Alan gösterileri, yürüyüşler, topluca alıp dağıttığı kitaplar, izlediği
TV programları ve giderek zifirileşen karanlık, teslim edilen adalar-deniz
hakları... Bıkkındı; "Nerede o çılgın Türkler?" diye soruyordu.
"Bir kitaba konulan ticari ad! İngiliz subayının yakıştırma sözü: Those
crazy Turks!" diyecektim ki, caydı; çünkü "biliyorum" demek
yerine "inandım" diyenle tartışılmaz! Ona Başkumandan Atatürk'ün "cinnet-çılgınlık"
sıfatına tepkisini anımsattım:
Büyük taarruz yakındı. Mecliste ateşli konuşmalar
birbirini izliyordu. Hamdullah Suphi Bey
(Tanrıöver), bağımsızlık savaşını değerlendirirken “mukaddes cinnet” diyordu.
[Türkçesiyle “Kutsal çılgınlık.”] Başkumandan yanındakine “Ne diyor bu?” dedi
ve oturduğu sıradan doğrularak “Ne cinneti? Millî mücadele hesap işidir,
hesap!” diye bağırdı. [Türkçesiyle
yazarsak “Ne çılgınlığı? Ulusal savaşım hesap işidir, hesap!” ].
Dalıp giden arkadaşımı, anılarımla Ağustos
1969'a, İnebolu'nun deniz kıyısındaki İlişi köyüne götürdüm. İlişi, Karadeniz
kıyısında Türklerin yerleştiği en eski yerlerdendi.
Tek kollu
Denizci ve Hatice
Çınarın
altında önüne sıralanan10-15 bardaktaki çayı birer yudumda içen tek kollu
denizci, İstanbul'dan kaçırılan top mermilerini, cephane sandıklarını Küre
dağlarını aşarak Kastamonu Kışlasına ulaştıran kadınların kağnı kolunu ve Şerife'yi
hikaye etti. Bir an susup denizin ufuklarına dalıyor, mavi gözlerindeki ıslak
pırıltıyı ayrımsayınca benim de burnum sızlıyor, gözlerim yanıyordu. Sonunda
yavaşça doğruldu, son bardağı da bir dikişte boşaltarak sessizce uzaklaştı.
Aklım
karışmıştı, yükseklere çıkmalıydım. Su değirmenini dönünce tepeye uzanan
yokuşta o genç kadını gördüm: Sırtına sardığı bebeği, sol elinde değneği, hafif
öne eğilerek yürüyordu. Yaklaştım, başını şöyle bir çevirip baktı,
gülümsedi. Ona yoldaş oldum. Adı
Hatice'ydi. Kocası Almanya'ya işçi gitmişti. Köyünün dertlerini, güzelliklerini
anlatıyordu.
Tepenin
az berisindeki çeşmeye varmıştık. Bebeğini kucağına aldı, ıslak eliyle onun
alnını okşadı. Bebeği yeniden sırtına bağlarken yeşil gözlerini kısıp bana baktı;
yazmasından alnına düşen kumral perçemi bir baş hareketiyle geriye attı;
"Kal sağlıcakla" dedi, "köyüm tepenin ardında."
Sırtında
bebeğiyle yitip giden Hatice'nin arkasından bakarken Denizcinin hikaye ettiği
Şerife'yi ve bebeğini görür gibi oldum.
İstiklal
Yolundaki Bebek
Halife Sultan'ın sivil kılıklı muhbirlerini atlatarak İstanbul'da gizlice
boşaltılan depolardan ya da örtülü şirketler aracılığıyla alınan silahlar, cephane
Karadeniz’den geçirilip İnebolu limanının açıklarına taşınıyordu. Gözü kara kayıkçılar
da dalgalarla boğuşarak cephaneyi kıyıya indiriyorlardı.
On yıllık savaştan geriye kalan genç erkekler, yeni oluşturulan ulusal orduya
katılmışlar; yörede kadınlar, çocuklar, yaşlılar kalmıştı. Yaşlı gazilerin yönetiminde
oluşturulan kağnı kollarında yaşlı-genç kadınlar ayaza, kar fırtınasına
aldırmadan çıkıyorlardı İnebolu'dan yukarılara.
Yarı aç yorgun öküzlerin çektiği top mermisi, cephane sandığı yüklü kağnılar,
karlarda, buzlarda günlerce taşınırken yaklaştıkça uzaklaşılıyordu Kastamonu.
