkiye'nin 1 numaralı kanaat önderi
Abdi İpekçi'nin
öldürülmesinden fazlasıyla yararlandı...Türkiye bu cinayetten sonra son sürat
yokuş aşağı inerken freni patlayan kamyona dönüştü...12 Eylül darbesini yapanların ilk icraatı
da Türkiye'yi tamamen teslim ettikleri ABD'ne "Yunanistan'ın NATO'ya dönüşünü veto etmeyeceğiz.Bu talebinizi kayıtsız şartsız Türkiye askeri darbecileri
onaylıyor" mesajı yollamak oldu...
Abdi İpekçi'nin öldürülmesiyle ilgili yaygın
iddialardan biri şudur: Milliyet Gazetesini satın almak isteyen
işadamı gazetenin
sahibinden "Gazeteyi satmam; satmayı asla düşünmüyorum" cevabı almıştır...Gazete sahibi Ercüment Karacan'ı
korkutmak ve Ercüment Karacan'ı gazeteyi satmaya zorlamak için bu işadamı mafyaya Abdi İpekçi cinayetini sipariş etmiştir...
****
22 Temmuz 1976 Perşembe günü yayınlanan Milliyet gazetesinden
İPEKÇİ: Sağdan gelen şiddet eylemlerine karşı çıkma gereğini
duymuyor musunuz?
DEMİREL: 12 Mart öncesinde sağ tedhişçi diye bir şey yoktu. Hep
sol tedhişçiydi. Bugün de banka soyan, adam öldüren sağ tedhişçi yok.
Türkiye’yi sol rahatsız etmiş ve etmeye devam etmektedir. Öyle olmasa 1971-73
öncesi ve sonrası mahkemelerde solun dışında da birtakım adamlar da muhakeme
edilmiş olurdu.
İPEKÇİ: Sınıf basıp adam öldüren yok mu?
DEMİREL: Karşılıklı çatışmalar oluyor ama gidip ev basıp adam
kaçıran, öldüren yoktur. Benim dediğim okulların dışında bütün tedhişi meydana
getiren sol tedhişçilerdir.
İPEKÇİ: Sağdan gelen şiddet eylemlerini takbih etme gereğini
duymuyor musunuz?
DEMİREL: Şiddet nereden gelirse gelsin karşıyım. Ama sağ bugün
Türkiye’yi rahatsız eden bir unsur değildir.
İPEKÇİ: Size göre öyle, başkalarına göre değil...
*****
1948'DE ABDİ İPEKÇİ KENDİSİNE YÖNELTİLEN SORULARI
CEVAPLAMIŞTI:
SORU: Yerinde olmayı tercih veya tahayyül ettiğiniz büyük
adamlar kimlerdir? Neden?
İPEKÇİ: Cemal Nadir’in yerinde olmayı tahayyül ederim. Büyük
bir karikatürist olduğu için değil fakat kendi sahasının en şöhretli ve
en kıymetli adamı olup dünyanın en mütevazı insanı olarak kalmasını bildiği
için.
SORU: Hayatı mütevekkilane kabul etmeli mi, yoksa isyankâr mı
olmalı?
İPEKÇİ: Hayat bir mücadeledir, isyankâr olmalı diyemeyeceğim.
Çünkü öyle hadiseler vardır ki insana bağlı değildir. Yani insan
iradesinin değiştiremeyeceği neviden şeylerdir. İşte bu gibi hadiseleri
mütevekkilane kabul etmeli, irademizle hâkim olabileceğimizi hissettiğimiz
yerlerde de isyankâr olmalıyız. Esasen mesut insan bu işi yapabilen insandır.
SORU: Lakaplarınız nelerdir?
İPEKÇİ: Çok lakabım oldu fakat hiçbiri üzerimde kalmadı.
Mamafih birkaçını sayayım: Liberman, Mikrofon, Koza, Organizatör, Karakaçan,
Haşmet, Genel Sekreter.
SORU: Beğendiğiniz bir söz, vecize yahut mısrayı söyleyiniz:
İPEKÇİ: “Yalnız duyan yaşar sözü, derler ki, doğrudur
Yalnız duyan çeker derim, en doğru söz budur.” Yahya Kemal
Beyatlı
“Zafer biraz da hasar ister.” Tevfik Fikret
SORU: Kaç yaşına kadar yaşamak istersiniz?
İPEKÇİ: “Muayyen bir yaş söyleyemem ama 2000
senesini görmeyi çok isterim”
SORU: “İstikbal
projeniz?”
İPEKÇİ: “Matbaacılıkta inkılap yapıp memleketimizde
baskı tekniğini ve sanatını Avrupa ayarına yükseltmek, muhtelif janr neşriyatta bulunup, gerek
siyaset gerek fikir ve sanat âleminde hareketler yaratmak.”
****
ABDİ İPEKÇİ TARAFINDAN YAPILMIŞ BİR SÖYLEŞİ:
Halit Refiğ’le “Aşk-ı Memnu” Üzerine Bir Söyleşi:
Bülent Ecevit, Halit Refiğ ve Abdi İpekçi daima birbirlerine
yakınlık duyan, birbirlerine destek olan insanlar olmuştu. Halit Refiğ Bülent
Ecevit’in Başbakanlığı sırasında “Aşk-ı Memnu” ve “Yorgun Savaşçı”yı TRT için
filmleştirmekle görevlendirildi. Aşağıda Abdi İpekçi’nin Halit Refiğ’le “Aşk-ı
Memnu” üzerine yaptığı ve Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan söyleşiyi
bulabileceksiniz.
Refiğ: TRT, “Aşk-ı Memnu”nun, devletin itibarına yaraşır bir
film olması için bize imkân verdi. Filmin çekiminde ticarî amaçlar değil,
kültürel amaçlar birinci derecede rol oynadığı için, biz filmi belli zaman
süreleri veya belli bütçe kısıtlamaları içinde değil, hikâyenin gerektirdiği,
hikâyenin olabileceği derecede elimizdeki imkânlarla, gerek eleman, gerekse
malzeme imkânı bakımından ne yapılabilirse bunun sınırlarını zorlamaya
çalıştık. “Aşk-ı Memnu” bir sinema filmi tavır ve düşüncesiyle çekilmedi… Bazı
kalemlerde bir sinema filmine harcanan paradan çok daha az para harcandı.
Meselâ oyuncu kadrosunda… Tasarruf edilen para filmin kıyafetlerine, dekoruna
harcandı.
