Öyle konular vardır, kişinin kendisi için
olumsuzmuş gibi görünebilir ama genelden bakınca çok haklı neden ve gerekçeleri
vardır.
İster "atasözü" deyin, ister
"ortalık sözü" deyin, fark etmez, ama biz kabul etsek de, etmesek de
bir gerçekliği vardır.
Söyleyeceğim tümce, somut bir olaydan
çok, bir yaklaşımı, tavrı sergilemek için kullanılır.
Genellikle güngörmüş yaşlıların çok özel
zamanlarda kullandığı şu özlü anlatıma, olayı ben kişiselleştirmedikten sonra
katılırım.
"Kızı, başıboş bırakırsan, ya
davulcuya, ya zurnacıya varır" derler. Burada olay, davulu-zurnacının
sosyal-ekonomik konusundan önce; aile, düzen, sakin bir yaşam gibi
gerekçelerdir.
Başta da konuyu, kişiselleştirmeden,
sosyal ve siyasi alan ve tarihe yönlendirirsek, derdimiz daha kolay anlaşılır
diye düşünürüm.
Osmanlı Devleti, şu ya da bu sebepten
yıkıldı mı? Evet. Peki, bu yıkımın arkasında içeride ve dışarıda kimler vardı,
sebepleri ne idi?
Artık bütün dünya biliyor ki, Kapitalizm
yeni bir aşamaya geçmiş, dünyayı, imparatorluklar yerine daha küçük "ulus
devletler" ile yönetmeye, sömürmeye karar vermiştir ve gereğini de
yapmaktadır.
İmparatorluk topraklarının büyüklüğü,
teknolojinin gelişmesi, kişisel özgürlükler vb sebepler de, ülke yönetimlerinde
sorunların yaşanmasına kaynaklık etmeye başlamıştır.
Buna bir de, emperyal devletlerin,
şirketlerin çıkar hesaplarının yanında, devlet yönetimlerinin ve
yöneticilerinin de niteliksizliği, çağı anlayamamalarını eklersek, sorun daha
net ortaya çıkacaktır.
İçeride bazı işbirlikçiler kabul
etmeseler de, tüm dünyanın bildiği ve kabul ettiği gerçek şudur. Atatürk ve
yurtsever arkadaşları Türkiye Cumhuriyetini, emperyal devletlere ve onların
dayattığı sisteme rağmen kurmuştur.
Mudanya Mütarekesi(11 Ekim 1922), Lozan
Antlaşması (24 Temmuz 1923), Ankara Antlaşması (5 Haziran 1926), Balkan Antantı
(9 Şubat 1934), Montrö Boğazlar Sözleşmesi (20 Temmuz 1936), Balkan Antantı (9
Şubat 1934), Sadabat Paktı (8 Temmuz 1937) gibi çok önemli anlaşmalar, devletin
güvenliği ve geleceği için hep köşe taşları olmuştur.
Özellikle ikinci dünya savaşı ve sonrası
dünyasında yaşananlar, ülke geleceği açısından baya sorunlara gebelik yarattığı
gibi, zamanla yaşanacak sorunlara da kaynaklık etmiştir.
Elbette ki demokrasi, insanlık tarihinin
ilk çağlardan bu yana, insanlığın hep özlemi olmuştur. Sürecini iyi yöneten,
bedelini ödeyen ülkeler, halklar da bunun nimetlerinden yararlandıkları gibi,
zevk ve sefasını da sürmüşlerdir.
Nasıl Orta Çağda Avrupa, koyu bir dini
tutuculuğun etkisinde kalıp, engizisyon mahkemeleri ve giyotin ile idamları;
İspanya, Almanya ve İtalya gibi Faşist Diktatörlerin acı, baskılarını yaşayıp,
bedeller ödedikten sonra bugün, özgürlüklerine sıkı sıkıya sarılmaktadırlar.
Öyle "demokrasi, özgürlük" adı
altında, ülkenin ve toplumun geleceğini sıkıntıya sokacak yasal ve yönetsel
düzenlemelere de asla ödün vermeden varlıklarını sürdürmektedirler.
