Ama önce bazı kerevizlere (siz anladınız aslında ne demek )
derdimizi anlatalım; hayır efendim dünyanın her yerinde işgalden kurtarılan
şehirlerin kurtuluş günü kutlanır!!
Şu Türk kurtuluş savaşı ile uğraşmayı bırakın artık.
Lan salatalık (siz gene anladınız); ‘ namaz kılmayanların
nesi ne oluyor? Sıkıyorsa gel!
Mesela ben hiç namaz
kılmadım!
Yiyor mu maçan?
Gelelim asıl konumuza;
6-7 Eylül tarihimizde kara bir lekedir. Neyse ki son
yıllarda bu elim olayla ilgili olarak pek çok yazı yazıldı, belgesel falan
yapıldı.
Sene 1955, Türkiye de iktidarda Demokrat parti ve onun iki
lideri Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes sahnede
başroldeler.
Muhalefetin lideri ise Kurtuluş savaşı kahramanı İsmet
İnönü, namı diğer: İsmet paşa.
CHP 1954 seçimlerinde gene yenilmiş hem de ezici bir farkla.
CHP her zamanki gibi hala ne yapacağını bilemiyor,
Cumhuriyet Aristokratı olarak takılıyor.
Amma DP nin de işi zor, iktidarının ilk yıllarında söz
verdiği refahtan eser yok. Ekonomi baş aşağı gidiyor. Şimdilik din tüccarlığı
yaparak vaziyeti idare ediyorlar.
Bu sırada İstanbul ve İzmir de ticaret hayatı oldukça canlıydı,
ortada bir sürü para dolanıyordu.
Çünkü:
Kurtuluş savaşının
bitiminden itibaren Türk-Yunan ilişkilerini düzeltmeyi beceren her iki ülkenin
idaresi, binlerce Yunan iş adamının İzmir ve İstanbul’a gelmesine ve burada iş
yapmasına izin vermiş.
(Elbette ki Gazi
paşamızın ve Venizelos’un öncülüğünde imzalanan Seyrüsefain anlaşması
sayesinde.)
E İkinci dünya
savaşında açlıktan kırılan Yunan halkına Türkiye elinden geldiğince yardım
etmişti. Savaş sonrası her iki devletin de NATO üyesi falan olması arayı
ısıtmıştı.
Keza aynı dönemde Batı Trakya Türklerinin de günlük
hayatında gözle görülür bir iyileşme var.
Celal Bayar ve Yunan kralı karşılıklı ziyaretler yapacak
samimi mesajlar teati edilecekti.(1952)
Ne var ki Kıbrıs adasında, Ay da yaşadığını sanan
(gerçeklerden o kadar kopuklardı) çok sayıda Rum, adanın Yunanistan’a
bağlanması rüyasını amaçlayan ve o güne kadar da pek ciddiye alınmayan Enosis
ideali peşinde alçak uçuşa geçmişlerdi.
1953 ve 54 de bu
olaylar iyice şirazeden çıkmıştı. Bizimkiler önceleri bu meselenin
İngiltere’nin iç meselesi olduğunu söyleyeceklerdi ama bu arada Ada da Türk
kanı akmaya başlamıştı.
Artık bir şeyler yapmak zamanı gelmişti, Türkiye önce
İngiltere’yi uyaracaktı. (Kıbrıs adası, İngiliz hakimiyetimdeydi. Ta 1878 den
beri…)
Olaylar dinmek bilmiyor ve giderek de sertleşiyordu.
İngiltere , her iki
tarafı da Londra da bir konferansa çağıracaktı. Tarih 27 Ağustos 1955 idi.
İngilizler 3lü bir askeri yönetim ilan edelim demişlerdi,
Yunan tarafı kabul etmeyecekti. Konferans dağılmıştı.
Derken 6 Eylül günü Mustafa Kemal Atatürk’ün Selanik de
doğduğu eve uyduruk bir bomba atılmıştı, hasar çok fazla değildi ancak yankısı
ortalığı yıkacaktı.