Refiğ: Filme başlamadan önce üç ay araştırma ve hazırlık dönemi
geçirdik. Boğaziçi yalıları, Büyükada’daki eski konaklar, Beyoğlu’nun eski
hâli, Göksu gibi, Halit Ziya’nın romanının geçtiği mekânları araştırdık ve
inceledik. Bu filmin en büyük şanslarından biri Yeniköy’de, Cemil Mahiç Bey
yalısının, Halit Ziya Beyin anlattığı yalının aşağı-yukarı eşi olmasıydı. Abut
Efendilerin Kandilli’deki yalısında da çalıştık. Kostümlerin çeşitli
kaynaklardan yararlanılarak hazırlanması aşağı-yukarı üç-dört ay sürdü.
Eleştirilen damalı çarşaf meselesi, tarihî hakikâtlere ve bir moda kıyafeti
olarak hikâyeye de uygundur.
Refiğ: Filmin gösterilmesi İsmail Cem’in görevden ayrıldığı
dönem rastladı ve özellikle Aşk-ı Memnu’nun birçok sahnesi kesildi. Kesintiler
yapılmadan önce bana haber vermeleri gerekiyordu, vermediler. Benim üzüntüm,
sansür ve fikir üzerindeki bakışından dolayı küçümsediğimiz 2. Abdülhamid
dönemini aratacak bir sansür zihniyetinin 1975 Türkiye’sinde hortlamış
olmasıdır. TRT’nin yeni Genel Müdürü, Türk eserlerinden televizyon filmi
yapılma projesinin sürdürülmesi niyetinde olduklarını söyledi; yeni mevsim için
ne yapmak istediğimizi sordular. Kemal Tahir’in “Devlet Ana” eserini yapmak
istediğimizi söyledim… Kararlarını bekliyorum.
İpekçi: Halit Bey, televizyonda yayınlanan, “Aşk-ı Memnu”
filminiz büyük ilgi ve takdir topladı sanıyorum. Bu filmin başarısını hangi
nedenlere bağlayabilirsiniz?
Refiğ: Birkaç maddede toplayabiliriz başarı sebeplerini. Film
bir aile hikâyesidir. Televizyon seyircisinin çoğunluğunu aileler
oluşturmaktadır. Bu bakımdan, TRT benden klâsik bir Türk romanı filme çekmemi
isteyince, hem klâsik değeri olan bir romanı seçmek, hem de TV seyircisinin
sadece kültür açısından değil, fakat temaşa açısından da ilgisini çekecek bir
roman olmasını düşündüm. Sanıyorum ki, bunların temelde büyük ölçüde faydası
oldu. Bizim seyircimiz Türk filmleri hakkında çoğu zaman ikinci elden
edinilmiş, bazı zaman da kendi tecrübeleriyle tesadüf ettikleri kötü filmlerle
genel olarak kötü bir kanaate sahiptir. Bu film, özenle çekilmiş bir filmdir.
TRT bu filmin düzgün, devletin itibarına yaraşır bir film olması için bize
imkân verdi. Filmin çekiminde ticarî amaçlar değil, kültürel amaçlar birinci
derecede rol oynadığı için, biz filmi belli zaman süreleri veya belli bütçe
kısıtlamaları içinde değil, hikâyenin gerektirdiği, hikâyenin olabileceği
derecede elimizdeki imkânlarla, gerek eleman, gerekse malzeme imkânı bakımından
ne yapılabilirse bunun sınırlarını zorlamaya çalıştık. Öyle sanıyorum ki,
hikâyenin bünyesinden gelen aileyi ilgilendirme özellikleri yanında, filme sarf
edilen bu emek de seyirci tarafından değerlendirildi. Bu da seyirciyi etkileyen
bir unsur oldu tahmin ediyorum.
İpekçi: Aslında normal olarak sinemalarda gösterilen filmlerde
sarf edilenin çok üstünde bir para mı harcandı bu işe?
Refiğ: Aşk-ı Memnu, bir sinema filmi, tavır ve düşünceyle
çekilmedi. Bazı kalemlerde bir sinema filmine harcanan paradan çok daha az para
harcandı. Meselâ oyuncu kadrosunda. Başlangıçta TRT ile ismi olan meşhur pahalı
oyuncular yerine, pahalı olmayan ama rolü ifade edebilecek, hikâyeyi
değerlendirebilecek oyuncular kullanma ve ordan tasarruf edilecek parayı,
filmin görüntü değerine katma konusunu konuşmuştuk. Görüntülere, dekorlara,
kılıklara, kıyafetlere ve çekim zamanına önem verecektik. Nitekim filmin
maliyeti, piyasa şartları içinde çekilse de, aynı maliyete çıkardı. Fakat ödeme
nisbetlerinde bir değişiklik olacaktı. Bazı kalemlerde çok daha fazla, bazı
kalemlerde daha az ödemeler yapılmış olacaktı. Bizim özellikle tasarrufumuz,
oyuncu ücretlerinde oldu. Bu tasarrufu kılık kıyafetler, dekor ve daha itinalı
bir zamanda çekilebilmesi şartlarına ayırdık. Harcamalar konusunda sinema için
yapılan filmle, televizyon için yaptığımız bu film arasında bence başlıca
ayırım noktaları bunlar.
İpekçi: Bu açıklamalarda bulunurken üzerinde özellikle durmak
istediğim bir noktaya da değinmiş ve açıklamış oldunuz. Biraz daha o konuda
konuşmak istiyorum; oyuncular konusunda. Gerçekten de oyuncuların hepsi değilse
de büyük çoğunluğu tanınmamış, daha önce film yıldızı olmamış kimselerdi. Benim
sormak istediğim hususlardan biri de şu: Hiç tanınmamış ve bu alanda tecrübe
sahibi bulunmadıkları sanılan, bilinen bu kişiler, bana oldukça başarılı gibi
gözüktüler. Siz de bu görüşe katılır mısınız?
Refiğ: Başarılı gözükmeleri için elimizden gelen gayreti gösterdik.
Filmde oyuncuların bir kısmı gerçekten mesleklerinde son derecede değerli
kimselerdi. Meselâ Şükran Güngör gibi, Çolpan İlhan gibi, Neriman Köksal gibi,
Suna Keskin gibi birtakım tiyatro ve sinemamızın gayet tecrübeli elemanları
vardı. Fakat bu oyuncular, sinema piyasasının tâbiri ile afiş isimleri
değillerdi. Hâlbuki televizyonda önemli olan oyunun bizzat kendisi idi. Bunun
dışında iki eleman ilk defa sinemada oynadı. İkinci başrolü oynayan genç
hanımlar…
İpekçi: Ben de özelliklerini kastederek bu soruyu sordum.
