Bugün, yine her zamanki gibi 17 Nisan ve haklı olarak birçok aydın, yurtsever güzel insan "Köy enstitüsü" ile ilgili güzel, yürek burkan, acıtan, mutlu eden paylaşım yapacak.

 

Ve öyküye, "Türkiye'de ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 17 Nisan 1940 tarihinde KÖY ENSTİTÜLERİ" açıldı diye söze başlayacaklar.  Beni de, Çiğdem Gökay Seçkal'ın:

 

"Yine gam yükünün kervanı geldi/ Çekemem bu derdide yavrum bölek seninle/ Eremem Lokman'a çaresiz kaldım/ Çekemem bu derdide yavrum bölek seninle" dizeleri gibi bir ruh hali saracak.

 

Bizde sorun, sorunun bilinmemesi, çözümünün olmaması değil, bizde sorun, kendisi sorun olanlara, çözüm ürettirilmeye çalışılması.

 

Adam cahil, soysuz, "bir gecede cahil kaldık" diyor. Sen zaten cahildin; aptal, "Urfa'da Oxford vardı da, biz mi gitmedik" diyen ibrahim Tatlıses bile seni bin kere "sulu derye götürü, susuz getirir".

 

Ama sorun bu kadar da değil.

 

Benim köyümde bile çocukken gördüğüm, ellerini öptüğüm, hısımlarım, akrabalarım "öğretmenler" vardı. Baki Efendi (Kılıç),  Hatipoğlu (Eğitmen Mustafa HatipOğlu) diye Köy Eğitmen Kurslarından mezun, Abdullah Özbek, Mustafa Avcı gibi tanıdığım Köy Enstitüleri mezunu öğretmenler vardı.

 

Belki Ankara Hasanoğlan Köy Enstitüsü yanında açılan "Yüksek Köy Enstitüsü" mezunu tanıdıklarım da vardır, ama her şeyi karman çorman yaptığımız için, "sapla, saman biri birine karışmış" artık.

 

Bazen sitem ile karışık konuştuğu bazı büyüklerim ile konuşurken, "biraz celâllenmek istiyorum" diyorum, karşılıklı gülüşüyoruz.

 

Evet, celâllenmenin alemi yok.

 

Adının o ya da bu olmasının bir önemi yok.  Genç Cumhuriyet bu eğitim sistemine neden gereksinim duydu. Bu uygulamdan kimler rahatsız oldu. Olay bu, olayı dramatize etmenin de, yüceltmenin de bir değeri yok. Olan olmuştur, "şapkamızı önümüze alıp, düşünsek mi?" Ne dersiniz!..

 

Osmanlı'nın iyi kötü yanlarının artık bir önemi yok. Bize bıraktığı bir dersi olmalı. Osmanlı Hanedanlığının bugünkü gerçek torunları, günümüzde sokaklarda "Osmanlı Torunlarıyız" diye dolananlardan utanıyorlardır da seslerini çıkrtamıyorlardır.

 

Türkiye Cumhuriyeti'ne bu tür geçişler için, Osmanlıyı görmezlikten gelemezsiniz. O yüzden, Osmanlı da ne yapıldı!..

 

Osmanlı'da ilköğretim uygulaması, II. Mahmut Döneminde, 1824 yılındaki fermanıyla başlar. Öğretmen yetiştirmek amacıyla da ilk öğretmen okulu/mektebi:

 

"Dârulmuallimin-i Rüşdü" 1848’de ise ilkokul öğretmeni,

 

“Dârülmuallimin-i Sıbyan” ise 1868'de ise genel amaçlı öğretmen  yetiştirmek amaçlı açılmıştır.

 

Osmanlı döneminden, Türkiye Cumhuriyetine kalan topraklar üzerinde, 2345 ilkokul ve 3.061 öğretmen devralınmıştır.

 

Cumhuriyetli 1926 yılına gelindiğinde ilkokul sayısı 4.770’e, öğretmen sayısı da 9.062’ye yükseltilmiştir.

 

İl yıllar, Cumhuriyet'te ilköğretim sorunu istenildiği gibi çözülemedi. Köylerdeki ilkokul ve öğretmen sorunu çözülemiyordu.

 

Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati döneminde(1926), Denizli ve Kayseri’de Köy Öğretmen Okulu açılarak soruna çözüm bulunmaya çalışılmışsa da, bu okullardan istenilen olumlu sonuçlar alınmamış ve1932’de, yeni bir projeye başlanılmak üzere kapatılmıştır.

 

1933-1934 öğretim yılında şehirlerde yaşayan çocuklarının %75’i ilkokula gidebiliyorken, köy ve kırsalda yaşayan çocuklarının ancak %20’si okula gidebiliyordu.

 

Bugün, içinden-dışından, içerden-dışardan herkes "vurun abalıya" modunda CHP'ye bildirse de, CHP'nin 1935 yılında yaptığı IV.Kurultayı’nda, bu ülkenin aydınlık geleceği ve bağımsızlığı için çok önemli kararlar alındığı gibi, İlköğretimin yaygınlaştırılması amacıyla bir dizi karar alınmıştır.

 

Bu durum genellikle görmezlikten gelinir ama, bu dönem, askerliğini onbaşı ve çavuş olarak yapan köy gençleri arasından okur-yazar olan ya da bilenler arasından seçilenler, kısa bir eğitimden geçirilerek öncelikle kendi köylerinde EĞİTMEN olarak görevlendirilmişlerdir.

 

Uygulamaya ilk 1936’da başlanır ve 84 köy gençi Eskişehir’e bağlı Çifteler’de açılan bir kurstan sonra "KÖY ÖĞRETMENİ" olarak görevlendirilir. 

