O yıllar Maksim Gorki'nin Ana romanını yeni okumuştum. Ardından Tolstoy'un Savaş ve Barış'ı. Hoş Ortaokul, lisede başlamıştık roman, öykü okumaya ama, insan okudukça kendini bir başka dünyada buluyor, dünyaya bir başka gözle, bir başkasının gözüyle de bakabiliyor idi. Ne kadar çok hoş.
Tabii arkadaşlar ile buluşup, iki kadehin atıştırılıp, ardından siyasi sohbetler, gecenin ilerleyen saatlerine doğru da şiirler, türküler.
Zaman ile öğreniyorduk hepimiz, çok geç kalırsan eve gideeğin otobüsü, dolmuşu kaçırınca, bir ton para ile eve taksi ile gideceğini ya da kos kos o gecenin ayazında karanlığında yürüyeceğini.
Ama yine de değiyordu o sazlı sözlü sohbetlere. Şiirlere. Hesap mı diyorsunuz? Uyanık olanlar her zaman tam vaktinde tüğerlerdi, her seferinde binbir bahane ile. Eeee taşra delikanlısı olmak kolay değildi, gecenin tadını da çıkarırdık, son kalanlar ile masanın hesabını da, bulaşık yıkamadan. Anlarsınız ya.
Sakarya, Ulus- Bakanlıklar ve yukarısı Esat, Çankaya, meyhanelerini nasıl özlemez insan. Ulus'tan Çankaya'ya çıkıncaya kadar fiyatlar değişirdi ama, sohbet ve eğlence ise, o günkü takıldığın ya da takılacağın gruba bağlı idi.
O gece kazınmıştı usuma, daha sonra ya "Ana" ya da "Savaş ve Barış"da geçtiğini düşündüğüm o şiir.
Şiirin her dizesi, tek sözcük ya da dize fark etmez, bir özlem ve bir mücadele idi. O halde, o yapıtlarda olmalıydı diye işlemişim kafama.
"Yasamızda
Akvaryumlu meyhanelerde
Zümrüt yeşili gözlerine
Türkü yakmak yok
Biz çoktan erittik
Yüreklerimizin çelik potasında
Sütun bacaklı kızların
Göz Bebeklerini" dizelerini.
Ve yıllar sonra, bir sohbette öğrenecektim bu şiirin Babam yaşında, benim doğduğum yıl Ankara Hukuk Fakultesi'ne giren Urfa Siverekli Necati Siyahkan'ın olduğunu.
Sonra gördüm ki, "Nataşa"ya yazılan yüzlerce şiir olduğunu.
"Yasamızda/Kilit vurulmuş/ Yasak kapıları/ Kırmak yok/ Açmak var /Suları / Gürül gürül/ Akıtmak var/ Ve tüm insanları/ İnsanca yaşatmak var.
Yasamızda/ Kan/ Barut/ Ateş/ Ölüm/ Yok/ Olmayacak/ Özgürlük ve kardeşlik var.
Ve düşün ki/ Seni/ Yıldızların karanlığında/ Yaşamaya tutsak ettiler/ Ve sen/ Siyahın ne kadar siyah/ Beyazın ne kadar beyaz/ Olduğunu/ Görmeden öleceksin/ Oysa ki ben/ Güneş aydınlığını gördüm/ Güneşin hapsedildiği yeri biliyorum./ Hazır ol/ Ordu ordu/ Bölük bölük/ Teker teker/ Geliyorum.
Bu/ Ne benim sana/ Tepeden inme bir emrim/ Ve ne de/ Ayaklarına kapanıp ağladığım/ Bir yalvarışımdır/ Bu/ eğilmez başların/ Bükülmez bileklerin/ Yani tarigin/ Durdurukanaz enrşdşr." dizelerini;
Her ne kadar Necati Siyahkan dizmiş olsa da, bizim mücadele, aşk, sevgi, sevda kokan çocukluğumuz, gençliğimiz idi o dizeler, öyküler.
Her ne kadar çokları ürkek, ürkek, korkak korkak söyleyemediği sevdalarını yüreklerine gömselerde, yine o şiir, şişi köfte ve kıtlık kokan sofralarında, o "cın cınların", o sohbet ve sonlarındaki tatlı yalanların tadı, çoğumuzu dolmuş, otobüs parasız bırakıp gece vakti Ankara yollarını arşınlatsa da;
Gözlerine baka baka söylenen, ne hoş yalanlardı değil mi Nataşa;
"Biz çoktan erittik
Yüreklerimizin çelik potasında
Sütun bacaklı kızların
Göz bebeklerini." yalanı.