Refiğ: Ben “Aşk-ı Memnu” da rol bölümünü yaparken özellikle
Halit Ziya Uşaklıgil’in romanında kahramanlarının fiziğini nasıl tasvir etmişse
ona uyacak kimseler bulmaya çalıştım. Rol bölümünde aman tiyatrodan olsun, aman
sinemadan olsun veya dışardan olsun diye bir kayda girmeden, Halit Ziya,
kitabında nasıl insanlar tarif etmişse o tiplere en uygun kimler olabilir
hesabından yola çıktık. Halit Ziya’nın tasvir ettiği Bihter ve Nihal tiplerine
uygun tecrübeli eleman yoktu. Bu bakımdan bu iki rolü tanınmamış, sinemada
tecrübesi olmayan insanlar arasından seçmek gereği hasıl oldu. Nihal rolü için
birkaç namzet vardı. Bir test yaptık stüdyoda. Itır Esen yedi kişinin arasında
en uygunu oldu. Müjde Ar’a gelince, bir takım adayları iyice düşünüp taşındıktan
sonra Müjde Ar, filmin en son kararlaştırılan oyuncusu oldu. Yani kostümleri en
son dikilmeye başlanan oyuncu oldu. Başlangıçta tecrübesiz oluşu beni
ürkütüyordu, fakat gayet hırslı ve azimli olduğunu fark ettim ve bazı
eksikliklerini azmi ve hırsı ile kapatabilirdi. Bu konuda görüntü yönetmeni
İlhan Arakon bize epey yardımcı oldu. İlk günler, tecrübeli oyunculara göre
tecrübesizler kameranın karşısına ilk defa çıkmanın, ışıkların karşısında ilk
defa durmanın acemiliklerini gösteriyorlardı. Fakat bizim acelemiz yoktu. Belli
bir haftaya filmi yetiştirmek gibi bir durumumuz yoktu. Uğraştık mektepte
uğraşır gibi uğraştık. Bu arada tecrübeli oyuncuların da daha tecrübesizler
üzerinde dostça ilgileri oldu. Ve sanıyorum ki, tecrübeli oyuncularla
tecrübesiz oyuncular arasında belli fark ortaya çıkmadan Halit Ziya
Uşaklıgil’in tarif ettiği tiplere, insanlara uygun görüntüler meydana
getirebildik.
İpekçi: Her ikisinin de ilk tecrübesi miydi bu?
Refiğ: Evet
İpekçi: Nasıl bulabildiniz? Bir testten, denemeden söz ettiniz…
Refiğ: Şöyle oldu: Nihal rolü için muhtelif namzetler oldu…
İpekçi: O namzetleri nasıl sağladınız?
Refiğ: Bir kısım namzedi İstanbul Konservatuarından sağladık.
Nihal, biliyorsunuz piyano çalıyordu, bence bu rolü oynayacak kızın piyano
bilmesi de gerekliydi. Fakat Konservatuvar namzetleri arasında Nihal rolünü
oynayabilecek ve piyano çalmasını bilen bir iki hanım vardı. Itır Esen, dublaj
yönetmeni Hayri Esen’in kızıdır. Onu filmin TRT adına yöneticisi olan Tekin
Özertem getirdi. Fizikman gayet uygundu. Benim dışarıda tanıdığım bir iki
namzet vardı. Meselâ Ankara İktisat Fakültesi’nde okuyan gayet aklı başında bir
hanım vardı. Hepsini ayrı ayrı denedik ve Itır Esen’in en iyi olduğu sonucunda
birleştik. Zaten bu rolü oynayacaklara bir deneme yapmak istediğimizi, dört
saat sürecek bir filmin bütün yükünü, hiç olmazsa görüntü olarak devamlı
seyirci karşısında bulunma riskini bazı deneylerden geçirmeden kimseye
veremeyeceğimizi bildirmiştik. Film deneyleri sonunda Nihal rolüne en yatkın
insan olarak Itır Esen ortaya çıktı.
İpekçi: Piyanoyu kim çaldı?
Refiğ: Eşim Gülper Savaşçın Refiğ çaldı. Eşim Hamburg Müzik
Akademisi mezunudur. Bana filmin müziğinin yapımında da danışman olarak ve
müziklerin hazırlanmasında bilfiil çalışarak epey faydası oldu. Kendisi Itır Esen’i
belli parçaları hiç olmazsa sese uygun parmak hareketlerini uyduracak şekilde
çalıştırdı. Filmdeki piyano müzikleri onun tarafından stüdyoda seslendirildi.
İpekçi: Müzik de gerçekten çok başarılı idi. Orijinal miydi
besteler?
Refiğ: Filmi yaparken, bu filmin belli bir çağda geçtiğini
düşünerek, bu çağın sanatçılarının yarattıkları eserlerden, onların
heyecanlarından, onların duyuşlarından yararlanmayı düşündüm. Meselâ özellikle
kılık kıyafetlerde, saç-sakal şekillerinde, Halit Ziya Beyin çağdaşı olan Osman
Hamdi Beyin resimlerinden büyük ölçüde yararlandım. Müzik konusunda ilk
düşüncem, o devrin tanınmış bir bestecisi olan Şevki Beyin eserlerinden
yararlanmaktı. Şevki Bey bir aşk şarkısı bestecisi olarak ve müziğinin genel
atmosferi, genel karakteri de “Aşk-ı Memnu’nun havasına çok uyan bir besteci
olarak benim dikkatimi çekti. Yalnız şöyle bir müzik problemi ortaya çıkıyordu;
geleneksel Türk müziği dramatik bir ifadeye bünyesinde yer vermemiş. Aslına
bakarsanız Wagner gelene kadar, Batı müziğinde de böyle bir şey yok. Türk
müziği, temsil sanatı olmadığı için, bu konuda dramatik bir özellik kazanmamış.