 

Bu uygulamanın olumlu sonuçların alınması üzerine, kursların sayısı artırılır ve eğitmenlere toprak, tohumluk ve tarım araç-gereci de verilerek bulundukları bölgede tarımsal çalışmalara öncülük etmeleri sağlanır.

 

Genç Cumhuriyet, kendi ayakları üzerinde durmaya başlayınca, 1937 yılında Eğitim konusu ayrıntılı olarak ele alınır ve Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’ın hazırlattığı program çerçevesinde, ilk olarak;

 

Eskişehir Çifteler’de, İzmir Kızılçullu’da 1937'de,

 

Edirne Kepirtepe’de 1938'da ve

 

Kastamonu Gölköy’de (daha sonra Kepirte'ye taşınır) 1939'da deneme amaçlı dört Köy Öğretmen Okulu açılmıştır.

 

Hasan Ali Yücel'in Milli Eğitim Bakanı olmasının ardından, İsmail Hakkı Tonguç, İlköğretim Genel Müdürü olarak atanır ve Ülkenin eğitim alanında kaderi değişir.

 

İlk olarak, 17 Nisan 1940’da çıkarılan 3803 sayılı KÖY ENSTİTÜLERİ YASASI ile, ilk olarak daha önce deneme amaçlı açılan okullar,"Köy Enstitüsü"ne dönüştürülerek, 17 yeni köy enstitüsü açılmıştır.

 

Cumhuriyet, bu Enstitülere ilk olarak beş yıllık köy okullarını bitireni doğrudan, üç yıllık okulları bitirenleri de iki yıllık hazırlık okuttuktan sonra eğitime alıyordu.

 

Okullarda tarım işçiliği, sağlık ocağı işlevi görecek işlerde olduğu gibi, çeşitli tohum ve tarım araç-gereçleri denendiği bir eğitim ve öğretim derslerin %50’si kültür, %25’i tarım, %25’i de teknik olarak verilmesiyle sağlanabiliyordu.

 

Bu ön denemelerden sonra, Köy Enstitüleri 1942 yılında çıkarılan 4274 sayılı Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilat Kanunu’yla sağlam bir yapıya kavuşturluyordu.

 

Açılışından başlayarak toplam sayısı 21’e ulaşan Köy enstitüleri, kapatıldıkları 1953 yılına kadar;

 

1.398 Kadın,15.943 erkek olmak üzere 17.341 köy öğretmeni;

 

Eğitmen kurslarından ise 8.675 Eğitmen;

 

Ayrıca bünyelerinde bulunan Sağlık bölümlerinden de 1.248 Sağlık Memuru yetiştirilmiştir.

 

İşte söylenmesi gereken ama söylenmeyen tümce ise budur.

 

Devlet yönetimlerine hakim olan egemen güçlerin etkisi ve baskısı ile, toplumun bilinçlenmesi, aydınlanması istenmez.

 

Eğitim ve öğretim kurumlarının en tepesi olan Üniversitelere de o yüzden "Ben daha çok cahil ve okumamış tahsilsiz kesimin ferasetine (anlayış-sezgi) güveniyorum bu ülkede. Yani ülkeyi ayakta tutacak olanlar" diyen adamları da rektör-yönetici, partilerde de milletvekili ve gizliden gizliye bakan yaparlar.

 

Ve sonun başlangıcı, "demokrasi" diye diye halkın aydınlanmasının engellenmesi ve uyutulması süreci ile Çok partili rejime geçiş (1946) ve  sonra yeni kurulan Demokrat Parti’nin "din-iman-kitap" gibi kutsal değerleri siyasi eleştirinin baş köşesine yerleştirmesiyle başlar

 

Reşat Şemsettin Sirer'in, 1947'de Milli Eğitim Bakanı olmasıyla önce, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatılır ve ardından da okulların eğitim programları ve , Köy Enstitülerinin yönetici ve öğretmenleri değiştirilir, İsmail Hakkı Tonguç görevden alınır.

 

İlk çok partili genel seçimlerin ardından iktidara gelen DP, önce enstitülerin sağlık bölümlerini kapatıp ve Köy Enstitülerinin adına uygun  programlarını yok sayıp, klasik ilköğretmen okullarının programıyla  1951 yılında, birleştirilir ve olay amacından saptırılır.

 

Ulusal ve uluslararası hakim ve emperyal güçlerin etkisi ile de 1954 yılında, 6234 sayılı yasayla Köy Enstitüleri tümüyle kapatılıp, Köy Enstitülerini klasik İlköğretmen Okullarına dönüştürülür.

 

Gerisini yazmanın bir anlamı var mıdır. Sanmam.

 

Peki, Köy Enstitüleri kapatılmıştır ama, ülkenin geleceğine başka katkıları ne olmuştur sorusuna yanıt ise, Türkiye'nin kültür yaşamına damgasını vuran  “köy kökenli bir aydın kuşağı”dır.

 

Aydınlanmamıza ışık tutan Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Talip Apaydın, Dursun Akçamları, "Sarı Traktör"leri üstünde, "Yılanlara Öcünü" haykırarak, "Utan Darağcı" diyerek geçen, "Sürgün"ler yaşayan aydınlarımızı ve yetiştiren Cumhuriyet Kurumlarını, içim acıyarak selamlıyorum. 

 

17 NİSAN. İYİ Kİ AÇILMIŞSIN BE KÖY ENSTİTÜLERİ. Öykülerimiz daha bitmedi, bu kez öykülerimiz sizleri yattığınız yerden ayağa kaldırarak alkışlatacak!..

 

Umut, Anadolu toprağının çorak tarlalarında, aç, susuz açar. Biline.