O günkü teknik olarak çok kısıtlı haberleşme şartları içinde
nasıl olmuşsa İstanbul da ki ‘İstanbul Ekspres’ denen taharet bezi kılıklı
gazete, üstelik gazetelere kağıt kontenjanı varken, 20 binlik tirajını 300 bine
çıkarıyor ve bütün şehirde inanılmaz bir provokasyon başlatıyordu.
(kağıt kontenjanı şu demek; o günlerde kağıt kıymetli, ve az.
Hükümet gazeteleri hem kontrol altında tutabilmek hem dolaylı sansür
uygulayabilmek ve hem de ekonominin gereği olarak tirajlarına bağlı olarak
kağıt tahsis ediyordu. Yani tirajın 20
bin ise ona göre kağıt alabilirdin, e peki bir gün içinde bu kadar kağıdı
nereden buldun diye sormazlar mı adama?)
Zaten geçen iki yıl içinde ‘Kıbrıs Türktür’ falan gibi
derneklerinin sayısı iyice artmıştı üstelik açıklamaları da bayağı gergindi.
Önce öğrencilerin başlattığı bir protesto aniden Anadolu’dan
getirilen binlerce zonta yüzünden gaddar bir talana dönüşecekti. Çocuklar
önceleri ‘ya taksim , ya ölüm!’ falan gibi pankratlar taşıyordu sonra bu zorba sürüsü elinde sopalarla sahaya
dalmışlardı hedef Rumlara ait işyerleri, kiliseler, ve evler idi. Vitrinler
kaldırım taşlarıyla indiriliyordu, içerde ne varsa kucaklayıp dağılıyorlardı,
yağma edemediklerini sokağa atıyorlardı. Sonra bu çılgınlık iyice zıvanasından
çıkacak ve insanlara dönük vahşi saldırılar başlayacaktı. Bir kilise görevlisi
zorla sünnet edilecek ve adamcağız kan kaybından ölecekti, ırza tecavüzler
artmıştı, yetmemiş şimdi de mezarlıklar talan edilmeye başlanmıştı. Ortada
polis ve asker vardı ama onlar da müdahale etmiyorlardı, aklı başında birkaç
Müslüman Türk de bu vahşetten nasibini alacaktı. Başbakan ve cumhurbaşkanı
derhal şehre dönmüşlerdi hatta iddia edilir ki Bayar, bile tabancasını çekerek
bir yağmacıyı etkisiz hale getirmişti. Adnan bey, derhal askere ‘ateş aç!!’
emrini vermişti. Vaziyet bir kan deryasına dönüşmek üzereydi. Talancılar gemi
iyice azıya alabilir ve bir katliama girişebilirlerdi. Veya asker ateş açarsa
keza ortalık kan gölüne dönebilirdi.
Askerin sokaklara girdiğini gören bu ucuzcu aşağılık tayfa
şimdi ‘kahraman asker!’ falan diye yıkama-yağlama yapıyordu. Ama sıkıyı da
görenlerin sayısı çoktu, şimdi asker gelmişti, sonra ateş açılabilir ve bu
yağmacı korkaklar analarından doğduğuna pişman olurlardı.
Pogrom başladığı gibi kendiliğinden bitmişti. Ancak acısı
çok uzun sürecekti. 73 kilise,1 havra,2 manastır,4340 dükkan,110 otel,27
eczane,21 fabrika,3 gazete,5 kulüp,2600 ev,52 okul fiilen yok edilmişti. Can
kaybı konusu hala belirsiz, işkence gören, tecavüze uğrayanların sayısı da keza
tartışmalı.
Olaylardan sonra Hükümetin ağır toplarından Fuat Köprülü şu
acınası açıklamayı yapacaktı: ‘ Olacağını biliyorduk da, olduğunda ne
yapacağımızı bilmiyorduk!’
Daha yıllar sonra bir
başka geri zekalı ‘çiçek gibi bir organizasyondu!’ diyecek kadar gabiydi.
Pogrom; halka gaz verip , yalan yanlış haberlerle kışkırtıp
bir başka grup insanın üzerine saldırtmak ve kenara çekilip seyir etmek demek.
Üstelik o bombayı atanlarda Türk çıktı iyi mi?
Akılları sıra ...
Neyse bunlarda akıl
ne gezer?