O bakımdan biz fon müziği olarak belli heyecanları ifade etmek bakımından,
belli dramatik anları vermek bakımından güçlüklerle karşılaştık. Buna karşı yüzde
yüz bir Batı müziği tarzında müzik bestelenmesi de özellikle filmin geçtiği
tarihsel dönem açısından bana uygun gelmedi. O zaman şöyle bir formül düşündük:
Şevki Bey’in melodilerini alıp bu melodileri ham malzeme olarak kullanıp zaman
zaman gerekli yerlerde bunları aslına uygun olarak dramatize etmek. Gerekli
yerlerde bu melodileri dramatik müzik olarak kullanabilmek… Benim fon müziği
konusunda ilk tasavvurum buydu. Fakat filmin fon müziğini bestelemek üzere
çalıştığımız besteci Yalçın Tura böyle bir çalışmanın geleneksel Türk müziği
çevrelerinde tepki ile karşılanacağını belirtti ve “Şevki Beyin havasına uygun,
Şevki beyin stilinde ben beste yapayım” teklifinde bulundu. “Böylece hiç
olmazsa hem devrin karakterini ve duyuşunu yakalamak imkânını sağlarız, hem de
Türk müziği çevrelerinin muhtemel tepkilerine de hedef olmayız.” Yalçın
Tura’nın bu teklifi bana uygun geldi. Özellikle melodi ve müzik karakterinin
hikâyeye uygunluğu açısından ben bu müziği çok sevdim. Tahmin ediyorum
seyircide de bilinçaltı müsbet etkisi olmuştur.
İpekçi: Bence müzik kadar güzel yanı görüntüleriydi filmin.
Görüntü bakımından da çok başarılı gözüktü bana. Ne dersiniz?
Refiğ: Tabîî bu konuda en büyük hizmeti geçen görüntü yönetmeni
İlhan Arakon’un adını anmak isterim. İlhan Bey, görüntü yönetmenlerimiz
arasında en saygıdeğer biridir. Kendisi ressam Nazmi Ziya Beyin yeğenidir ve
klasik Türk sanatları hakkında belli bir kültürü ve bilgi zenginliği vardır.
İpekçi: Affedersiniz bilmiyordum Arakon’un Nazmi Ziya’nın yeğeni
olduğunu ve gerçekten de filmde Nazmi Ziya’nın romantizmi vardı.
Refiğ: İlhan Beyin teknik bilgisine, tecrübesine çok büyük
saygım ve inancım olmakla beraber, Nazmi Ziya ile birlikte ailesinin böyle
klâsik Türk resim ve görüntü sanatlariyle yakın ilgisi bulunması, bu filmin
görüntü atmosferinde kendisiyle çok anlaşmalı bir atmosfer kurabileceğimiz
inancını vermişti. Ben elimizdeki teknik imkânlar nisbetinde buna ulaştığımızı
sanıyorum. Bilhassa İlhan Beyin görüntü başarısı yalı aydınlatması, yani mum
ışığı aydınlatması çok başarılı oldu. Filmde merkezin daha aydınlık, çevreye
gittikçe daha karanlık ve kenarların oldukça karanlık olduğu bir aydınlatma
sistemine gittik. Bu aydınlatma sistemi, belli bir dramatik atmosfer sağladı
bize. Tabii görüntü kalitesinin tutturuluşunda İlhan Beyin teknik bilgisi ve
tecrübesi yanında, estetik birikiminin de çok yardımcı olduğunu sanıyorum.
İpekçi: İzin verirseniz biraz dekorlardan ve kostümlerden de söz
edelim. Dekorlarınızın ve kostümlerinizin o dönemin gerektirdiği özelliklere
tamamen uygun olması için ne gibi araştırmalar yaptınız. Konakları nasıl
buldunuz, kostümleri nasıl hazırladınız? Bunları anlatır mısınız?
Refiğ: Filme başlamazdan önce üç ay araştırma ve hazırlık dönemi
geçirdik. Boğaziçi yalıları, Büyükada’daki eski konaklar, Beyoğlu’nun eski
hali, Göksu gibi Halit Ziya’nın romanının geçtiği mekânları araştırdık ve
inceledik. Maalesef eski yapılar, özellikle Boğaz’daki eski yapılar süratle
ortadan kayboluyor. Bunların içinde çalışabilmeye müsait çok az yalı kalmıştı.
Bu filmin en büyük şanslarından biri Yeniköy’de Cemil Mahiç Bey Yalısı’nın
Halit Ziya Beyin anlattığı yalının aşağı yukarı eşi olmasıydı. Bu yalı romanın
geçtiği alafrangalaşma döneminin çok tipik örneklerinden biriydi. Bu yalı, eski
Tıbbiyeyi, bugünkü Haydarpaşa Lisesi’ni, bugünkü İstanbul Lisesi’ni yapan
yabancı mimarların, özellikle Valeri’nin tesirinde yapılmıştı. Cemil Mahiç
Beyin yalısı ise yabancı tesirlerle geleneksel motiflerin birbirine
karıştırıldığı çok enteresan bir örnekti. Cemil Mahiç Bey yalısını bundan önce
filmcilere vermediği halde, TRT’yi bir devlet müessesesi gördüğü için hiçbir
ücret talep etmeden 60 gün bizim burada çalışmamıza imkân sağladı. Yalı boştu.
İçinde oturulmuyordu. Yalının bir kısmı da oldukça yıpranmış durumdaydı. Yalı
sahiplerinin ifadesine göre tamir için bir milyon liraya ihtiyaç vardı. Biz
olanaklarımız ölçüsünde, yalıdaki hasarları onararak, yalıyı Halit Ziya’nın
romanını esas alarak, o eşya stilinde antikacılardan kiraladığımız eşyalarla
süsledik, filmin bütçe olarak en büyük masraflarından biri de, yalıya hiçbir
para verilmediği halde kiralanan eşyalara verilen paradır. Aynı şekilde Abut
Efendilerin Kandilli’deki yalısında çalıştık. O da o tarihten kalma ve halen o
tarihin özelliğini koruyan ender yalılardan biridir. Sahipleri çok anlayışlı
davrandılar. Zaten sanatkâr bir ailedir. Mehmet Abut bestecidir, Şehir
Tiyatrosunun kadrosundadır. Onlar da yardım ettiler. Büyükada’da daha büyük
kolaylıkla karşılaştık. Çünkü Büyükada’daki eski yapılar, Boğazdaki kadar
tahribata maruz kalmamışlardı. Mekânları bu şekilde sağladık.. Kostümlere
gelince; kostümleri çok çeşitli kaynaklardan, dergilerle hazırladım ve
kostümlerin hazırlanması aşağı yukarı üç dört aya yakın bir zamanımızı aldı.
