Biz burada tarihi özellikle de askeri tarihi olayları yazıyoruz ama sanmayın ki günümüzden kopuk şeyleri kaleme alıyoruz. Sanmayın ki bugün yaşadığımız çoğu abukluk geçmişte yaşanmadı. Mesele bu olaylardan ders çıkarmak, aksi takdirde gelecekte de daha çook abukluk yaşarsınız.


Dile getirmeye çalıştığımız olayın zamanı, tarafları, şartları farklıdır ama ‘ruhu’ esasta hep aynıdır.

Şimdi gelelim mevzuya;

19. asrın son 50 yılı ile 20 asrın ilk elli yılı, Alman yüz yılı diye tanımlanabilir. Öyle ya, Orta Avrupa coğrafyasında Germen kültürü, siyasal, ekonomik ve askeri yapısı çok önemli rol oynamıştır. Üstelik henüz ortada bir Alman devleti dahi yokken.


Romalılara kan kusturan bu ‘ırk’ Orta Çağ Avrupa’sında


Küçük prenslikler, derebeylikler aracılığı ile hep hakim bir karakter olmayı becerdiği gibi dünya tarihinin kader kavşaklarında belirleyici bir yer sahibi olmayı da başarmıştır.

Mesela, Viyana’yı 1683 de Osmanlıdan koruyan Alman mayası olmuştur.


Keza Waterlo da Napolyon’u yenen asıl kuvvetler Alman kökenli askerlerdi.


19. asrın son kırk-elli yılında Orta Avrupa da Avusturya İmparatorluğunu pataklayan da Başkenti Berlin olan Prusya devleti idi. Sonra sıra Fransa’ya gelmişti, 1870 senesinde bu sefer kıtanın en güçlü devleti ve onun ordusu Prusyalılar karşısında utanç verici bir yenilgiye uğramıştı.


E artık vaktin geldiğini anlayan Almanlar da nazire yaparcasına Versay sarayının aynalı salonunda Alman devletini ilan etmişlerdi. Doğuda Oder nehrinden Batıda Ren nehrine kadar muazzam bir coğrafya artık yeni bir iradenin kontrolü altındaydı. Üstelik bu yeni irade sahipleri  başta bilim olmak üzere askeri, iktisadi, siyasi  konularda en ileri düzeyi yakalamak gibi akıllara zarar bir idealin peşindeydiler.   


Ne var ki Fransa , 43 yılda 42 Savaş Bakanı değiştirse de Çarlık Rusya’sı ile ortak olmaya karar vermişti. Ve bu durum Almanya için bir tehditti.

O günlerde tarih kılıçla yazılıyordu.


Yani Almanya ile Fransa arasında ikinci bir kapışma kaçınılmaz görünüyordu.


Peki Fransa da durumlar nasıldı? Büyük bir yenilgiye uğramışlardı, Almanlara karşı hep bir korku içindeydiler. Bunun üstesinden bir türlü gelemiyorlardı. Fransız ordusu hazırlamakta olduğu yeni savaş planlarında savunmaya mı, taarruza mı öncelik verecekler bir karar veremiyorlardı.


Savunma ise nereyi nasıl savunacaklar, taarruz ise nereden neyle saldıracaklardı. Her iki hal tarzı için de bazı teknik alt yapıya gereksinim vardı.

Demiryolları ıslah edilmeliydi,

Fabrikalar saat gibi çalışır olmalıydı,

 Tarlalar hep ekili , ahali her zaman bir savaşa hazır tutulmalıydı.


Bütün bunlar Germen cephesinde aynen böyleydi, oysa butik yaşamı seven Fransızlar için pek aynı şey söylenemezdi.


Yeni bir his, bir içgüdü vardı Fransız burjuvasında, artık savunma gereksiz diye düşünüyorlardı. Taarruz her zaman taarruz.. bu hareketi adı ‘elan’ idi (Fransızca da agresif demek olan.)

Sırf bu yüzden muharebe sahalarında kolay hareket ettirebilen 75 lik sahra topu imalatını artırıyorlar ama ağır topçuyu iyice ihmal ediyorlardı. Süvari sınıfını hala ciddi bir muharip güç kabul ediyorlar ve en garibi süngü saldırısını muharebenin en karar verici olayı sanıyorlardı.


Oysa mitralyöz dedikleri makineli tüfeği bulan onlardı,  son kapışmada (1870) ağır ateş altında ağır kayıplar veren de onlardı. İnsan bunlardan bir ders çıkarmaz mıydı.

Ama en garabet fikirleri; ordunun üniforması üzerine olandı… Fransız ordusu 19. Asır geleneklerine göre muharebe meydanlarına bile ünlü lacivert ceket, ve kırmızı pantolon giyerek giderdi.


Evet; kırmızı pantolon! Hem de capcanlı kırmızı. Oysa  o günlerin kanlı koloni savaşlarından aldıkları dersle , mesela İngiliz ordusu haki toprak rengini seçmişti, keza Almanlar toprak grisi üniformalar ile sefere çıkıyordu.  Aklı selim sahibi subaylar da ordunun sahra üniformalarının günün gereğine uygun olarak değiştirilmesini öneriyorlardı. Oysa bizim şarapçılar ille de bu kıyafet olacak diye tutturmuşlardı.


Hatta bir siyasetçi epey tozutmuş ‘Kırmızı pantolon, Fransadır!’ diyecek kadar da uçmuştu.


Sonuçta 1914-1918 arası süren Büyük Savaşın ilk yıllarında bu basiretsizliğin kurbanı olarak yaklaşık bir milyon Fransız genci savaş meydanlarında ölü bırakılmıştı.