Toplumlar değişir ve dönüşürken

 

Bir konuya nasıl yaklaşır iseniz, sizi o sonuçlara götürür.

 

Yine nerden geldiğini, kim olduğunu bilmeyen bir toplumun gideceği bir yer kalmamış demektir. Başka bir sıkıntı ve sorun ise, kendisi hipnoz edilmiş, bambaşka birisi olduğuna inandırılmış bir toplumun gideceği yer, hipnoz edenlerin yol haritalardır.

 

Orta Asya'yı bir kenara bırakayım. Tamam göç ederek, sürülerin arkasından, kılıçla, atla gelmişiz Anadolu, Rumeli, Kafkasya, Mezopotamya topraklarına. Sonrası da Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Beylikler, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti.

 

Bu topraklarda suyun toprak ile karışması gibi iç içe girip, yeni, yepyeni medeniyetler, uygarlıklar ve bir tarih ortaya çıkarmışız.

 

Prof. Dr. Vecihe Hatipoğlu "Türk tarihinin başlangıcı" adlı makalesinde, Sümerce'nin Türkçe olduğunu ve bunu ilk kez yirminci yüzyılın başlarında açıklayan Prof. Fritz Hommel'i de Atatürk'ün ülkemize davet ettiğini;

 

Konunun gerçekçi bilimsel yöntemleriyle incelenmesi için de, 1936'da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesini DTCF) kurdurup, fakülteye ünlü Sümerolog Prof. B. Landsberger'i öğretim üyesi davet eder.

 

Atatürk, konuyu önemseyip, 1937'de "Tarih Kurultayı"nı toplatır ve olayın üzerine gidilmesini ister. Ancak, Atatürk'ün hastalanmasının ardından, konuya gereken önem verilmemiş ve unutturmuştur.

 

Milletlerin ve dillerin tarihi araştırılırken, geçmişlerine inilir ve dil, bir milletin soy kütüğünün en önemli kanıtlarıdır.

 

O yüzden Türklerin tarihine bakılırken, bu toprakların milleti olmuş "Kas"ların, "Sümer"lerin, "Oğuz"ların, "Uygur"ların dilleri incelendiği zaman ortaya ortak bir Türkçe kalıbı ve sistematiği görülüyor.

 

Yukarıdan anılan kişilerin ve Osmanlı'nın Bursa'sında doğup, Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli akademisyenlerinden Muazzez İlmiye Çığ'ın (20 Haziran 1914), yazıları, televizyon konuşmalarından da anlaşılacağı gibi;

 

Eskilere dayanmadan, yeni bir sözcük kökü yaratılamayacağı gibi, yine eskilere dayanmadan da yeni bir Milletin de yaratılamayacağını ve soy kütüğünün olamayacağını görüyoruz.

Günümüzdeki milletlerin hemen hemen hepsi, önceki milletlerin türlü etkenlerle değişe değişe günümüze gelmiş, dilleri oluşmuş yeni biçimleridir.

 

Geçmişten günümüze doğru Sümer (Subar), Gud (Kut), Guz (Kas/ Kus/ Huz) uygarlıklarına göz atılacak olunursa Mezopotamya'daki Türk varlığını görür ve "Oğuz"ların, "Gur"ların, "Uygur"ların kökenlerinin, Türk Tarihinin başlangıcı olduğunu gösterir tarihi kaynaklar.

Burada bir noktayı da göz ardı etmemek gerek. İnsanlık tarihini ister "Adem ile Havva"dan, isterse de evrimleşmeden geldiğini düşünelim, sonuçta aynı topraklar üzerinde binlerce yıldır, onlarca kültür, millet ve devletin gelip geçtiğini görürüz.

 

Örgütlü ve hakim olan milletlerin, kültürlerin yönetim süreçlerine hakim olduklarını ve diğer topluluk ve kültürlerin ise bu süreçlerin içinde daha pasif kalıp, varlıklarını uyum içinde sürdüklerini görürüz.

Milletlerin tarihinde "din" olgusu ise hep var olmuştur. Özellikle tek tanrılı dinler ile birlikte, din unsuru millet/ ulus unsurunun önüne geçmiştir. Elbette ki inanç insan ve milletler önemlidir ancak, milleti dini ile tanımlamak çok da gerçekçi değildir.

 

Örneğin günümüzde, 2000'li yıllarda bağımsız ve yarı bağımsız Azerbaycan, Kazakistan, KKTC, Kırgızistan, Özbekistan, Türkiye, Türkmenistan, Çin'e bağlı Sincan Uygur Özerk Bölgesi, Şunhua Salar, Rusya'ya bağlı Altay Cumhuriyeti, Balkar, Başkurdistan, Çuvaşistan gibi 22 Türk devleti vardır.

 

Günümüzde Gagauzlar, Çuvaşlar, Yakutlar, Karamanlılar ve Hakaslar Hristiyan Türk boyları olarak varlıklarını sürdürmekte, gelenek, görenek ve dillerini de yaşatmaktadırlar.

 

Türkiye Diyanet vakfı yayını İslam Ansiklopedisi, Göktürklerin devamı "Hazarlar" için; Hazarların birçok dinden etkilendiklerini ve günümüzde de Hristiyan ve Musevi topluluklar olarak Kafkasya ve Kuzey Karadeniz bölgesinde yaşadıkları bilgisini aktarıyor.

 

Her dönemin bir ruhu olduğunu biliyoruz. Artık günümüzde bu ruhu da hakim sınıfların verdiğini yaşayarak öğrendik.

 

Artık tarihin bile hakim sınıfın isteğine göre yazıldığını gördükten sonra, bir gün Türkiye Cumhuriyetinin tarihini yazanların, ne yazması gerektiğini biliyorum da, ne yazacaklarını artık merak etmiyorum!..

 

Dil, Millet ve Devlet bir sürecin sonucudur. İnsanların devlet ve milletleri elbette ki önemlidir. Devletinde inanç ve millet bilincine saygılı da olmasını unutmaması gerekir.

 

Sonunda öyle bir noktaya geliyoruz ki, Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyetinde, Laikliğin ve Uluslaşma sürecinin ne kadar da çok önemli olduğunu bir kez daha anlıyorum.

 

Bu konuda da ne kadar yalnız olup olmadığımı, bilmeden!