Yüzden fazla kostüm. Halit Ziya romanında karakterlerin kostümlerini en ince
detaylarına kadar tarif etmekte idi. Onun tarif ettiği kostümlere büyük ölçüde
uygun olarak hazırladık. Bir kısım kostümleri ve özellikle saç-sakal-bıyık
şekillerini Osman Hamdi Beyin tablolarından, çağdaş fotoğraflardan elde ettik.
Sanıyorum ki belgesel olarak kostümlerde kendi zamanının gerçeğine çok yakın
bir sonuç elde ettik.
İpekçi: Bu arada bazı eleştiriler de oldu…
Refiğ: O eleştirilerin üstünde de durmak isterim. Bihter’in
giydiği bir damalı çarşaf bazı eleştirilere sebep oldu. Biz, kılık-kıyafetler
konusunda ve bilhassa çarşaflar konusunda bu işe girişirken bütün kılık-kıyafet
tariflerini, eldeki belgeleri hiç şüphesiz bu üç, dört ay içinde devamlı olarak
gözden geçirdik. Nurettin Sevin’in “Türk Kıyafet Tarihi” adlı kitabında tafsilâtlı
olarak belirttiğine göre Türkiye’de çarşaf ilk defa 1892 yılında giyilmiş ve
öyle bir moda olarak gelmiş ki, her renkten, her desenden, her çeşit kumaştan
çarşaf yapılmış. Ancak şu renkten, şu desenden veya şöyle bir kumaştan yapılır
diye katiyen bir kayıt yok. Bütün sosyal sınıflar kendi durumlarına göre,
çeşitli değerlerdeki kumaşlardan çarşaflar yapmışlar. Sonradan çarşafın rengi
gitgide kararmış, günümüze kadar “karanlık” şekilde gelmiş. Ama çarşaf ilk
geldiği yıllarda, 1892 yıllarında bir moda kıyafetiydi ve Bihter’in “Melih Bey
takımı” diye tanınan bir ailenin mensubu olduğu ve bu ailenin zamanın modasını
en aşırı şekilde tatbik etme çabasında olduğu düşünülürse, Bihter’in
kıyafetinin bugün günümüzde bile göze çarpmış olması bence Bihter’in moda anlayışını
ortaya koyar. Halit Ziya’nın kitabı dikkatle okunursa çok çeşitli desenlerde
çarşaflardan bahsediliyor. Gerçi damalı tâbiri ile kullanılan bir çarşaf yok.
Fakat benekli, çizgili, çeşitli desenli çarşaflar mevcut. Ama damalı çarşaf yok
demek değildir. Nitekim, Sayın Şevket Rado bana bazı resimler gösterdi, bu
resimlerin arasında damalı çarşaf örneklerine de rastladık. O bakımdan damalı
çarşaf meselesi tarihi hakikatlere ve bir moda kıyafeti olarak bence hikâyeye
de uygundur.
İpekçi: TRT’ye bir film hazırlamanın, normal bir ticari şirkete
film hazırlamaktan farklı bir nitelik taşıması gerekiyor kanımca. Acaba bu
farklılık olumlu ve olumsuz ne gibi şekillerde ortaya çıktı?
Refiğ: Önce ağır basan olumlu yönünü belirteyim. “Aşk-ı Memnu”
TRT devlet kuruluşu olduğu için devlet eliyle yapılmış bir filmdir. Devlet
eliyle yapıldığı için de ticarî amaçlar yerine kültürel amaçlar ve bir millî
kültür hizmeti olarak düşünülmüştür. Bu açıdan filmin yapılışı son derece
olumlu bir olaydır. Bunu ticarî bir sinemada, bu biçimde yapmak imkânsızdı.
Aşk-ı Memnu bu haliyle, bu biçimiyle ticarî sinemada yapılamazdı. Her şeyden
önce ticarî sinemada bir millî kültür olayı olarak ele almak mümkün değildi.
Aşk-ı Memnu’un en olumlu yönü, millî kültür eseri olarak düşünülmesi ve
yapılmasında… Olumsuz yönlerine gelince; aslında bunlar ilerde halledilebilecek
unsurlar. Bunda da devlet mekanizmamızın, bu tarz işlere alışık olmıyan
bürokratik yapısıdır. Aşk-ı Memnu bir seri içindeki filmlerden biridir. Diğer
filmler, Metin Erksan ve Lütfi Akad’a sipariş edilmişti. Üçümüzden aynı anda
Türk klâsik edebiyat eserlerini televizyon yoluyla halka tanıtmayı amaçlıyan
bir dizi yapılması istendi. İşin hukuk konusu uzun zaman aldı. Bu filmler hangi
kanuna göre yapılacaktı? Konuda bir şey yoktu. O zamanki Genel Müdür İsmail Cem
millî kültür hizmeti olarak, televizyonun sadece yabancı dizilere, yabancı
sinema filmlerine, yabancı kültüre açık bir televizyon olmamasını istiyordu.
Televizyonun millî kültür hizmeti bulunduğu, Türk televizyonunun yerli eserler
de yapma zorunluluğu üstünde israrla durdu. Başlangıçta bu eserlerin
filmlerinin yapılmasında epey bürokratik zorluklarla karşılaştık. Filmin
bütçesi tasdik edildikten sonra filmin çekimi gayet rahat, problemsiz gitti.
Fakat filmin gösterilmesi karışık döneme rastladı. Bu İsmail Cem’in görevden
ayrıldığı döneme rastladı ve özellikle Aşk-ı Memnu’da birçok sahneler kesildi.
Üzerinde çok dikkatle durulması gereken yanlışlıklar oldu. Aşk-ı Memnu’un
senaryosu hazırlanmıştı, ciltlenmişti ve filme başlanmadan önce İdareye
gönderilmişti. Bu senaryoyu bize çekin, kabûl edilir dendikten sonra bir takım
sahnelerin kesilmesi, bu filmde gerek aylarca süren bazı çalışmaların,
emeklerin ve gerek devletin parasının israfına sebep oldu.
İpekçi: O sahnelerin kesilmesinde bir gerekçe yok muydu?
