Televizyon ile aram da yemekler kadar iyi olsa
belki bu programı keyifle izlerdim. İşin içinde “yeme” değil, “yemek” var ya,
yeni bişeyler öğrenir miyim diye bakıyorum. Yok yok yok.
Son iki aydır eve hapsolduk ya biraz. “Hapis
halin buysa” deme. Bi Olympos’a bile gidemedim bu süreçte.
Yıllardır bir toplumsal paranoyamız var. Batı
bizi ele geçirmeye çalışıyor. Birbirimize olan bağımızı kıskanıyor. Kola bir
projedir mesela. Milli içeceğimiz ayran dururken.
Televizyon bir projedir, olmadı cep telefonu,
yetmedi internet. 50 yıl önce de sinemaların çocukları yozlaştırdığından
şikayetçi büyükler. Neyse, uzatırsak matbaanın memlekete girememesine kadar
gidecek mevzuu.
Ne diyorduk? Yemekteyiz mi?
Diğerlerini bilmiyorum ama zaten yeteri kadar
yıpranan konuk ağırlama kültürümüz güme gidiyor inceden inceden. Bir program
düşünün ki misafir nezaketten bi haber, ev sahibine çemkiriyor, ev sahibi allan
almayıp ağzının payını veriyor.
Geçtiğimiz günlerde Çıralı’ya indim.
Geçtiğimiz İzmir Travel Turkey Fuarı’nda tanıştığım değerli kardeşim Süleyman
Altıntaş’ın şirin işletmesi Rüya Willen Park’a. “Bi çay içelim” derken iş
kahvaltıya dönüştü ama öyle böyle değil.
Mevzuu ne yediğimiz değil, neyi yediğimiz.
Yeşil zeytin ve içinde durduğu zeytin yağı bahçeden. Ayva, Turunç Reçeli
“bahçe”den. Yetmedi. Muşmula Reçeli de bahçeden. Evet evet, Muşmula, Malta
Eriği veya yenidünya dediğimiz Akdeniz meyvesinin reçeli.
“Nasıl buldun?” sorusuna yanıt verirken
gerildim iyi mi. Bi an kendimi “kıl-tüy” muhabbeti yapan, “sevmem, yemem ama
güzel olmuşta, şekeri bi tık daha az olsaymış” pozisyonunda buldum. Evet
rahatsız oldum.
Bende takıntı haline gelen bu “eleştiren
sevimsizlik” baktım duruma zarar veriyor, unuttum gittim. Demre’de müthiş bir
süreç yaşadım, ne buldumsa geldiği gibi yedim içtim. “Elinize sağlık. Allah
sofranızı bereketli kılsın” demekle yetindim. Mutfağa girmediğimi düşünmüyorsun
değil mi?