‘Niye otoriter bir rejim taraftarısınız?’ diye sorulan soruya verdiği cevaptan…

Oysa,

Mesela 1968 yılında bir gün, Yvonne De Gaulle, Generalin eşi, alışverişe çıkmıştı. Madam De Gaulle her zaman çok mütevazi bir yaşam sürmüştü, aslında ailesi varlıklıydı, ama evlendiği adam Ordu maaşı ile geçiniyordu. Yvonne, kocasının sap sade hayatına derhal ayak uydurmuştu. Adam Cumhurbaşkanı olduğunda bile bu tarzından vazgeçmeyecekti. Evet, koca cumhurbaşkanının eşi, üstelik hayatları tehdit altındayken bile evinin temel alışverişini yapmaktan vazgeçmiyordu.

 Buraya kadar ‘e ne var ki bunda!’ diyebilirsiniz. Ne de olsa her gün alışık olduğunuz bir tevazu manzarası..

 Ama o gün cumhurbaşkanının eşini taşıyan araba kırmızı ışıkta durmuştu. (Ya emmi, kırmızı ışıkta bekleyen bir Başkan eşi!!)  Yanlarında duran bir başka arabadakiler komşu aracın misafir koltuğunda oturan kadını tanımakta gecikmeyeceklerdi.  Arabadan başlarını çıkaran diğer araç sürücüsü ‘Defolun gidin artık!’ diye birkaç kez bağırmıştı. (Yok değil tutuklanmak hakkında sorgulama bile yapılmamıştı) Yani Fransa’nın şikayet ettiği -otoriter- rejim böyle bir şeydi…

Ülkede Komünist parti her gün Moskova’ya olan bağlılığını dile getiriyor, eski kralcılar, Napolyon ve Fransız devrimini açıkça aşağılıyor, savaş artığı faşist milisler ‘ahh nerede o güzel günler!’ diye ağıt yakıyordu. Gazeteler dilediğini yazıyor, üniversite hocaları hiçbir yere saklanmaksızın ders veriyordu. Katolik kilisesinin çanları her Pazar çalıyordu.

Fransa son yılların zor günlerini geride bırakmış gibiydi. Ekonomi oldukça toparlanmıştı, sosyal hayat devam ediyordu. Ama  ülkede derinde biriken başka bir şey vardı; işsizlik artıyordu, patronların kasası doluyordu  ancak işçilerin refah vaziyeti azıcık işkilliydi. Polis devletinin ana gölgeleri; Kilise-Ordu-sermaye ve devleti tamamen kuşatan muhafazakar anlayış. Savaş sonrası doğan gençlerde bir mesele vardı. Albert Camus gibi ünlü Komünistler bu gidişin -kapitalist ve emperyalistlere hizmet ettiğini savunuyorlardı. Gençler de bu sözlere değer veriyordu.

O yıllarda De Gaulle artık 1970’li yaşlarının ikinci yarısındaydı, yani, yaşlı bir adamdı. Savaşın acı günleri çoktan geride kalmıştı. Aslan Sosyal Demokratlar artık ortaya çıkabilirdi hepsi de okumuş yazmış adamlardı, ağızları iyi laf yapıyordu. Üstelik ettikleri lafların bedelini ödemek zorunda değillerdi.

Komünistler ile işbirliği yapmakta bir sakınca görmüyorlardı. De Gaulle karşıtı gruplar yalnızca bunlardan da ibaret değildi. Georges Pompidiou ve  Valery Giscard d’Estaing  ikilisinin liderliğinde toparlanan Liberal kanat Generalin ABD karşıtlığından pek memnun değillerdi. Hele De Gaulle, Nato ile itişince, İsrail’e ayar verince iyice rahatsız olmuşlardı. Pompidou, zaten ünlü Rotschild  ekibindeydi, Bankanın genel müdürlüğünü de yapmıştı. Her ikisi de sermayenin katıksız adamıydılar.

Onlara göre General iyi hoştu da bu tuhaf ‘Fransız’ takıntısı fazla ulusalcı geliyordu. Adam uluslararası sermaye kavramını ret ediyordu.  De Gaulle’e göre Fransa, Fransızlar içindi. Fransa dünyayı aydınlatan bir kültürü ve devrimi hediye eden bir -büyük milletti-.Büyük meseleler hakkında Fransa’nın, Amerika ve SSCB’nin ardından hele İngiltere’den daha az söz hakkına sahip olmasına katlanmıyordu.

Hayatını yazanlara göre tüm hayatında bir kere zaaf göstermiş ve 1968 Mayıs olaylarının kontrolden çıkması üzerine Cumhurbaşkanlığı sarayına olası bir saldırıdan çekinerek Baden-Baden’deki (Almanya) Fransız işgal kuvvetleri karargahına gitmişti; ortalık çok karışıktı, suikast ve komünist darbe söylentileri ayyuka çıkmıştı. Oradaki general asker gibi askerdi kışça şunları söyleyecekti:

‘Ordu her zaman arkanızda gereken tedbirleri aldık, ama senin adın De Gaulle, tüm millet senin bir De Gaulle olmanı bekliyor, onun gibi davran!’

Bu sözler üzerine De Gaulle, Paris’e dönmüş ve olayları kökünden çözmüştü.

Son olarak bir şeyi daha hatırlatalım: De Gaulle, gerektiğinde Fransız Solcuları ile çalışmakta hiçbir sorun görmezdi; Andre Mallraux onun Kültür Bakanlığını yapmıştı en yakın çevresinde ki adamdı, ama ne o ne diğerleri biat etmeyeceklerdi daha önce dünyaya açıkladıkları Sol düşüncelerden taviz vermemişlerdi, ona katılmamışlar ama ülkeleri için onun yanında durmuşlardı.

 Generale büyük saygı duyuyorlardı.

Charles De Gaulle büyük bir adam mıydı buna tarih karar verecek ama Adamdı!

Daha sonra Fransa’nın Devlet Başkanı olan Mitterand bir seçimde epey zorlu bir aday gibi görünüyordu. Generalin seçim kurmayları onun İşbirlikçi Vichy hükümetinin Başkanı Petain ile olan yakın ilişkisini belgeleyen bir resmi halka duyurmak istediklerinde. De Gaulle tek kelime ile ‘HAYIR’ demişti.

Ki o Solcu Mitterand, Petain hükümetine yalnızca yakın değil ve fakat o FAŞİST hükümetin resmi bir ‘BAKANIYDI’  

  İşgal yıllarının unutulmaz şehidi Boullion, ki savaş öncesi aynı kaldırımda bile yürümezlerdi. 1940 senesinin en karanlık günlerinde; Generale ‘size ödenmez bir borcum var’ diyecekti. Bu borcun ne olduğunu soran bakışlar karşısında şöyle tamamlayacaktı sözlerini:

‘Siz Fransa’nın onurunu geri verdiniz!’