Alımlı genç kadınlardandı Satıköylü Şerife. Üç aylık kızı sırtında, mavzeri
omzunda, kağnının önü sıra yürüyordu. Daha bir yıl önce cepheye uğurladığı
kocası aklına düştükçe birden canlanıyordu. Geciktikçe cephelerde topçuların
mermisiz kalmasından endişeleniyor, yüreği sıkışıyordu. Bebeği kimi zaman ağlamasa
onun varlığını unutuveriyordu.
Dağlarının ayazı dayanılır gibi değildi. Güneş, uzaklarda, soluk görünümüyle
daha da üşüten soluk dolunaydı. Beyaz ıssızlık tek tük kuşların kanat sesleriyle
bozuluyor bir an ve sonra yine ıssızlık...
Kağnılar yaylanın düzünde durdular. Yaşlı Gazi, şöyle bir baktı ilerilere, gerilere,
göğe; “Karayel geliyor” dedi. Yorgun kadınlar, çömeldikleri yerden onun
komutunu bekliyorlardı.
Şerife, ağlayan bebeğini kollarında iki yana sallaya sallaya yaklaştı öndeki
kalabalığa. “Gazi Dede” dedi, "Kışlaya varmaya ne kaldı şunun şurasında; kar
bastırmadan varırız belki."
Gazi bir şey demedi; elini kısa ak saçlarında
gezdirdi; bir kez daha düşüncelere daldı. Ninelerden biri "Burada
geceleyemeyiz de hani!” dedi.
Gazi, üvendiresini kağnısının önündeki kara öküze doğru sallayarak
"Hadi hayırlısı! Akşama varmaz, kışlaya kavuşuruz” diye bağırdı. Doğruldu
yaşlı-genç kadınlar, nodulladılar öküzlerini. Issızlık, kağnı tekerlerinin
altında çatırdayan buz sesiyle, kara katranla yağlanmış teker mili yuvalarından
dalga dalga yayılan gıcırtılarla dağıldı.
Şerife, peştemalıyla boynuna astığı bebeğine meme verirken gerilerde kalmıştı.
Kar tek, tek, pul, pul dökülmeye başlayınca yorganı iyice örttü araları samanla
pekiştirilmiş mermilerin üstüne. Bebeğini de bir çul parçasına sararak sırtına
bağladı.
Öküzleri yaklaşan karayeli sezinlemişler; yoldan ayrılıp ağaçların altına yöneliyorlardı.
Şerife, öne geçip kağnının okunu yola doğru çekiştiriyordu. Uğraşıp didinirken
karşıdan savrulup gözlerine batan kar tanelerinden korunmak için başı önde güçlükle
ilerlerken tipi akşam karanlığına karıştı.
Yaylanın düzündeydi artık. Biliyordu ki az kalmıştı Kastamonu’ya. Top mermilerinin
üstündeki yorganı açtı, cephane sandıklarını yana itti, bir parça saman yaydığı
boşluğa bebeğini yatırdı; birkaç kez “Ağlama anam, az kaldı varacağız kışlaya”
diyerek yorganın uçlarını kağnının ağaç kanatları arasına sıkıştırdı. Başörtüsünün
bir ucunu tutup başına dolayarak ağzını burnunu kapattı; dizlerine yüklendi.
Adım adım, dura dura ilerliyordu öküzler. Tipi çevrelerinde döneniyordu.
“Hiç olmazsa bir ağaç karaltısı görebileydim” diye geçirdi içinden. Yelin uğultusuna
çakalların ulumaları karışıyordu. Artık göz gözü görmüyordu. Birkaç kez önden
gidenlerin duyabileceklerini umarak bağırdı; ama kendi sesini bile zor duyuyordu.
Tüfeği omzuna dayayacak gücü yoktu; dipçiği dirseğiyle yanına bastırdı. Tetiği
çekecekti, ama donan parmağı kıvrılıp tetik yuvasına girmiyordu.
Tüfeği omzuna asmak istedi, olmadı. Bilinci gitgide bulanıyordu. Bir süre
sonra üşümez oldu. Bahar gelivermişti birden: yaşlı koca anasıyla köyün yamaçlarındaydılar.
Uzaklarda bir bebek ağlıyordu kesik kesik. Uğultuyla silkinerek uyandı.
Yorganın arkadaki ucu havalanmıştı. Eline yapışıp kalan tüfeği güçlükle yere
attı. Öküzlere tutuna tutuna kağnıya ulaştı. Arkaya ilerlemeye çalışırken gücü
tükendi. Üç adım daha atamıyordu bir türlü. Dizleri üstüne çöktü; uyumak,
sonsuza dek uyumak istiyordu.