Yani, öyle "kızım/oğlum özgüdür,
dilediğini yapabilir, yaşayabilir" demiyor. Kurallarını, sınırlarını,
etiğini verip, bu çerçevede özgür bir şekilde nasıl yaşanabileceğini öğretiyor.
Bilindiği üzere KİŞİSEL ÖZGÜRLÜK,
"bir başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter!" derler.
Bu kişilerde olduğu gibi, kurumsal
yapısı, geleneği olan devletler içinde geçerlidir. Çok üzgünüm ki, Türkiye
Cumhuriyetini bazı dönemlerde yönetenler, özellikle ikinci dünya savaşından
sonra, demokrasi adı altında ülkenin varlığını ve birliğini tehlikeye atacak
birçok süreç ve ilişki içine girmişlerdir.
Cumhuriyet, bütün Anayasalarında hep
Laik, Demokrasi, kişi hak ve özgürlükleri üzerine inşa edilmiştir.
"Kamu Malı-Mülkü" kavramı da
böyle bir düşünce içerisinde özel bir anlam kazanmaktadır.
Artık ülkenin her yerinde "maden,
mermer, atın" arıyoruz, çıkaracağız diye diye, milyonlarca yıllık dağları
ovaları, binlerce yıllık nehirleri, dereleri, çayları, yüzlerce yıllık ormanlar
talan edip, yok edilip ve kirletiliyor, bir avuç yurtsever çevreci dışında
çıkan ses yok.
Cumhuriyetin göbeğinde, Ankara’daki
çiftliğine bile sahip çıkılmadı. Bozkırın ortasında bir "vaha"
yaratılabilecek, miras geleneğine saygılı olabilecekken, metre metre yok edilip
sıradanlığa mahkûm edildi.
Atatürk, emperyalizme ve gericiliğe
karşı savaşıp, bu savaşı daha 1900'lerin başında kazanmış ve tüm dünya örnek
olmuşken.
Bu farkındalığı, Kenya'nın kurucu Devlet
Başkanı (1963-1978) Jomo Kenyatta, 1953-Kenya Mahkemesindeki duruşmasındaki;
" Avrupalılar geldiklerinde onların
elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua
etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki İncil bizim, topraklarımız
ise beyazların elindeydi." diyerek, isyanlarını haykırıyordu.
Ülkenin Cumhuriyet Dönemi değerleri
arasında çok önemli bir yer tutan Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü ve KORUYUCU
SAĞLIK HİZMETLERİ planlaması ve aşı uygulamaları, birilerince utangaç utangaç
dillendirilse de, ne kadar önemli bir olay olduğu gün geçtikçe daha da bedeller
ödenerek anlaşılmaktadır.
Daha ucuzunu alırız denilerek kapatılan
otomobil, uçak fabrikaları, tarım çiftlikleri ve benzer durumların da gün
gittikçe daha da derinden hissedilmeye başlaması pek uzak olmayacaktır.
"Demokrasi, demokrasi" diye
diye, cehalet ve miskinliğimiz sonucu geldiğimiz yere bakar isek, başta neden,
"Kızı, başıboş bırakırsan, ya davulcuya, ya zurnacıya varır" dediğim
sanırım daha iyi anlaşılacaktır.
Mehmet Akif Ersoy'un "Sahipsiz olan
memleketin batması haktır, sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır"
feryatlarını duyan;
Nefes Filminin o repliği kaç kişinin
kulağına küpedir bilemem ama yine de anımsatayım:
"Sen uyursan ölürsün! Sen de ölürsün,
Sen de ölürsün, uyursanız, uyursan ölürsün! Sen uyursan, herkes ölür! Uyursan
ölürsün!"
Ben ne diyeceğimi biliyorum da, senin
neyi, nasıl anlayacağın konusunda endişelerim olduğundan, tümceler bu kadar
olabiliyor.
Bilemem ki bu toprakların, bu ülkenin
doğmuş, doğmamış çocukları için düşünen, kaygı duyan, içi yanan kaç kişiyiz?