Refiğ: Sahnelerin çıkarılmasında, TRT’nin bir gerekçe göstermesi
lâzımdı önce bana karşı. Benimle bir anlaşmaya girmişti, benden bir eser
alıyordu. Kesintiler yapılmadan önce bana haber vermeleri gerekirdi,
vermediler. Filmi bir çağa oturturken 1895 -1898 yılları arasında geçen bu
olayı Türkiye’deki ve dünyadaki tarihî olayları, filmin ne zaman, ne şekilde
geçtiğini belirten bir tarih perspektifi içinde vermek istedik. Halit Ziya
tarih perspektifini romanında vermiyor. Romanın Abdülhamid zamanında ve
Abdülhamid sansürünün en şiddetli olduğu bir devirde yazıldığını unutmamak
gerekir. Nitekim Halit Ziya, daha sonra yazdığı ’40 Yıl’ adlı hatıralarında
sansürden dolayı yazamadığı noktaları uzun uzadıya anlatır. Bunlar arasında
Girit meselesi büyük yer tutmaktadır. Halit Ziya’nın “40 Yıl” hatıralarında
belirttiği gibi, sansür yüzünden romanına koyamadığı Girit meselesini, bugün
artık tarihimize daha uzun bir perspektifle bakma imkânına sahip olduğumuzu
düşünerek bugünün seyircisine, romandaki olayların hangi tarihte, nasıl bir
devirde geçtiği konusunda daha somut örnekler vermek için, romandaki kişiler
arasındaki ilişkilerde hiçbir değişiklik yapmadan, sadece bazı konuşmalarda bu
tarihsel perspektifi yerine getirmeye çalıştık. İlk üç bölümde, Girit
meselesinden bahsedilmiyor, sadece Girit’te karışıklık çıktı. Girit’te Rum
çetecilerin Türkleri öldürdüğü söyleniyor. Girit’te bir Türk – Yunan harbinin
çıkması ihtimallerinden zaman zaman söz ediliyor. Bundan sonraki bölümlerde,
1897 Türk – Yunan harbi çıkıyor ve Dömeke Savaşı kazanılıyor. Bu tarihî olaylar
romanın geçiş süresi olan yıllar içinde konuşmalarla bize aksediyordu. Filmden
bu konuşmaları çıkartmışlar. Benim üzüntüm sansür ve fikir üzerindeki
baskısından dolayı küçümsediğimiz Abdülhamid dönemini aratacak bir sansür
zihniyetinin 1975 Türkiye’sinde hortlamış olmasıdır.
İpekçi: Çok mu tutuyordu bu kesilen sahneler?
Refiğ: Kesilen sahnelerin miktarı zaman olarak her halde 5 – 6
dakikayı geçeceğini sanmıyorum. Fakat tavır önemli.
İpekçi: İzin verirseniz daha genel sorular sormak istiyorum.
Önce şu noktayı tesbit etmek ilginç olacak. Televizyon filmciliği ile sinema
filmciliği arasında ne gibi ayrılıklar var? Başka bir deyimle, televizyon
filmciliğinin ne gibi özellikleri olmak gerekir?
Refiğ: Televizyon filmciliği ile sinema filmciliği arasındaki
temel ayırım şudur: Sinema başlıca bir temaşa san’atıdır. Televizyon ise,
enformasyon aracıdır. Bu durumda sinema filmlerinin temaşa değerlerine daha
fazla ağırlık veren, seyircinin ilgisini çeken filmler temaşa değeri yüksek
olan filmler olmasıdır. Buna karşılık, televizyon ekranının küçüklüğü sebebiyle
televizyon filmleri sinema filmleri kadar büyük bir temaşa özelliğine ihtiyaç
göstermiyor.
İpekçi: Ama aslında televizyonu sadece bir haberleşme aracı
olarak kabul etmek ve temaşa zevkinin dışında tutmak doğru bir değerlendirme
olur mu?
Refiğ: Efendim, bunu kesin olarak ortaya koyarsak pek tabiî
doğru bir değerlendirme olmaz. Bu kesinlikle böyledir dersek olmaz. Ama
sinemada temaşa değeri çok yüksek olan filmler, televizyona geldiği çoğu zaman,
sinemadaki etkilerini kaybederler, sinemadaki kadar etkileyici olmazlar. Buna
karşı televizyonda ilgimizi çeken bir çok program var. Belgesel filmler gibi,
haber filmleri gibi, kültür programları gibi… Bunlar sinemaya konuldukları
takdirde, seyirci bulamazlar. Bunlar iki aracın hakim vasıfları hiç şüphesiz.
Sinemada ağır basan temaşa özelliklerinin yanında haberleşme ve kültür aracı
olarak bu karakterlerin de zaman zaman daha dereceli şekilde ağırlık kazandığı
durumlar oluyor. Televizyonda da temaşa programları var. Müzik, tiyatro, film
gibi… Fakat bütün bunlara rağmen televizyonun haberleşme aracı olması,
informatif karakteri ağır basıyor. O bakımdan meselâ ben Aşk-ı Memnu’u
televizyon filmi olarak düşündüğümde bu eserin informatik karakteri, belli bir
devir hakkında belli bir fikir vermesi, o devirdeki sosyal yaşayış hakkında bir
bilgi vermesi bakımından ilgi toplayacağını düşündüm. Aşk-ı Memnu filmini
sinema filmi olarak düşünmek durumu olsaydı, televizyon için yazılan bu Aşk-ı
Memnu’dan çok daha başka türlü, temaşa unsurları daha ağır basan bir eser
ortaya çıkmış olurdu.
İpekçi: Bu film sinemada oynasaydı, televizyon için çevrilmiş
haliyle aynı ilgiyi toplamaz mıydı?
Refiğ: Bu film dört saate yaklaşan bu haliyle sinemada oynadığı
zaman seyirci sabrını taşıracağını sanıyorum. Bu filimden sinema seyircisi için
ilgi çekici iki saatlik bir film yapılabilir. Bu filmin, televizyon düşünülerek
ve siyah – beyaz olduğu için bence sinemada oynaması dezavantajdır.
İpekçi: Televizyon ve sinema filimciliği arasında temaşa
unsurunun dışında başka farklı hususlar var mı?
