‘Tek başına insan ya tanrıdır, ya şeytan!’


    Şimdi diyeceksiniz ki; sen de taktın bu Latince deyimlere, doğru ama bir bakar mısınız? Adamlar bin yılı aşkın bir zamandan beri yeryüzünün kanserli hücresi adem oğlunu tarif edip duruyorlarmış.


    Neyse biz gelelim konumuza; aslında içinde bulunduğumuz aylar ve özellikle bu yıl bizim adam olma yolunda emeklemeye başladığımız 1921 in 100. seneyi devri.. Geçen yazımda Birinci İnönü Savaşı’na kısaca değinmiştim. Ve o savaşın (isterseniz çatışma deyin) başlattığı yürüyüşün siyasi sonucu olarak da bugünlerde içine etmekte olduğumuz Cumhuriyet kurulacaktı. Ardından gelen ve 23 Mart ile 1 Nisan arası süren İkinci İnönü çarpışmaları ise bu imajı daha da kuvvetlendiriyordu. 


    Ankara’daki Meclis idaresi, bu kez daha kalın ve koyu harflerle Sevres Anlaşması’nı uygulamak isteyen Batılı devletlerce tanınmıştı. Bir tek garibim Yunanlar hala farkına varamamışlardı. Onlara göre (ve sonraları bizde türeyen bazı sözüm ona kafalara göre..) bu muharebeler bir keşif savaşıydı  ve zaten de daha ileri gitmek istememişlerdi. Durdurulduk demeyi şimdilik ar meselesi yapıyorlardı.


     Ayrıca hava kötüydü, yollar çamurluydu, asker yorgundu ve Türklerin 10.5 cm’lik obüs bataryaları vardı… Oysa kuvvetler kıyaslaması yapıldığında, İkinci İnönü Muharebesi harbiden bir kapışmaydı ve dünyada yazılan tüm askeri belgelerde bu çapta kuvvetlerin karşı karşıya kalması bir ‘muharebe’ olduğunun açık işaretiydi.


    Çünkü; bu muharebede bizimkiler zar zor 15 bin askeri bulmuşlar ve Yunanların 26 bin askeriyle başa çıkabilmişlerdi. Yunanlı generaller bizim kıçı kırık 10.5 cm’lik obüslerinden şikayet ederken kendilerinin 70 topa sahip olduklarını unutuyor gibiydiler, (bizim hepsi, hepsi 56 topumuza karşılık) ayrıca Birinci Dünya Savaşı’nda savaş meydanlarının kaderini tayin eden makineli tüfeklerden onlarda 1200 tane varken Türk ordusunda Balkan harbiden kalma 150 makineli tüfek vardı. Türk süvarisi Çerkez Ethem’le uğraşacağım derken ancak 900 atlıya ulaşabilmişti, Yunan ordusunun ise 1200 atlısı vardı.


    Yunan askerleri bir ara bizimkileri bir hayli sıkıştırmışlardı. Öyle ki İsmet Paşa, karargahını daha geriye taşımak zorunda kalmıştı.  Ama ne olduysa olmuş, Yunan generalleri 1 Nisan günü düzenli bir şekilde geri çekilmişti.


    Şimdi, biraz da olayların ilginç olanlarına bakalım. Birinci İnönü’den sonra Londra ve Paris Ankara’nın ağırlığını ister istemez kabul etmişlerdi, Roma ise öteden beri Büyük Savaş (1914-1918) sonrası kendisine vaat edilen toprakların Atina’ya verilmesinden dolayı kırgın ve kızgındı. Ve haliyle Ankara’yı yeğ tutuyordu. Büyükler, Londra’da bir konferans toplansın ve işi -barış – içinde çözelim diyorlardı. 


    Bizim en nitelikli Dış İşleri Bakanlarımızdan sayılması gereken Bekir Sami Bey de ANTALYA Limanı’ndan bir İtalyan savaş gemisi ile Roma’ya gidecekti. Çünkü İngilizler Ankara’daki hükümeti resmen tanımak istemiyorlardı, doğrudan davet ise dolaylı da olsa -tanımak- demekti. Bekir Sami Bey, bu daveti İtalyan hükümetinin yapmasını sağlamak istiyordu, başarmıştı da.. 


    Londra’da yalnız Batılı galip devletler arasında değil o günlerde egemen sayılan İstanbul hükümeti içinde de ayrılık başlamıştı. 6. Mehmet’in haklarında idam kararı verdiği Anakara idi, Londra’da bulunan Türk heyeti içinde onlar da vardı. İşte konferans başlayıp Türklere söz verildiğinde, Ankara temsilcilerini yok sayan İngiliz ve Fransız temsilciler Osmanlı hanedanını temsilen orada bulunan Sadrazam Tevfik Paşa şu sözleri karşısında şok olacaklardı:


    ‘Türk halkının gerçek temsilcileri Ankara delegasyonudur. Onlar konuşacak!’


    Daha heyetler ülkelerine geri dönmeden Londra Yunan ordusuna ileri harekata devam için yeşil ışık yakınca İkinci İnönü felaketine uğrayan İngiliz politikacılar ver feriştahları Lloyd George hazretleri süklüm püklüm ‘Peki bir daha görüşelim’ diyeceklerdi. Ve elbette barış masasını kendileri kuracaktı.


    Ama Ankara’nın kendine inancı artmıştı, üstelik şimdi Fransa açıktan ‘Anlaşalım abi’ diyordu. Gazeteci geçmişini başarıyla siyasete ciro eden Frank Boullion Ankara’yı ziyaret etmeyi planlıyordu. İngiliz kabinesi bölünmüştü, Hindistan Bakanlığı, yanına Koloniler Bakanı ve Savaş Bakanı’nı da alarak; ‘Bu iş Yunanistan ile olmaz Kemal ile anlaşalım!’ demekteydi.


    Onlara göre İstanbul ve padişah olayların arkasında kalıyordu. Ankara fiili bir güçtü, bir an önce tanınması, değilse de muhatap alınması zorunluydu. İkinci Yunan bozgunu barışın silah zoruyla olamayacağının kanıtıydı. Kemalist kuvvetler diplomasi masasında ikna edilebilirdi. Lloyd George zor durumda kalmıştı. Kendi Bakanları, gerekirse İstanbul boşaltılmalı, İzmir’den Yunan ordusu çekilmeli, Sevres yumuşatılmalı, mali ve askeri şartlar hafifletilmeli… Ve daha neler yazıyor-söylüyorlardı.


    Ankara bir kez daha masaya çağrılmıştı…


    Yazarınız da düşünmeden edemiyor; mesela esaslı bir tarihçi Bekir Sami Bey’in Roma seyahatini iyice bir araştırsa, öyle ya adam bir İtalyan savaş gemisiyle Antalya’dan yola çıkmış, değil mi?


    O geminin adı, kaptanı, onun çoluk çocuğu, geminin günlüğü falan…

    Sonra 1921, Mayıs ayında gene ANTALYA Limanı’ndaki Türk polisince basılan o İngiliz gemisin esrarı, basan polislerin tutanağı, ne bileyim işte…

    Aman bize ne diyorsanız o zaman size bir başka Latince deyim ile cevap veririm:


    ACTA EST FABULA= OYUN BİTTİ..

    VEYA TÜRKÇEMİZİN O MEŞHUR DEYİŞİ İLE:

    UYAN DA BALIĞA GİDELİM!!!