Nazım Hikmet, 1938'lerde Ankara Merkez Komutanlığı Cezaevinde iken, bir kağıt parçasına "Bugün pazar.


Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.



Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün

bu kadar benden uzak

bu kadar mavi

bu kadar geniş olduğuna şaşarak

kımıldamadan durdum" diye, durumunu anlatan dizeler karlar.

 

Yavaş yavaş bizler de ellerimizi başımızın arasına alıp azıcık düşünsek iyi olmaz mı?


Yoksa, kafaları vuracak duvar, kaya, taş bile bulamayacağız…

 

Benden ırkçı olmaz ama olanları da görmezlikten gelemem ki!.. Katar katar, Arabından, Afrikalısına, Asyalısına kadar eline üç beş dolar, avro geçiren, bir de adamını/madamını bulan kopup geliyor, alavere dalavere ile birilerine komisyon vererek konuyor, çöküyor artık göz göre göre her şeyimize.


Bir süre sonra, çıktığımız sokaklarda misafir gibi dolaşacağız.


Halkın vergileri ile toplanan paralar ile, yandaştan alınan ekmekler yoksul bırakılan yurttaşa dağıtılıyor; buna da ahlaklı olmayı bize öğreten imamlarımızın, hocalarımızın soyu mu kurumuş ne, hoca kılıklı birileri çıkıp, yok ve yoksulluğa methiye düzüp, bizden açlık ve yoksulluğumuza şükür etmemizi istiyorlar.


Önceleri pek aykırı bir düşünce ve yaklaşım diye düşündüğüm Marx'ın bir sözünü sorgulamaya başlıyorum. Acaba, doğru mu diye?


Bu kez de bir atasözümüz aklıma geliyor, "Parayı veren, düdüğü çalar!.."


Nedense, kutsal kitaplarda başka sayfalar yokmuş gibi, bütün kutsal kitap bilgileri hep yok ve yoksullara özgü yazılmış "kader" notları gibiymiş gibi, hep yoksulların bir şeylere katlanmaları sabredip, susmaları gerektiği anlatılıyor. Ama nereye kadar?

 

Bütün bu olanlara ve adamların anlattıklarına bakıp da, Marx'ın "Din halkın afyonudur" sözünü, şu şekilde anlamamak gerek diye düşünüyorum. Din ve toplumun kutsal inanç değerleri, birlerince toplumu uyutmak, uyuşturmak için kullanılmaya çok yatkın eyvallah.


İnsanlığın evrimi içinde, toplum olmaya başlandığı süreçlerden bu yana, insanların korktukları, çaresiz kaldıkları için bazı şeyleri kutsallaştırıp, baş tacı yaptıklarını biliniyor.


Ülkemizde yaşanan bu acı dram ve durumlara üzüldüğümü gören, uluslararası bir projede birlikte çalıştığım bir İspanyol Mimar, "bu dönemler de geçer" deyip, İspanya'da Franco dönemi anlattı.


Faşist Franco döneminde Kilise, Franko'nun da desteğini arkasına alarak maddi ve manevi olarak çok güçlenir. Franco'da kilisenin desteğini arkasına alarak iktidarını sürdürür. Karşılıklı bir dayanışma.


O yıllarda İspanya'da Katolik nüfus yüzde doksanlardadır. Ne zaman ki Franko iktidardan uzaklaştırılır, halk da Franco'ya kızgınlığının bedelini, acısını kiliseden çıkartır ve Katolik nüfus birden çok aşağılara düşer.


Bundan yirmi yıl önce sadece entelektüel konuşmalara konu olan Deizm (her şeyi başlatan, evreni bir saat gibi kuran bir Tanrı inancı), özellikle gençler arasında yaygınlaşmaktadır. Bunu görmemek için, toplumsal ve siyasi kör olmak gerek.


İnanç açısından da, toplumun kutsal ve sosyal değerleri açısında da çok kötü bir çöküş yaşamaktayız. Kişilerin inandıkları siyasetten başlayarak her şey sorgulanır olup, yaşamlarının dışına çıkmaktadır.


Bu ise toplumsal dayanışmayı zayıflatmakta, toplumun birlik ve beraberliğini zayıflatmaktadır. Hele hele toplumu uyutacağız diye, toplumu ahlaki değerlerden uzaklaştırmak, akıl alacak şey değil.


Buna inanmayanlar, televizyonların öğle kuşağından akşam kuşağına kadar olan programlarına bir baksınlar. Kendileri bu kişi ya da rollerden hangisine uygunlar!..


Çürüme, içten içe olan bir olaydır. Fark edilmez, edildiğinde ise kesilip atılacak kısımlar can acıtacak kadar çok olur.


Ülke yönetimi açısından siyaset, çok önemlidir. Bu da sizlerin seçimleri şekillenir.


Siyasette, sizin tercihleriniz sebep, yaşadıklarınız ise sonuçtur.

 

Çok diyalektik bir açıklama oldu ama, ne yapayım, diyalektiği kabul etmeyenlerin bile, kendilerini savunmak için, diyalektik açıklamalar yaptığı bir yer ve dönemde, ben de başka ne diyebilirim.