Artık neresi diye sormayın, bir zahmet saksıyı çalıştırın.


Ben, bilen bilir, uygarlık geni diye bir şey varsa onun neden son bin yıldan beri Avrupa da olduğunu merak eder ve bu yüzden de yaşlı kıtaya ait tarihsel süreci olabildiğince anlamaya çalışırım.


Şu ana kadar anladıklarımı anlatmak icap ederse ilk olarak;


Avrupa bir coğrafya değil, tarihsel bir iddia, mantıksal, teknik ve sistematik bir düşünce ortamı imiş demek durumundayım.


Hadi canım sende diyenler için de aşağıdaki sorularıma swapına cevap vermelerini rica ederim.


Sizce hangi ülke klasik batı medeniyeti özelliklerine sahiptir?


Yunanistan mı, Japonya mı?


Sırbistan mı, Avustralya mı?


Bir tarihlerde İspanya’da idim, orayı öteden beri merak ederdim, onlar da bizim gibi bir cihan imparatorluğuna sahip iken nasıl olmuştu da ikinci ligin son sırasına yerleşmişlerdi.


Henüz üstünden 100 yıl bile geçmeyen ve ülkeyi facia boyutunda kutuplaştıran o kanlı iç savaş sonrası ne olmuştu da matadorlar birinci ligin ilk onu arasına girmişti.


Biz neyi atlamıştık? Oysa yaklaşık yarım asır boyunca onlar batıdan, bizimkiler doğudan dünyanın en önemli medeniyet köprüsü olan Akdeniz’i kontrol ediyorduk.


Sanıyorum 1989’larda veya o aralar rahmetli Özal, bir İspanya seyahatine çıkmıştı, İspanya’dan silah falan alacağımız anlaşmaların imzası bu seyahatin en önemli konu başlığıydı. Bizim pırasa basın bu seyahati pek dillendirmişti, (Arkadaşlar telaşa gerek yok, o günlerde idolünüz olan Rahmetli Özal, ’Ben  basını sabahları 15 dakikada okuyup bitirmiş oluyorum!’ dediğinde biri bile çıkıp ‘Lan benim makaleyi okumak en az on beş dakika hazım etmek iki hafta alır!’ diyememişti. )


Ben o günlerde Almanya’da idim, Alman basınından takip edebildiğim kadarıyla İspanyol gazeteciler Özal ile son derece detaylı bir mülakat yapmışlar ve okkalı sorular sormuşlardı. İşin doğrusu ülkenin bir numaralı adamı üstünden memleketimizin röntgenini çekmek gibi bir vaziyet vardı.


(Bizimkiler ise daha çok iç siyaset konusunda, adamcağızın ağzından bir iki laf kapmaya çalışmışlardı.)


Dediğim gibi sene 80’lerin sonları, yahu bu adamlar çok değil daha 60 yıl önce birbirlerinin gırtlağını kesmiyorlar mıydı?


Ne ara bu kadar açık ara öne çıkmışlardı?


Bir İspanyol iş adamı bana şu tarihsel anekdotu anlatmıştı;


İspanya, 1920’lerin ortaları, koca imparatorluk dinci engizisyon artılarının elinde oyuncak olup un ufak olmuş. Askerler darbe üstüne darbe yapıyorlar ama sonuç yok, ülke uçurumun kenarında düşmesine diğer dünya devletleri mani oluyor, (swapına değil, çıkarları öyle gerektiriyor!)


Primo Rivera adında bir general ülkenin ağası gibi bir de kral hazretleri var ama onu kimsenin taktığı yok, fiili güç ve iktidar bu adamın iki dudağı arasında. Hovardanın teki, içkici ve Katolik kilisesinin yasak ettiği her şeyin Kabesi gibi bir adam.


Kadın düşkünlüğü onda, içki kumar onda, ama adam bütün bunları saklı gizli yapmıyor ..


Alenen , mal meydanda..


Ama eşeği bağlasan albay olur ordularda kazanmamış generallik rütbesini..


Neyse, Tanrı’nın kekosu da değil, tiyatro, opera ve diğer sanatlara ilgili..


Bir gün operaya gitmiş, oturmuş kendine ayrılan koltuğa, çıkarmış pabuç kadar purosunu yakmış…


Operanın ‘yer göstericisi’ yaşlı bir adam sakince yanına yaklaşıp kulağına;


‘Tiyatro da puro içmek yasak senyör general!’ demiş?


Bizimki adam bakmış ve


Öyle mi demiş


‘yer gösterici’ de


‘Öyle senyör general, bu sizin koyduğunuz bir yasak’ diye yanıtlamış.


Adamımız Primo sahneye çıkmış ve elinde hala dumanı tüten puroyla kalabalığa seslenmiş;


‘Bu gece, herkes puro içebilir!’


Bilmem anlatabildim mi?