Refiğ: Tabii perde meselesi. Televizyon perdesinin küçük olması,
sinema perdesinin çok daha geniş olması, sinema seyircisinin koltuğa
hapsedilmesi, televizyon seyircisinin evinde rahat olması, onlarda değişik
psikolojiler meydana getirmektedir. Sinema seyircisi koltuğuna hapsedildiği
devamlı bir noktaya bakmak zorunda bırakıldığı için dikkati devamlı bir noktada
toplanmıştır. Sinema seyircisini siz bu hale soktuğunuz zaman onun her arzusunu
değerlendirmek zorundasınız. Sinema seyircisi televizyon seyircisi kadar
toleranslı değildir. Para verip gelmiştir, belli hürriyetleri yoktur. O
bakımdan filmi seyrettiği zaman, filmin her anının onu meşgûl etmesini, heyecanlandırmasını,
her an ona bir şey vermesini bekler. Bunu bulamadığı zaman reaksiyonu daha
negatiftir. Ama televizyon seyircisi sinema seyircisi kadar sınırlandırılmış,
hareketi baskı altına alınmış, devamlı olarak bir noktaya bakmak zorunda
bırakılmış bir seyirci değildir. Psikolojisi daha dağınık kişidir. Yanındakiyle
meşgûl olabilir, içki alabilir, bir şey yiyebilir, komşusuna kapıyı açabilir.
Bu bakımdan TV filmi ve sinema filmi yaparken bu iki seyircinin ayrı
psikolojilerini de hesaba katmak gerekir.
İpekçi: Televizyon filmi için bunları hesaba kattığımız zaman,
farklı hususlar neler oluyor pratikte?
Refiğ: Bunu çok somut şekle indirmek imkânsız. Her sanatçının
kendine göre bir sezişi, kendine göre duyuşu ile halledilebilecek bir mesele.
Fakat mutlaka şematik bir genellemeye gitmek gerekirse, televizyonda konuları
pek fazla sıkıştırmamak gerekir.
İpekçi: Hareketin daha yavaş…
Refiğ: Konuların, temaların zaman zaman yeniden neyi anlattığını
hatırlatacak şekilde olması gerekiyor. Televizyon perdesinin ufaklığı gözönünde
tutularak, daha yakın resimler çekmek gerekiyor. Sinemada bu kadar çok yakın
resim çekilirse, seyirciyi sıkabilir. Ayrıca tekrarlar sinema seyircisi için
rahatlık vermez. Fakat yine de bunları belli kalıplar haline getirmek
imkânsızdır. Bu bir duyuş meselesidir. Bunu her yapımcı, kendi hissettiği,
kendi sezdiği şekle göre yapar. Bence bir kalıp formüle bağlanamaz.
İpekçi: Son olarak şunu sormak istiyorum: Televizyon hızla
yaygınlaşıyor Türkiye’de. Bir çok şeyi belki de başında sinemaları etkiliyor.
Televizyonun Türk filmciliğine getirdiği olumlu ve olumsuz etkileri nasıl
açıklayabilirsiniz?
Refiğ: Televizyon Türkiye’ye sosyal değişmelerle birlikte geldi.
İlk defa 1975’de Türk ekonomisinde sanayi sektörünün payı, zıraî sektörü
geçmiş. Bu çok önemli bir değişiklik. Bu ekonomik değişme bence Türkiye’deki
sosyal olayların en temel sebebi. Böyle bir dönemde televizyon geldi. Sinema
seyircisi değiştiği halde Türk sineması değişmemiştir. Türk sineması
televizyonun geldiği dönemde, 10 yıldan beri süregelen klâsik bir “üçlü yapım”
formülüne bağlanıp kalmıştır. Bu formül sinemaların belli şirketler tarafından
tutulması, seyirci tarafından beğenilen oyuncuların tutulması ve daha önce
hangi filmler tutulmuşsa onlara benzer hikâyelerin yapılması… Bu üçlü formül 10
seneye yakın süre bu işi tatbik edenleri memnun eden bir şekilde sürdü. Fakat
Türkiye’deki büyük sosyal değişmeler, Türk filmleri seyircisinde belli bir
değişme getirdi. İşte televizyon sinemanın kalıplaşmış filmlerine kanıksamış
sinema seyircisi için son derecede cazip bir oyuncak olarak geldi. Ayrıca
sinemaya gitme zorluklarını ortadan kaldıran, aileyi evine bağlayan, konuyu
komşuyu yeni sosyal ilişkiler içinde birbirine yaklaştıran bir olay olarak
ortaya çıktı. Bu bir yenilikti ve Türk sinemasının tıkanıp kaldığı bir noktada
bu tıkanıklığın iyice ortaya çıkmasına ve bu sistemin yıkılmasına yardımcı
oldu. Bu bakımdan bence televizyon son derecede müsbet bir rol oynadı. Şimdi
geleceği ne olacak sinemanın? Yine aynı tarihsel olayları yaşamış Amerika ve
Avrupa’daki duruma bakarsak, sinema yeniden çok büyük önem kazanmış durumda. Bu
önemde televizyonun payı çok büyük. Seyirciye yeni bir gerçek duygusu
aşılanmış; filmlerde çok daha başka değerler ve bunların yanında, onu
televizyondan ayıracak çok daha büyük bir temaşa ustalığı getirmiştir. Tahminim
Türk sineması kısa bir süre içinde bu döneme girecektir. Bu döneme girmesi, bu
tarz bir iki filmin, başarı kazanması ile mümkün olacaktır. Geçen yıl Yılmaz
Güney’in yaptığı “Arkadaş” filmi bunun küçük bir örneğiydi. Kendi
gerçeklerimize kişisel görüş noktasından da olsa gerçeklere başka türlü bir
yaklaşma unsuru ile temaşa özellikleri göz önünde tutularak yapılan bir
çalışma, küçük bir örnek olarak gösterilebilir. Bir çok kimseler, Yılmaz
Güney’in seyirci, gözündeki özel durumunun bunda bir rol oynadığını da
düşünebilirler. Hiç şüphesiz bunun çok büyük bir payı vardır. Ama Yılmaz
Güney’i Yılmaz Güney yapan unsurlar arasında ayrıca cüretkâr davranışı da
bulunmaktadır. Bence sinema, televizyonun bu darbesinden sonra bu tecrübeyi
geçirmiş diğer ülkelerdeki gibi çok daha sıhhatli, çok daha sağlam, çok daha
canlı başka bir sinemanın doğumuna şahit olacaktır.
İpekçi: Daha çok televizyona mı film yapacaksınız bundan sonra,
yoksa sinemalara mı?
Refiğ: Ben çalışmamı sadece televizyon veya sadece sinema diye
kısıtlamak istemiyorum. Sinemada yapmak istediğim iki proje var; bunların
gerçekleştirilmesi için çalışmaktayım. TRT’nin yeni Genel Müdürü Nevzat
Yalçıntaş, kendisinden önceki idarenin başlattığı Türk edebiyat eserlerinden
televizyon filmi yapılma projesinin müsbet bir davranış olduğunu ve millî
kültür hizmeti olarak kendi idarelerinin de buna devam niyetinde olduklarını
bildirdiler ve yeni televizyon mevsimi için ne yapmak istediğimizi sordular.