Yine uzaklara, sıcak bahar günlerine gitmişti ki, çocuğun
çığlıklarıyla uyanıp doğruldu; yorganın uçuşan ucunu yakaladı, kenara
sıkıştırmaya çalıştı; başaramadı. Yorgan taka yelkeni gibi şişiyordu. Son
gücüyle yorgana asılıp kendisini üstüne attı.
*
Kar fırtınasının ardından, kağnı kolu sessiz sabahın ilk ışıklarıyla
Kastamonu kışlasına vardığında kadınların gücü de tükenmişti. Geceleyin
Şerife'yi bulamamanın acısıyla yere çömelip kaldılar. Ağızlarını bıçak açmıyordu.
Kışla kapısına çıkan Devrekanili Cemil Çavuş, uzaklara dalmıştı. Birden
yüz, iki yüz adım ilerde aklıkların ötesinde kara bir lekenin oynadığını görür
gibi oldu. Beşiktaşlı Rifat Çavuş’a seslendi. Düşe kalka koştular karaltıya. Kağnının
öküzleri onları görünce yekindiler. Kağnının
arkasına dolandılar. Şerife'nin üstü buzdan bir yorgandı. Kollarından tutup
kaldırdılar. Şerife kaskatıydı: Kolları koşup gelen birini kucaklamak ister
gibi iki yana açıktı.
Şaşkınlık içindeydi çavuşlar. Suriye’de, Filistin’de çok acılar
yaşamışlardı; ancak buna yürekleri dayanmazdı. Şerife’yi kucaklayıp kışlaya
yönelmişlerdi ki, çocuk ağlamasıyla donup kaldılar. Cemil Çavuş kağnıya koştu;
katılaşmış yorganı güçlükle kaldırdı: İki küçük kara göz iyice açılmış, minik
ellerden saman tutamını ağzına götürmeye çabalıyordu.
Cemil Çavuş nasırlı iri elleriyle incitmekten korkarcasına bebeği özenle kaldırdı.
Kır düşmüş bıyıklarından damlayan gözyaşları çenesine süzülürken buzlanıp
yaldızlanıyordu. Rifat Çavuş da, kollarına aldığı kaskatı Şerife’yle ilerlerken
sessizce ağlıyordu. Ne Çanakkale’de, ne
de Filistin cephesinde böylesine yanmamıştı içi.
Kağnı birliğinin kadınları doğrulmuşlar onları sessizce bekliyorlardı.
Kolları kavuşmamış Şerife'yi görünce donup kaldılar; yaşlılardan bazıları
dizleri üstüne çöküp kaldılar.
Kışla komutanı Osman Bey ile askerleri, Şerife’yi tabuta özenle yerleştirerek
son bir kez selamladılar. Tabut yüklü at arabasını götüren iki asker öylesine
acılı, öylesine sessizdiler. Güneşin ışıklarıyla uçsuz bucaksız altına dönüşen karlı
düzlükte, Seydiler Bucağı’na doğru yitip gittiler.
Şerife'nin mermileri
Ankara'ya, oradan cephelere ulaştı. Cephanenin tüfek mermilerinden bazıları da
Ulus Dağı'nda, Kumandan Mustafa Kemal'in Akıncısı "Asker" Makbule'ye kavuşmuştur
belki.
İşte böyle Arkadaş!
İnebolu’dan
Kastamonu’ya giderken çevrene bakarsan Şerife’yi, İstiklal Yolunun karlı yamaçlarını
sabırla çıkan kağnı kolunu, kadınların ayak izlerinde filizlenen kardelenlerin
yapraklarında ışıldayan damlacıkları görebilir ve Şerife'nin bebeğinin
hıçkırıklarını duyabilirsen yurduna ödemen gereken “namus borcunu” anımsar,
çıkmamasına yüreğine yazarsın!
Belki
de uzaktan başkalarını çağırmakla yetinmezsin de, bir-iki kişiye ulaşırsın da yükseklerdeki
çeşme başına dek birlikte çıkmanın, dağları aşıp öte yanda çoğalmanın bir
yolunu bulursun!
Mustafa Yıldırım, Kızılhisar
Dağı, 19 Mayıs 2019 (Yeniden)
ea (ek açıklama):"Bacılığın" sonu: Kastamonu'da gencecik Şerife'ye
"Bacı" sanını vermişler. Şimdilerde bir lokantaya, bir kebapçıya bile
"Bacı"lı tabela asıldığını gördükçe içimdeki öfke büyüyor. Hele bir
keresinde köftecinin "Şerife Bacı" tabelasını da görünce ne diyeceğimi
bilemedim. O artık yalnızca "Satıköylü 'Asker' Şerife".
*Desenler: Ceren Yıldırım, "Şerife, İstiklal Yolunda", 1998