Benim düşüncem, Kemal Tahir’in “Devlet Ana”sını televizyon için yeni bir seri
olarak hazırlamak…
İpekçi: Bu konuda varılmış bir karar var mı?
Refiğ: Ben Genel Müdüre sadece, “Devlet Ana”yı yapmak istediğimi
söyledim.
İpekçi: Onay aldınız mı?
Refiğ: Kendisi şahsen tasvip etti. Temaslara başlandı. Daha
resmî birşey şu anda yok.
İpekçi: Başarılar dilerim.
***
Gazeteci Sedat Ergin Hürriyet Gazetesi'nde 2010'da ABDİ
İPEKÇİ'yi konu almıştı:
ABDİ İpekçi, ölümünden bu yana 31 yıl geçmesine karşılık, bizlere
yol göstermeye bugün de devam ediyor.
Milliyet
Gazetesi’nde dün yayımlanmaya başlayan ve 1980’li yılların ikinci yarısında
Paris’te okumakta olan kızı Nükhet İpekçi-İzet’e göndermiş olduğu
mektuplar, bu büyük gazetecinin demokrasi ve özgürlükçülük anlayışını
sergileyerek bugünlere de ışık tutuyor.
* İpekçi’nin
özellikle, “Sağda ve solda körü körüne angaje olmamış her gerçek aydının
kaderi, her iki yandan gelen suçlamalara hedef olmaktır” şeklindeki
sözleri, aslında bugün Türk basınına ve düşünce dünyasına hâkim olan
bölünmüşlük ve gerginlik ortamı içinde özel bir anlam taşıyor.
TOPLUM
VİCDANINDA AÇIK KALAN PARANTEZ
İpekçi’nin
ölümünün 31’inci yıldönümü, onun şahsında simgeleşen sağduyu ve uzlaşı
çizgisine Türkiye’nin yine çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde gerçekleşti.
Zincirlikuyu
Mezarlığı’nda yapılan anma törenlerine 2006 sonrasında düzenli bir şekilde
katılmış bir gazeteci olarak gözlemim, bu yılki törenin bundan öncekilere
kıyasla hem katılımcı sayısı, hem de basının ilgisi açısından çok daha canlı
geçmiş olmasıdır.
Herhalde İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca’nın kısa bir süre önce
serbest kalmasının bu durumda önemli bir rolü var. Bir bu kadar, son dönemde
İpekçi cinayetinin perde arkasıyla ilgili olarak basında yeniden başlamış olan
haber ve tartışmaların yarattığı havanın da etkisini belirtmek gerekir.
* Özellikle Can
Dündar’ın geçenlerde Milliyet’te, İpekçi cinayeti dosyasına bakmış olan yetkili
şahsiyetlerle yaptığı konuşmalarla cinayet sonrasındaki ihmalleri, kusurları ve
gariplikleri yeni sorularla birlikte sarsıcı bir şekilde bir kez daha
kamuoyunun dikkatine getirmiş olması değerli bir gazetecilik çabasıydı.
Bu
dizinin de gösterdiği gibi, katilin yakalandıktan sonra sorgulanırken
Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından gözaltı için süre uzatımı verilmemesi,
gözaltındayken diğer faillerle görüşmesine müsamaha edilmesi, üzerinden çıkan
bazı isimlerin incelenmemesi, para hareketlerine bakılmaması gibi hâlâ yanıtı
aranan pek çok soru var.
* Polisten askeri
makamlara, yargıdan MİT’e kadar devletin çok geniş bir alanına yayılan bu sorular,
Türkiye’nin yakın tarihi üzerinde bir belirsizlik perdesi olarak asılı durmaya
devam ediyor.
Kapanmamış
bir parantez söz konusu. Bu sorular aydınlatılmadığı sürece Abdi İpekçi
cinayeti Türkiye’nin vicdanında açık bir yara olarak kalacak.
TBMM’DE
KOMİSYON KURULABİLİR
* Bu çerçevede soru
işaretlerinin dağıtılması için artık yeni bir başlangıç yapılması gerekiyor.
Burada kuşkusuz öncelikle basına görev düşüyor. Bu soruları ısrarla gündemde
tutarak, unutmadığımızı, unutmayacağımızı göstermeliyiz. Ancak TBMM’de de
partiler üstü bir inceleme komisyonu kurularak İpekçi cinayeti ve sonrasındaki
gelişmelerin yeniden masaya yatırılması da çok yararlı olur.
TBMM’de
böyle bir komisyonda görev almaya talip olacak çok sayıda milletvekilinin
çıkacağından şüphemiz yok. Gazetecilerin elde edemeyeceği bilgi ve belgelere bu
komisyon kolaylıkla ulaşabilir. Komisyon, bugün devletin farklı birimlerinin
arşivlerine dağılmış olan dosyaları, belgeleri tek bir havuzda toplayarak,
bunların ışığında o dönemin yetkililerine sorular yönelterek, konuya bütünlük
içinde bir bakış geliştirebilir.
* Komisyonun
yararlanabileceği çok sayıda açık kaynak da bulunuyor. Örneğin Belma
Akçura’nın geçen yıl yayımlanan “Ağca’nın Derin İlişkileri” başlıklı
çalışmasını bu bağlamda özellikle zikretmeliyiz.
Bu yöndeki bir başlangıç, İpekçi cinayeti gibi yakın tarihimizin aydınlatılmayı
bekleyen ve çoğu hâlâ faili meçhul kategorisinde kalan diğer büyük
cinayetlerinin üzerindeki örtünün kalkması sürecini de tetikleyebilir.
REYTİNGCİLERE
DE BİR-İKİ SÖZ
* Ve son bir söz
de Mehmet Ali Ağca ile ilgili bazı tasavvurlar hakkında. Ne yazık ki,
bu katilin TV programlarına yarışmacı olarak çıkartılmasının bile
düşünülebildiği, konuşulduğu bir ülkenin vatandaşlarıyız.
Reyting uğruna her şeyi yapabilme özgürlüğünü hissedebilen bu cüretkârlığın
ulaştığı boyut, ahlak ve vicdan ölçüler açısından artık Türk toplumunun
taşıyamayacağı bir noktaya gelmiştir.